BÜYÜKLER YOLUNDA
Karaman: 1940’lı yıllar
Toros’ların Karaman’a bakan kuzey
yamaçlarındaki bir dağ köyünde doğmuşum. 1949 yılında dört yaşındayken dayıma özenip
abdest alışımı ve fistanlı olarak camiye ilk gidişimi hatırlıyorum. Karaman
Hoca Mahmut Mahallesindeki evimizin hayatından(avlusundan) Halil Efendi
Mescidinin kısa, ahşap minaresi görünürdü. O yıllar devletin dine fütursuzca müdahale ettiği, Müslümanlar
üzerindeki baskıların çok arttığı, “modernleştirme” adı altında “dîni
yozlaştırma” çabalarının sinsice sürdüğü yıllardı. “Şapkalı müezzin” amcanın şerefeye
çıkıp, “Tanrı uludur, Tanrı uludur!” diye kırık aksanla çıkardığı ıstırap
veren tangır tungur sesleri hâlâ kulaklarımda…
Aklım ereli beri iz sürüyor,
bulabildiğim, erişebildiğim Allah dostlarının eşiğini öpüyorum. Adlarını ilk
duyduğum ve kabirlerini ziyâret edip fatiha okuduğum iki büyüğümüzü en önce
saymalıyım: İlki Yunus
Emre, ikincisi Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hazretleridir. O mübarek velîler
doğup büyüdüğüm bu beldeyi şereflendirmişler. Karaman düzlüğünde yükselen Karadağ’a,
Hacıbaba Dağı’na, bizim tarafların yamaçlarına onların nurlu nazarları erişmiş.
Onların nazar ettiği siluetlere bakarak, asırların ardından onlarla bağ kuruyorum.
Onlara kavuşmuş gibi oluyorum. Sekiz asır geçse de her Karaman’lının rûhunda böyle
bir esinti hâlen duyulur. Gönüllerimizde onların ayrı bir yeri var…
Allah-ü teâlâ bizleri onların
şefaatlerine kavuştursun…
İki büyüğümüz hakkında yazmadan önce bir
noktayı değerli dikkat nazarlarına sunmayı vazife biliyoruz: Anadolu halkının
çok sevdiği gerçek hak âşıkları olan velî zâtlar Müslümanlar arasına sızmış “dinî
tamir dâvasındaki din tahripçileri” ve İslâmın dışından da, dinleri ikâme etme iddia
ve çabasındaki masonik, misyoner çevreler tarafından istismar edilmektedir.
Özellikle Yunus Emre ve Celâleddin-i Rûmî hazretleri ülkemizde bir “ozan ve
hümanist” olarak tanıtılmaktadır. Onların İslam dininin gereklerini tam olarak
yerine getiren, haramlardan sakınan, farzları yapan âlim/velî zatlar oldukları
örtülmekte, hiç bahsedilmemektedir. Buna karşılık çoğu kendilerine ait olmayan,
sapık fırka ve inanış sahiplerine ait ifadeleri onlara mal ederek tanıtmaya
çalışan sistemli bir çaba onlarca yıldır sürdürülmektedir. Esefle ifade etmek
lazımdır ki, bu büyüklerimiz adına düzenlenen anma törenleri, folklor gösterisinden ileri gitmemekte, dahası
gerçeği yansıtmayan ve İslâm’ın emir ve yasaklarına uymayan nice bidatlerle
saptırılmaktadır.
YUNUS EMRE (kuddise sirruh)
Halkımızın
çok sevdiği Hak aşığı ve halk şâiri. Ete kemiğe bürünmüş, Yunus diye görünmüş. 1300’lü
yıllarda vefat ettiği sanılıyor. Mübârek zâtın birçok yerde kabri var. Gerçekte
nerede yattığı ihtilâflıdır. Çok tarihî belgelere göre Karaman’da medfunlar.
Eskişehir/Mihalıççık Yûnus Emre köyünde olduğu diğer bir tez. Manisa/Kula Emre
köyünde Taptuk Emre/Yunus Emre türbesi bulunuyor. Halkımız tarafından ziyaret ediliyor. Her
şeyin doğrusunu Allah-ü teâlâ bilir. Halkımız hak âşıklarının, tasavvuf
büyüklerinin kendi topraklarında, kendi beldelerinde bulunmasını istiyor. Büyük
olmanın nişânı da bu olsa gerek.
Karaman’da,
adıyla anılan bir Camiî var. Selçuklu dönemi mimarisi ve sâde taş yapısı ile
bilinir. Camiye bitişik olan türbenin iki penceresi câmie, bir penceresi de
batıya açılır. Türbe içi, cami zemininden daha yüksek. İçinde Yunus Emre,
hocaları Tabduk Emre, Yunus Emre’nin oğulları İsmail ve biri de kızına ait
olmak üzere dört sanduka var. Daha çocukluk yıllarımızda camie açılan
pencereden kabirlerini görür, rûhuna fatiha okurduk. Baba ocağından ayrılıp,
başka şehirlere yerleştikten sonra, her gidişimizde, sılayı rahim edişimizde
ilk ziyaret yerimiz olmaya devam ediyor…
Kabirleri
nerede olursa olsun, gönderilen fatiha adresinden hiç sapmaz. Onların himmeti
de sevenlerine erişmekte hiç şaşmaz biiznillah. Hak adamları nerede
olduklarıyla değil, NE İLE OLDUKLARIYLA anlaşılmaya çalışılmalı. Belki o zaman
onlardan istifade daha çok olur…
Anadolu
13. yüzyılda siyasî kavgalarla sarsılıyor. Acımasız Moğollar Anadolu’yu istilâ
ediyor, Haçlı sürüleri taassupla saldırıyor. O kâbuslu yıllarda halkı teselli
eden, birlik ve beraberliğe çağıran, gönüllere ALLAH sevgisi telkin eden
erenler ve manevî kumandanlardan biri. Yunus Emre (kuddise sirruh), Seyyid Ahmed
Yesevî hazretlerinin Anadolu’daki devamı olarak düşünülmeli.
Anadolu’da
Dîvân’ının bulunmadığı, ilâhîlerinin okunmadığı ev yok gibidir. Hak âşıkları
onun gibi söylemeyi, onun gibi yaşamayı seçmişler. Edebiyatta nice divanlar
ondan ilham almış, şiirlerinin birçoğu atasözü hâline gelmiştir:
“Mal
sâhibi, mülk sâhibi / Hani bunun ilk sâhibi?
Mal
da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan.”
“Az
lâf erin yüküdür / Çok lâf hayvan yüküdür.
Yunus
Emre’de aşk / Gerçek insanlık yoludur.”
“Edeb
yâhû”
Nazar
eyle ilerü, Pazar eyle götürü,
Yaradılanı
hoş gör, Yaradandan ötürü.
Ehl-i
diller arasında aradım kıldım talep,
Her
hüner makbûl imiş illâ edep, illâ edeb!
Ana
rahminden geldik pazara,
Bir
kefen aldık, döndük mezara.
“Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içerü”.
Beyti
ile tasavvufu târif etmiştir.
Yunus
Emre hazretleri, manevî terbiyeleri için bir mürşit arar. Gördüğü bir işâret
üzerine genç yaşta Tapduk Emre’nin yanına gider. Otuz seneden fazla hizmetinde
bulunur, feyiz alır. Karaman’da büyüklerimizden çok dinlediğimiz şu
hikâyelerini nakletmeden olmaz:
“Yunus
Emre hocaları Tapduk Emre'nin hizmetinde bulunurken, mânen bir ilerleme
sağlayamadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düşer. Yolculuğunda
iki kimseye rastlar ve arkadaş olurlar. Her öğün bunlardan biri duâ eder,
duâlarının bereketi ile bir sofra yemek gelir. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldiğinde
O da duâ eder. Duâsında, “Ey Rabbîm” der “benim yüzümü kara çıkarma!
Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettilerse, ben de onun hürmetine ediyorum. Duâmı
kabûl buyur!”
Duâsı
bitince, iki sofra yemek birden gelir. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine
duâ ettin?” diye sorarlar. Yûnus Emre; “Önce siz söyleyin.” der.
Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine
diye duâ ettik.” Derler!
Durumunu
anlayan Yûnus doğruca Tapduk Emre’nin yanına döner ve hocalarının kapısının
önüne yatar. Tapduk Emre’nin ise gözleri görmüyor. Kapının önüne varıp, ayağı
bir cisme takılınca, bunun ne olduğunu sorarlar. Diğer talebeleri “Yunus,
efendim” derler. Tapduk hazretleri “bizim Yûnus mu?” diye sorar. Bu soruş
tarzı Yunus’un tekrar kabûl edildiği anlamına gelir. O andan îtibâren Yûnus
Emre, halkın dillerinden düşürmediği ilâhileri söylemeye başlar. Senelerce
hocasına dağdan odun taşır. Öyle ki getirdiği odunlar hep düzgündür. Hocaları; “Ey
Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun” buyurunca; “Efendim,
bu kapıya eğri odun yakışmaz.” cevâbını verir...
Yûnus
Emre’nin bilinen iki eseri vardır: 1) Risâlet-ün-Nushiyye: Mesnevî şeklinde arûz vezniyle yazılmış,
tasavvufî, ahlâkî, dînî bir eserdir. 2) Yûnus Emre Dîvânı: Birçok yazma nüshaları bulunmaktadır. Ancak
bütün şiirlerin Yûnus Emre’ye ait olduğu hususu ihtilaflıdır.
Eserlerinde
günübirlik konular yoktur. Geçim endişesi, şahsî ve ailevî meseleler hiç yer
almaz. "Dervişlik", herkese faydalı olmak ülküsüdür. Tembelliği,
tufeyli ve faydasız olmayı kınar. O her yerde, her ses ve renkte, her zaman
Allahü Tealânın varlığını idrâk eder. Dilsiz varlıkların gizli dilini seslendirir.
Varlıkların her zerresinde yüce Rabbimizi hatırlatan esrarı söyler:
“Altındandır
direkleri / Gümüştendir yaprakları,
Uzadıkça
budakları / Biter Allah deyû deyû”.
Olgunlaşmak için bir mürşîdin terbiyesine
ihtiyaç bulunduğunu şöyle ifade ederler:
“Gel
ey kardeş Hakk'ı bulayım dersen
Bir
kâmil mürşide varmasan olmaz
Resûlün
cemâlin göreyim dersen
Bir
kâmil mürşide varmasan olmaz.
Niceler
gittiler mürşid arayı
Arayanlar
buldu derde devâyı
Bir
kez okur isen aktan karayı
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Kadılar,
müftüler hepsi geldiler,
Cümle
kitapların serdiler,
Sen
bu ilmi nerden aldın? Dediler,
Bir
kâmil mürşide varmasan olmaz.”
İlim
hakkında şöyle
buyururlar:
“İlim
ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir,
Sen
kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır?
Yunus
Emre der hoca / Gerekse var bin hacca,
Hepisinden
eyice / Bir gönüle girmektir.”
Tasavvufu şöyle târif etmiştir:
“Şerîat,
tarîkat yoldur varana / Hakîkat, mârifet andan içerü.
Bene
bende demen, bende değilem / Bir ben vardır bende, benden içerü.”
“Müslümanım”
diyenlere şöyle seslenir:
“Müslümanım
diyen kişi / Şartı nedir bilse gerek.
Allah’ın
buyruğun tutup / Beş vakit namaz kılsa gerek!”
MEVLÂNA
CELÂLEDDÎN RÛMÎ (kuddise
sirruh)
Karaman’da en çok ziyaret edilen
diğer “yatır” Mevlâna Celâleddin Rûmî (kuddise sirruh) hazretlerinin anneleri Belh
Emiri sultan Rükneddîn’in kızı Mümine Hâtun’dur.
Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir.
Hazreti
Mevlâna(Mehmet Celâleddin) 1207 yılında Belh’te doğar. Babaları Sultan-ül Ulemâ
Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled hazretlerinin soyu hazret-i Ebû Bekr'e
ulaşır. Bahaeddin Veled hazretleri, hasetçilerin
şikâyeti üzerine ailesini ve bir grup sevenini yanına alır, Belh’ten çıkar.
Bağdat, Hicaz, Şam, Halep yoluyla Erzincan’a, oradan da Larende’ye(Karaman)
gelirler. Sultân-ül-Ulemâ, Larende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için
yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere çok talebe okutur.
Yüzlercesine icâzet verir. Karaman’a geldiklerinde Mehmet Celâdeddin henüz 11
yaşındadır. Anneleri Mümine Hâtun ve ardından ağabeyleri Muhammed Alâeddin
vefat ederler. Onların ve birçok yakınlarının kabirleri, Aktekke(Mader-i
Mevlânâ) Camiînin içinde, mihrabın sol tarafındaki bölmededir. Allah-ü teâlâ
hepsine rahmet eyleye.
Mevlâna Celâleddin Lârende’de babaları
Sultan-ül Ulemâ’nın sadık müridlerinden Şerafeddin Lala Semerkandî’nin kızı
Gevher Hâtun ile 1225 yılında evlenir. İki oğulları Sultan Veled ve Alâeddin
Çelebi burada dünyaya gelirler. Mevlâna Celâleddin ve babaları Sultan-ül Ulema
yedi sene Karaman’da kaldıktan sonra, Selçuklu sultanı Alâeddin Keykûbât’ın
davetleri üzerine Konya’ya göçerler.
Aktekke (Mader-i Mevlânâ)
camiî, Hacıbeyler Camiine
iki yüz metredir. Hacıbeyler Camii yakın zamanlara kadar Halk Kütüphanesi idi.
Babam rahmetli otuz yıl orada müstahdemlik etmişti. Çocukluğumun çoğu orada
geçtiği için Aktekke Camiî; mihrabına, minberine, kesme taş duvarına, ön cemaat
sekisine, derviş hücrelerine, çınarına kadar en aşina olduğum yerlerden biridir.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerini
ilk ziyaretim 1960 yılı yaz aylarıdır. Ortaokulu yeni bitirmiştim. Otobüsle birbuçuk
saat çekmesine rağmen Konya’ya ilk gidişimdi. Orada dinî eğitim gören bir yakınımın
yanında birkaç hafta kalmıştım. Birlikte yeşil Türbe’yi ziyaret etmiştik…
Üçtekerli bisikletlerin kasasına oturdunuz
mu, delikanlı sizi istediğiniz adrese götürür, hem de kılavuzluk ederdi. Yeşil
Türbeden tabana kuvvet Alâeddin Tepesine kadar yürümek pek eğlenceliydi…
O zamanlar türbeye pek turist
gelmiyordu. Şimdiki kadar da müziğe, çalgı aletlerine boğulmamıştı. İnsanlar
belki daha edepliydi. Âdâbına uygun bir kabir ziyareti yapılabiliyordu ve
şüphesiz istifade daha çok oluyordu…
Şimdilerde aynı şeyleri söylemek
mümkün değil. Ney sesi, kudüm vurması, raks her şeyi örtmüş. Mukaddes olanı
alıp götürmüş. Rûhâniyet adına ne varsa silip süpürmüş. İçeri girenler zevâhiri
görüyor, kabukla oyalanıyorlar, “İslam
ve tasavvuf budur her hal” diyorlar. Akıllarınca Mevlânâ’yı ziyaret ettim, feyz
aldım sanıyorlar.
“Herkes zannınca bana dost olur,
sohbetimden bir şeyler öğrenmek ister” buyuruyor hazreti Mevlânâ. Gerçekte ise
kimse aslına varamıyor. İslâmın itikad ve ibadet aslından, esaslarından bîhaber
kimi sanatçıların dönüşüne, musikînin cezbesine takılıp, Mevlâna hazretlerinden
bir şeyler kaptım sanıyorlar.
Yanılıyorlar, aldanıyorlar,
Yanıltılıyorlar, aldatılıyorlar!
Bu yanlış telkin ve işlere bir dur
demek, doğrusunu anlatıp göstermek lâzım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2015 yılı Şeb-i
Arûs kutlamaları dolayısıyla Konya ve İstanbu’dal yaptığı konuşmada bu hususa
dikkatleri çekiyor gibiydi:
“İnanç dünyamızın diğer sembolleri
gibi Mevlana Hazretleri konusunda da suretten sîrete, sözden öze doğru bir
yönelişe ihtiyacımız var. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin Mevlâna’nın
gönül pınarından süzülen bir yorumu olan, kolay anlaşılması için yaşadığı
dönemin günlük hayatından örneklerle bezenen eserleri, bizim için kıymetli
birer hazinedir. Herkesin istifadesine açık bu hazineyi hep birlikte çok iyi
değerlendirmeliyiz.”
“Unutmamalıyız ki metalaştırdığımız
her değer bizim olmaktan çıkar. Mevlâna Hazretlerini ve emanetlerini, onun
muradına uygun şekilde muhafaza etmek, hepimizin en başta gelen vazifesidir”
“Onun gibi olmaya çalışmak, onu sevmek lâzımdır.
Sema görsel bir şölen değildir. Maalesef son dönemde onu yanlış anlayan kişiler
bulunmaktadır. Mesnevi bir aforizmalar derlemesi değildir. Ruhlara cila olarak
yazılmış bir ayet ve hadis tefsiri kitabıdır...”
Bu konuşmayı yanlışların
düzeltileceği yönünde bir işaret olarak görüyor ve seviniyoruz.
Önceleri ben de herkes gibi yapıyordum.
Hocam H. Hilmi Işık Efendileri tanıdıktan sonra, onlar gibi ziyaret etmeye
başladım: Dışarıda, Mevlâna türbesinin kıble istikametinde duruyorum. Sırtımı Üçler
Kabristanına verip, yüzümü Yeşil Türbe altındaki kabre dönerek fatiha okuyorum…
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere ne
Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerini ne de bu kitapta adı geçen o Allah
dostlarını, Hak âşıklarını, büyük velileri anlatmak bu âcize düşmez. Haddimi
biliyor, o noktada duruyorum. Ama satırlarımı ziynetlendirmek ve onlardan istifade
etmek amacıyla o büyük veliden birkaç menkıbe ve birkaç kıymetli öğütlerini
yazmadan da olmaz.
Rivayete göre Mevlânâ’nın babası
Sultan-ül Ulemâ Bahaeddin Veled, Konya’nın dış kale duvarları yapılmadan (1221
milâdî seneden) evvel, bir gün katırına binerek şehrin batısına bir gezintiye
çıkar. Şimdiki “Yeşil Türbe”nin bulunduğu yerde küçük bir tepe varmış. Orada
şöyle buyurur: “Benim, yarânımın, çocuklarımın ve beni takip edenlerin ve
torunlarımın kabirlerinin burada bulunmasını isterim.” Oralar sultanların
gül bahçesi imiş. Bunun üzerine Sultan Keykubad o gül bahçesini onlara
bağışlar. Sultan-ül Ulemâ 1230’da vefat edince oraya gömülür ve mezarı üzerine
türbe yapılır. Bugün Gümüş kapıdan girince sağdaki hazirenin içinde “Yeşil
Kubbe”nin altında 32 sanduka bulunmaktadır.
Sultân-ül-Ulemâ
Bahaeddin Veled’in vefatından sonra, Mevlânâ Celâleddîn hazretleri babalarının
önde gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin himayesi altında
yetişir. Dört yıl süreyle Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye
Medresesinde bulunur. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i
Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve
velîleriyle sohbet eder, onlardan da ilim öğrenir.
Mevlânâ
hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; "Evlâdım!
Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha büyük
mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır.
Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşarsın. O, seni tasavvufun
en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, ayn-ı âlemi anlatırsın. Bu şekilde
birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bense
Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm." buyurur.
Mevlânâ
hazretleri o sıralar Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf
âlimlerinden Sadreddîn-i Konevî (kuddise sirruh) hazretlerinden ilim öğrenir.
Mânevî yolda yüksek derecelere ulaşır. Hocaları Sadreddîn-i Konevî
hazretlerinden dinleyelim: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm.
Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi. Sofanın ortasına
oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere
oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû
Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin
arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile
ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ'yı
sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu rüyâ ile talebelerimden
Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret ettiler. Bu durumu diğer talebelere
hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları için anlattım." buyururlar…
Mevlânâ
Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir (kuddise sirruh). Şems-i
Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek
için duâ ederdi. Israrla yaptığı duâların netîcesi olarak rüyâsında Konya'ya
gidip, Celâleddîn-i Rûmî'nin yetişmesine yardımcı olması bildirilir. O da
Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle dosta canım fedâ olsun" der.
Gelip Konya'ya yerleşir. Ve bir gün "Celâleddîn Muhammed” ile karşılaşır, ona
bazı sorular sorar. Aldığı cevaplara hayrân kalan Şems "Allah!"
diyerek bayılır. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi
kucaklar, kaldırır. O nûr yüzlü zâta
öyle ısınır ki, evinde misafir eder. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn
hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; “Kölenin
nesi varsa efendisinindir” diyerek hizmetine koşar. Ondan sonra gece gündüz hiç
ayrılmazlar. Talebelerine ders vermez olur, insanlara vâzı bırakır. Namazla,
sohbetle, tefekkürle, zikirle günlerini geçirirler. Yanlarına büyük oğlu Sultan
Veled’den başka kimse giremez. Bu hâl aylarca sürer.
Şöyle
bir rivâyet anlatılır: Bir gün, Mevlânâ kitaplarıyla havuz kenarında iken
Hazreti Şems gelir, o kitapları sorar. Mevlânâ; "Sen bunları
anlamazsın." der. Şems’te o kitapları suya atar. Mevlânâ’nın "Ah!
Babamın bulunmaz yazıları gitti!" diyerek çok üzüldüğünü gören Şems
hazretleri, elini havuza daldırıp kitapları sudan çıkarır. Hiçbiri ıslanmamıştır!
Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?"
deyince, Şems; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." Buyurur!
Mevlânâ
ve Şems hazretlerinin bu sohbetlerini kıskanan bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî
hakkında uygunsuz lâflar etmeye başlarlar. Söylentilerin ardı arkası
kesilmeyince Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya'da kalamayacağını anlayıp, O çok
kıymetli dostunu bırakarak Şam'a giderler.
Şems’in
ayrılığı Mevlânâ'yı çok üzer. "Şems, Şems!" diyerek ciğeri
yakan kasîdeler söyler, gözyaşlarıyla mektuplar yazar. Oğulları Sultan Veled’i
Şam'a gönderip, Konya’ya çağırırlar. Sonrası ise oldukça uzun ve hüzünlüdür.
Şems
hazretleri Konya’ya dönerler, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete
başlarlar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğullarından başka kimseyi almadan…
Yatışmış,
durulmuş görünen Konya halkı Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e
kızmaya başlarlar. 1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan gece Mevlânâ ile
Şems hazretleri sohbet hâlinde iken, kapı çalınır ve Şems hazretlerini çağırırlar.
Dışarıda bir grup kimse tarafından şehit edilirler ve bir kuyuya atılırlar…
Mevlânâ
hazretlerinin üzüntüsü tarife sığmaz. Ayrılığın verdiği hasret ile öyle beyitler,
kasîdeler söyler ki, o zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyememiştir.
Hazret-i Ali (kerremallahü vecheh) hazretlerinden gelen feyiz ve vilâyet
yolunu, onun kadar açıklayan bulunmaz. Mevlânâ hazretleri, sonraları talebeleri
arasına karışmaya, onlara ders vermeye, câmilerde nasihat etmeye yeniden
başlar. Pek çok âlim ve velî yetiştirir. İnsanların hasta kalplerine şifâ
sunar, halkın müşküllerini çözer.
Mevlânâ
hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese iyi muâmele eder ve güler yüz
gösterir. Oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen,
herkesle dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ
alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır" buyurur.
Başkalarından
bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen,
bizim talebemiz değildir” buyururlar. Dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda
bulunmayı, tevâzu üzere, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ederler.
Mevlânâ
hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, nasîhatleriyle
hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün "Ey bizi sevenler!
Sevgili
Peygamberimizin
gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın
sevdiği ameller, ibâdetler ile helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak,
râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden
yiyip, içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz,
düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve
hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini
iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda bulnanlara,
kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe
riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi
göremeyeceklerdir." buyururlar.
Bir
soru üzerine: "Nefis, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi
zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Büyüklerimiz, ölünceye kadar
nefisle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız." cevâbını verirler.
Birkaç
kişi Mevlânâ hazretlerine sorarlar; "Efendim! Allahü teâlânın velî kulları
vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi
insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?" diye. "Cenâb-ı
Hakk'ın evliyâ kulları âhrete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine göre daha çok
tasarrufa sahip olurlar. Dünyâdaki tasarruf hudutlu, âhiretteki ise
hudutsuzdur." Buyururlar.
"Her
kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş
ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid, ikincisi ilim
meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı
Kur'ân-ı kerîm okunurken”. Bunların her birisinin geniş açıklamaları vardır.
Mevlânâ
hazretleri çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı.
Yakınları kendisine; "Bu nasıl namazdır?" dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; "Allahü
teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi
solardı. Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, O;
"Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve dağlara
teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu
insan yüklendi." (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi."
derdi.
Namaz
sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır. Hazret-i
Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?" buyurdular.
“Gururlu
olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz. Peygamberimiz hep riyâzet
çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir."
"Hakîkî
bir âlime, rehbere teslim olmalıdır."
Dostları,
talebeleri; "Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım. Yerinize
kimi bırakacaksınız?" diye sorarlar. Mevlânâ hazretleri de; "Hüsâmeddîn
Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil bırakıyorum." buyurur.
Oradakiler bu suâli üç defâ sorarlar, hep aynı cevâbı alırlar. "Cenâze
namazınızı kim kıldırsın?" diye sorduklarında "Hocam Sadreddîn
Konevî hazretleri kıldırsın." buyururlar.
Şerâfeddîn-i
Kayserî anlatır: "Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ'nın
cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ânîden kendinden geçti. Bir
müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü.
Talebelerinin ileri gelenlerinden bâzıları; "Efendim! Namaz kıldıracağınız
zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir?"
dediler. Bunun üzerine; "Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit,
meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze
namazını kıldıklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş
ağlıyorlardı." buyurdu.
Büyük
âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "Üç kitabın eşi yoktur” buyururlar. “Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i
şerîf ve Mesnevî'dir."
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri,
sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. Onun
Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde
düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği
sanılmıştır. Oysa Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney çalmak şöyle dursun
yüksek sesle zikir bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;
“Pes
zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî
leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!”
[O
hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste.
Dudağını
ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!]
Buyurmaktadır.
Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) hazretleri “ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi
unutmuştur. Zihinleri her ân, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır.”
Buyuruyor. Mevlânâ'yı tanımayanlar ise; ney ve saz çalıp dinleyerek, gazel
okuyup dönerek, dans ederek nefislerini zevklendirmektedirler…
Bu
durumu bizzat yaşamış bir kimse olarak üzüntümü ve pişmanlığımı itiraf
etmeliyim. Üniversitede öğrenci iken, “tasavvuf müziği”, “dinî musikî”
uydurmalarının peşinde koştum. Yıllarca ney çaldım. İzmir halkına “tasavvuf ziyafeti(!)
çekmek” için Konyalılar Derneğinde aktif görev alıp, 1964-66 yılları güz mevsiminde
neyzenler, semazenler çağırarak Elhamra Sineması’nda “Mevlâna Geceleri” tertip
ettik… Günlerce Konak caddelerinde, işyerlerinde dolaşıp bilet sattık. Ta ki, “ney”in tasavvufta kâmil insanı tarif etmek için
kullanıldığını, yoksa Celâleddin Rumî hazretlerinin ney çalmadığını öğreninceye
kadar. Hocam(rahimehullah) Tam İlmihâlde okuduğum bilgilerle imdadıma
yetişinceye kadar…
Günümüz
insanları Şeb-i Arûs törenlerinde semâzen seyredip, ney dinleyerek, “Yeşil
Türbe”de sergilenenleri görerek Mevlâna hazretlerinden istifade ettiklerini sanıyorlar.
Aldanıyorlar. Çünkü bu sadece müzik dinleme işi olmaktan çıkıyor, raks ve musikîye dinî bir anlam giydirmeye
çalıştıkları için, daha ağır bir vebal altına giriyorlar. Allah korusun.
Bendeniz bilerek, bilmeyerek yaptığım yanlışlarımdan, işlediğim günahlarımdan
tövbe ettim. Estağfirullah
ve etûbi ilallah, min cemiî mâ kerihallah. Kavlen ve fîlen ve hâtıran ve
nâzıran ve sâmian.
Selçuklu
Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ'ya beş kese altın gönderir. Talebelerinden Mecdüddîn,
Mevlânâ'ya altınları arz edince; "Beni hakîkaten seviyorsanız, bu
altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurur. Talebeleri bu emri
derhal yerine getirirler. Dünyâlık peşinde koşanlar bu altınları almak için
çamurun içinde aramaya başlarlar. Üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez olur.
Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; "Bu
altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli
olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip,
ibâdetlerden alıkoyar. Sakın sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için
çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malına muhabbeti kalbinize koymayınız”
buyururlar.
Onların duâlarından:
· "Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve
ihsânına göre bize muâmele eyle.
· Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete,
sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.
· Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden
intikam alma. Bize azâp etme.
· Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek
söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul
buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin”.
Sadreddîn Konevî, Şams-i Tebrizî, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri hakkında daha fazla bilgi için dipnotta bazı
kaynaklar verilmiştir.
Mevlâna Celâleddin Rûmî hazretlerini
anıp, ziyaret edince onların hocaları olan Şems-i Tebrizî ve Sadreddin
Konevî (rahmetullahi
aleyhim ecmaîn) hazretlerini mutlaka hatırlamak, varıp ziyaret etmek gerekir. Onlardan
birkaç bereketli söz naklederek ve rûhlarına fatiha okuyarak, şefaatlerine
kavuşmak dileriz…
ŞEMS-İ
TEBRÎZÎ (kuddise
sirruh)
Konya'ya gelen büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de
doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247
(h.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Nereye defnedildiği hakkında farklı
bilgiler bulunmaktadır.
Şems-i Tebrîzî'nin kıymetli, hikmetli
sözlerinden bâzıları şöyledir:
·
"İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden."
·
"Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir
beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle
gibidir."
·
"İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa insan değildir. İnsan ile hayvan
arasını ayıran edeptir."
·
Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasihatte bulundu:
"Âhireti terk edip, dünyâya tâlip olup muhabbet edenlere, mal kazanıp
zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlip olan kimselere de, ölmeden
önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre
yoktur. Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere, O'na kavuşmak arzusu içinde
olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur.
İlmi talep edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak
ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü kim ilim öğrenmek
arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması
için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün
görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarf
edenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda
zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp,
birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi icap eden şey nefsidir.
Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen
şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması
düşünülemez."
Bugün Mevlâna türbesi içinde Şems-i Tebrizî’ye
nispet edilen bir makam gösterilmektedir. Ama Şemsi Tebrizî(kuddise sirruh)
hazretlerinin kabrinin nerede olduğu tam bilinmiyor. Şehit edildikten sonra
atıldığı kuyudan çıkarılıp, Mevlânâ Medresesinde defnedildiği rivayeti var.
Konya Tarihi adlı kitapta(s. 944-45) bugün
Şemsi Tebrizî Türbe ve Zâviyesi olarak bilinen ve ziyaret edilen yerde Şeyh
Tebrizî adıyla tanınmış olan Tebriz’li mimar Bedreddin’in gömülü olduğu
yazılıdır. Yine aynı eserde Hazreti Şems’in mezarının, Mevlânâ’nın medresesi ile
Emir Bedreddin Gühertaş Türbesi civarında olduğu ifade edilmektedir. Emir
Bedreddin Gühertaş Mevlânâ medresenin bânisidir. Mevlânâ Türbesi 1274 ( h.673)
yılında tamamlanmıştır.
SADREDDİN KONEVÎ (kuddise sirruh);
Konya'nın
büyük velîlerinden. 1209 (h.606) Malatya’da doğmuş, 1275 (h.673) târihinde
Konya'da vefât etmişler. Babaları İshâk Efendi’nin vefâtından sonra vâlidesini Şeyh-i
Ekber Muhyiddin Arabî(kuddise sirruh) hazretleri nikâh ederler. Bu evlilik
Sadreddin Konevî’nin şeyh-i Ekber tarafından özel bir ihtimamla yetişmesine
vesile olur. Birlikte seyahat ederler. Üvey babalarından şeriat ve tasavvuf
ilimlerini alırlar.
Sadreddîn-i
Konevî hazretleri anlatır: "Hocam Muhyiddîn-i Arabî hayatta iken, benim yüksek
makamlara kavuşmam için çok uğraştı. Lâkin hepsi mümkün olmadı. Vefâtından sonra
bir gün, kabrini ziyâret edip dönüyordum. Birden kendimi geniş bir ovada
buldum. O anda Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. Birden Muhyiddîn-i
Arabî'nin rûhunu çok güzel bir sûrette gördüm. Tıpkı sâf bir nûrdu. Bir anda
kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde onun yanında olduğumu gördüm. Bana selâm
verdi. Hasretle boynuma sarıldı ve "Allahü teâlâya hamd olsun ki, perde
aradan kalktı ve sevgililer kavuştu, niyet ve gayret boşa gitmedi. Sağlığımda
kavuşamadığın makamlara, vefâtımdan sonra kavuşmuş oldun." buyurdu.
Sadreddîn-i
Konevî hazretleri hocası Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin vefâtından sonra, evliyânın
büyüklerinden Evhadüddîn-i Kirmânî hazretlerinin sohbetlerine kavuşur. Ondan da
yüksek mânevî bilgiler tahsîl eder. Sonra hac dönüşü Konya'ya yerleşirler. Zamânın
en büyük âlimlerinden olurlar. Binlerce talebeye ders verirler. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî, Sa'îdeddîn-i Fergânî gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehlini yetiştirirler.
Oğlunun
hastalığına çare arayan birine şu duayı yazıp verirler: "Bismillahillezî
lâ yedurru maasmihî şey'ün fil erdı velâ fis semâî ve hüvessemîul alîm. Eûzü bi
kelimâtillah-it-tâmmâti küllihâ min nefsihî ve ikâbihî ve şerri ibâdihî ve min
hemezât-iş şeyâtîn."
Mevlânâ
Celâleddin Rûmî, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden önce vefât ederler. Ve
cenâze namazını hocaları Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kıldırmasını vasiyet
ederler.
Sadreddîn-i
Konevî hazretlerinin duâlarından: "Yâ Rabbî! Kalbimizi senden başka
şeye yönelmekten ve senden başkasıyla meşgûl olmaktan temizle. Bizi bizden al,
bizim yerimize bizi kendinle doldur. Bizi başkalarına ve şeytana oyuncak yapma.
Bize nûr bahşet. Duâlarımızı çabucak, kendi istediğin şekilde kabûl buyur. Sen
işitensin. Sen bize yakınsın. Sen duâlara icâbet edensin."
Sadreddîn-i
Konevî hazretlerinin kabrini ziyâret edenler, asırlardır onların feyzlerinden
istifâde ediyorlar. Sıkıntıda olanların Onu vesîle ederek yaptıkları duâlar,
bi-iznillah kabûl oluyor. Konevî Câmiine devamlı gelenlerden biri anlatır:
"Sadreddîn-i Konevî'yi iki defâ rüyâmda gördüm. İlk gördüğüm gecenin
gündüzünde, bir iş yüzünden birçok kimsenin kalblerini kırmış, onları çok
üzmüştüm. Rüyâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki: "Kimseyi
üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın." Bu ihtar bana çok
tesir etti. Bundan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye
çalıştım.
Sadreddin-i Konevî Câmiî ve Türbesi,
Konya İstasyonundan şehre inerken ziraat âbidesine varmadan sola sapan ilk
sokağın tam karşısındadır. Camiin güneye açılan dış kapısı taş çerçevelidir.
Üstünde girift bir Selçuk sülüsüyle yazılmış iki kitabe görülür. İ. Hakkı
Konyalı merhumun Konya Tarihinde birinci kitabe dilimize şöyle çevrilmiştir:
“Bu mübarek mâmure içindeki muhakkik
ve rabbanî âlim Sadreddin Muhammed İbni İshak ibni Muhammed’in(radıyallahü anh)
türbesi; vakfiyesinde şartları belli edildiği ve yazıldığı veçhile, kendisinin
vakfeylediği kitapları ihtiva eden kütüphanesiyle beraber ashabından;
kalbleriyle ve kalıplarıyla Allahü Tealaya yönelen salih fakirler adına
h.673(m. 1274) yılında yapıldı.”
Mâbede girdiğimizde Selçuk
çinilerinin en güzelleriyle ve gönül avlayanlarıyla işlenmiş mihrâbı görürüz.
Çinilerde mavi renk hâkimdir, arasında siyah lâleler serpiştirilmiştir.
Oymacılık ve tahta işçilik sanatının şaheser örnekleri olan pencere kapakları
bugün İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesindedir. İ. Hakkı Konyalı merhum, sol
kapakta meâlen şeyle yazıldığını bildiriyor: “Takvâdan daha aziz bir şeref,
hevâ ve hevesi bırakmadan daha mükemmel kerem olamaz”.
Türbe câmiîn solundadır. Camiin iki
penceresi türbeye açılmaktadır. Türbenin üstü mahrutî şekilde yapılmış ağaç
kafeslidir. Kafesi 12 mermer sütun tutmaktadır. Türbenin alt kısmı mermerle
çevrilidir. Bu mermerlere geometrinin en zor şekilleri sanatla işlenmiştir.
Sadredddin Konevî (rahmetullahi aleyh) Mevlânâ Celâleddin
Rûmî’den (rahmetullahi aleyh) sekiz ay sonra 673(m.1275) yılı Muharrem ayında
Rahmeti Rahmân’a kavuşmuştur.
Rivâyet edildiğine göre Konevî
hazretleri ekseriya câmîin şamdanının bulunduğu yerde otururlar ve yemeklerini
de orada yerlermiş. Vasiyetnâmelerinde: Gasledildikten sonra üzerlerine
şeyhleri Muhyiddin Arabî (kuddise sirruh) hazretlerinin elbiselerinin
giydirilmesini, sonra beyaz bir izâr ile kefenlenmelerini, cenazelerinde “cenaze
okuyanlardan” hiç birinin bulunmamasını ve kabirlerinin üzerine hiçbir mâmure
yapılmamasını istemişler.
Vasiyetnâmelerinin bir yerinde şöyle
buyuruyorlar: “Bekâr olanlar yavaş yavaş Şam’a gitsinler. Çünkü öyle
karanlık ve müthiş fitne kopacak ki, çokluğun bundan kurtulması zor olacaktır”.
Nitekim ülke Moğol sürülerinin
istilâsına uğramış, Selçuklu sultanları, ilim ve devlet adamları öldürülmüş, Konya tahrip edilmiştir…
İ. Hakkı Konyalı Konya
Tarihinde(s.504) Şeyh
Muhyiddin-i Arabî
(kuddise sirruh) hazretlerinin bir hırkasıyla, Sadreddin Konevî’nin seccadesinin kütüphanelerinde muhafaza
edildiğini, sonra bunların bir kısım el yazması kıymetli kitaplarla beraber
“Evkaf-ı İslâmiye Müzesi”ne gönderildiğini, hırka ile seccadenin bu müzeden çalındığını,
bulunamadığını kaydeder. Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin Nüsûs, Hukûk,
En-Nefehât-ül-İlâhiyye, Mefâtîh-ül-Gayb, Fâtiha Tefsîri, Şerhu Ehâdîs-i Erbaîn
gibi eserleri vardır.
HACI
BAYRAM-I VELÎ
(kuddise sirruh)
Sene 1970. Mevsim güz. Askerden yeni
terhis oldum. Tayin işlerimi takip etmek için Ankara’ya gidiyorum. İlk fırsatta
Seyyid Abdülhakîm Arvasî kuddise sirruh hazretlerini ziyaret etmek istiyorum.
Ama önce yakındaki büyüğü ziyaretle başlamalıyım. Doğruca Hacı Bayram Camiîne
gidiyorum ve hemen yan taraftaki türbeye yöneliyorum.
İstanbul'u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük
velî. Asıl adları Nûmân
bin Ahmed bin Mahmûd, 1352’de Ankara’da
Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğmuşlar, 1429 senesinde vefât etmişler.
Daha
çocukluğunda farklıymışlar. Arkadaşlarıyla oyun ve eğlenceden değil, kırlarda
yalnız başına tefekkür etmekten hoşlanırmış. Eline geçen kitabı, uyumadan dinlenmeden
okuyup bitirirlermiş.
Küçük
yaştan itibaren ilim tahsil edip, Ankara’da müderrislik yapmaya başlamalarına
rağmen rûhlarında bir sıkıntı eksik olmaz. Bu sıkıntıdan ancak bir mürşid-i
kâmilin huzûruna varmakla kurtulabileceğine inanır ve fırsat gözler. Nitekim Aksaray’da
Somuncu Baba diye bilinen Şeyh Hamîd-i Velî hazretleri, talebelerinden Şücâ-i
Karamânî’yi kendisine göndererek yanına davet eder. Bir Kurban Bayramında
buluşurlar. Hamîd-i Velî hazretleri Nûmân’a "İki bayramı birden
kutluyoruz." buyurarak, Bayram lâkâbını verirler...
Nûmân,
Hamîd-i Velî hazretlerinin sohbeti bereketiyle kısa zamanda olgunlaşıp,
zamânının en büyük velîleri arasına girer. Hocalarının emirleri gereği,
vefatlarından sonra halifeleri olarak, İslâmiyet’i anlatmak, insanlara doğru
yolu göstermek ve yetiştirmek görevini üstlenirler. Kısa zamanda isimleri her
tarafta duyulur. İstanbul'un mânevî fâtihi olacak olan Akşemseddîn’i (rahimehullah)
yetiştiren de Hacı Bayram hazretleridir. Eşref oğlu Abdullah Rûmî, Yazıcı zâde
Muhammed ve Ahmed Bîcan kardeşler, Molla Zeyrek, Akbıyık Sultan, Muhammed
Üftâde, Hızır Dede, Bıçakçı Ömer Efendi de Hacı Bayram hazretlerinin sohbetinde
yetişmişlerdir. Rahmetullahi aleyhim ecmaîn.
Talebelerine
nasîhatlerinden bâzıları:
"Hiddet
ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır,
yanıltır."
"Küçük
çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindiriniz ki, Peygamber
efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız."
"Ayıp
ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşâ
etmeyiniz.
Çünkü
gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hıyânet ise, çirkin bir
harekettir."
"Kalp
şehrinizi mâmur ediniz. Allah adamlarının sözlerini dinleyiniz. İlim
öğreniniz."
"Âlim
ve velîlerin kabirlerini ziyâret ediniz. Zîrâ o büyükler, kendilerini ziyâret
edenlere şefâat ederler."
Hacı
Bayram-ı Velî hazretleri, Yûnus Emre kuddise sirruh ile aynı asırda yaşamış ve
onunki gibi şiirleri vardır. Türbelerinden ayrılıp Ulus’a yollanırken, şu
dörtlükleriyle avunuyorum:
N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm,
Derd-ü gâmınla doldu bu gönlüm.
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Derdine derman buldu bu gönlüm...
Daha fazla
bilgi için bazı kaynaklar:
·
Â. Faruk Meyan: İslam
Meşhurları Ansiklopedisi, Berekât Yayınları, 1983 İstanbul, c. III, s. 1742.
·
İ Hakkı Konyalı: Konya
Tarihi, 1997.
·
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; Türkiye Gazetesi
Yayınları, c.9, s.247,
·
Molla Camî; Nefehât’ül-Üns Min
Hazarat’il-Kudüs. Sadeleştiren Abdulkadir Akçiçek, Huzur Yayınevi, 2014, s.849-856