Her
zaman İstanbul…
İstanbul’u
yazmıyorum. “Her sengine yekpâre acem mülkü fedâ” edilebilecek İstanbul’u yazamam
da.
Selâtîn
Câmileri, ferahlatan türbeleri, çeşmeleri,
Yarısı
toprağa gömülmüş kitâbeleri,
Bastıkça
sıkışmış eğri sokakları, doğru sokakları,
Eyüp’ten
Karacaahmet’e, Edirnekapı’dan Boğaz çıkışına her adımı, her karışı, her noktası
mübarek izlerle dolu İstanbul!
Eyüp
Sultan(Hâlid bir Zeyd), Şeyh Ebûl Vefa, Murâd-ı
Münzevî, Mehmed Emin Tokadî, Abdülfettah Akrî Bağdadî, İbn-i Kemal Paşa,
Ebussuûd Efendi, Zenbilli Ali Cemalî, Azîz Mahnud Hüdâî, Sünbül Sinân, Merkez
Efendi, Yahya Efendi, Ziyaüddîn Gümüşhanevî. Ve Fatih Sultan Mehmed Hân’dan Cennet
mekân Abdülhamîd Hân’a kadar Osmanlı Sultanlarımız, âlimler, velîler nice Allah dostları…
İstanbul’un her semtinde, taşında yokuşunda onların izleri var…
Sadettin
Ökten “Bir şehir Yazmak” adlı makalesinde İstanbul için şöyle der: “…İstanbul
kültürü, sâdece akıl ile açıklanamayan mistik ve tasavvufî bir hayat
anlayışının, maddeye, davranışlara ve mekânlara yansıması demektir… Bu öyle bir
şehirdir ki, hiçbir zaman aklın kalıplarına sığmamış, daima maddenin
çizebildiği sınırların ötesine taşmıştır.[1]”
Çeyrek
asırdan fazla zamandır bu şehirde, bu iklimdeyim. Ama daha o sınırlara varamadım.
Yâ nasîb!
Bu
itibarla sadece Eyüp Sultan (Hazreti Hâlid Bin Zeyd) radıyallahü anh efendimizden
kısaca bahsedelim[2]:
Hazreti
Hâlid Bin Zeyd Ebâ Eyyûb el Ensârî,
Medine’lidir
ve Hazrec soyundandır. Hazreti Hâlid, melik Tübbe’nin Medinedeki evinde dünyayaya gelmişler. Melik Tübbe, İbrahim
aleyhisselâmın dininde imiş. Resûlullah’tan 700 sene önce Yemen’den Medîneye gelip,
son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın buraya yerleşeceğini âlimlerden
öğrenince, burada kalmak için, hatta Resûlullah için dahi binalar yaptırmış. Kendisinin
de Ona imânını bildiren bir mektup yazdırmış. 700 sene sonra Resûlullah efendimiz nurlu Medineye teşrif edince, vaktiyle Tübbe’nin
yaptırdığı ve Hazret-i Hâlid’in oturduğu evin bahçesine devesinin çökmesiyle, ,
o mektub Resûlullaha’a
arzedilmiş. Mescid-i
Nebevî ve hücreler, odalar yapılıncaya kadar geçen yedi ay zarfında, Peygamber
Efendimiz (salllallahü aleyhi ve sellem) Hazreti Hâlid’in evinde kalmışlar. Hazreti
Hâlid, Akabe biatinde bulunan 70 ensardan biri. Bedir, Uhud ve diğer bütün
gazvelerde Resûlullahın yanında bulunmuş, birçok seriyyelere de katılarak Allah
rızası için cihad etmişler. Yaşı sekseni geçmiş ve hasta olmasına rağmen, Hazret-i Muaviye(radıyallahü anh) zamanında
İstanbul’a asker sevk olunacağını haber alınca, Yezid kumandasındaki ordu ile
sefere çıkıp İstanbul’a gelmişler, Kâğıdhane civarında çadır kurup, iki sene
Bizanslılarla savaşmışlar. Vasiyetlerini yapıp, hicrî 52’de şehid olmuşlar.
Müslümanlar sekiz yıl daha çadırlarda kalıp, savaşa devam etmişler.
1453
yılında İstanbul fethedildiği zaman, Akşemseddîn hazretleri “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum.
Hazret-i Hâlid orada olmalıdır” buyurur ve kabrini bulurlar… Radıyallahü
anhüm ecmâîn…
Çok
hadis-i şerif nakletmişler.
Fetihten
altı sene sonra kabrin üzerine bir türbe ve yanına iki minareli “Eyüb Sultan
Camii” yapılmış, çınarlar dikilmiş…
Bir
hadîs-i şerîfte “Eshâbım
nerede vefat ederse, kıyamet günü ora halkından îmanla ölmüş olanları cennete
götüren bir kumandan ve onlar için bir ışık olarak mezarından kalkar” buyuruluyor. Müslüman İstanbul halkı
için ne büyük bir nimettir, ne büyük lütuftur. Bugün oraları ziyâretle
bereketleniyor, okuyor, ruhlarına bağışlıyor, onları vesile ederek Cenâb-ı
Hakk’dan dünya ve ahiret saâdetimiz için niyazda bulunuyoruz…
Bizim
Yokuş
Ve son
olarak İstanbul’da bir yokuştan (kayıtlardaki adıyla İdris Köşkü Caddesi) bahsedeceğim:
Eyüp Sultan’dan yukarıya, mezarlıklar arasından çıkılan dar yokuştan. O yokuş
bizim yokuştur.
O
yokuş, Seyid
Abdülhakîm Arvâsî (kuddise
sirruh) hazretlerinin yıllarca “meşihat, imâmet ve hitâbet” vazifesinde bulunup
dersler verdikleri, ikâmet ettikleri Kaşğarî hanikâhına çıkar. Bugün Murtaza
Efendi Dergâhı olarak da bilinmektedir. Yokuşu yavaş adımlarla, nefeslenerek,
çevreye nazar ederek çıkmalı. Daha yolun başında birçok muhterem zâtın isimlerinin
yazılı olduğu bir kitabe var. İlerledikçe M. Esat Coşan, Cemaleddin Arvasî,
Necip Fazıl… Nice tanıdık, tanımadık rahmet-i rahmâna kavuşmuş muhterem zevâtın
kabri önünden geçilir. Her adımda, ervâh tepesini andıran temaşadaki bütün rûhlara
fatihalar okuyarak ilerlemeli.
Yolun
sonunda O dergâha girmeli. Avludaki basma tulumbadan su çekip içmeli[3].
Mescide
girip iki rekât namaz kılmalı. Mihrabında, minberinde, her yerinde Seyyid Abdülhakîm
Efendi hazretlerinin kokusunu arayıp, havasını teneffüs etmeli.
Ruhâniyettlerini vesîle edip, Allah-ü teâlâdan yardım istemeli. Bendeniz öyle
yapıyorum.
Ve
avluda Şadırvanı sol-arkama alıp, 2001 yılında rahmet-i Rahmâna kavuşmuş olan
mübarek Hocamız Hüseyn Hilmi Işık (rahimehullah)[4]’ın dergâh avlusuna bitişik kabrine
yönelerek, Fatiha okuyorum…
Geçmişten
bugüne,
Bugünden
son güne,
Ebediyet âlemine bağlanıyorum…
[1] Sadettin Ökten; Bir Şehir Yazmak. İçinde: Ruhunu Arayan Şehir
İstanbul, İBB, Arkeoloji ve Sanat yayınları, 2006. s.1
[2] Daha geniş bilgi için bakınız:
Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân); Nâdir Risâleler. Abdülhâfız Osman Karî Taifî ve Seyyid Şemseddin Efendiye ait iki risale tercümesi
(s. 369-411).
Ünal
Kılıç, Ebû Eyyûb
El-Ensârî(Eyyûb
Sultan), TDV, 2014, Ankara,146 s.
[3] Dergâh ve avlu 2014 yılında tamirata alındığından kapalıdır.
Çalışmaların üç yıl kadar süreceği tahmin edilmektedir. MA
[4] Hüseyn Hilmi Işık (rahimehullah)
hayatı, eserleri ve nasihatleri hakkında geniş bilgi için bakınız: Gün Batarken
Gördüğüm Son Işık. Süleyman Kuku (A. Faruk Meyan), damra, İstanbul, 2011,
400 s.