Yarım asırdır seyahatlerim sırasında
kabirlerini, türbelerini ziyaret etmek fırsatını bulduğum Allah Dostlarına ait
notlarımı ayrı bir kitap haline getirmenin daha uygun olacağını düşündüm ve
“ÖPÜLESİ İZLER” böylece meydana geldi. “Günlük”
havasında yazılmış o notlarımı paylaşacağım sizlerle…
Her şey 1966’da İzmir Hisar Camiî önüne dizilmiş eski kitaplar arasında
bulduğum bir kitaptan okuduğum beyitle başladı:
“Merkez-i dâire-i iflâs ve
bî nevâî
Serşâr-ı sahbâ-ı hodgâmi
ve nâ aşinâî
Esseyyid Abdülhakîm
Arvasî”
Sanki bir şelâle,
Şiir var, musikî var.
Tam bana göre.
Tekrar okudum,
Bir daha, bir daha…
Fakat vuruldum:
Cezbeden şiirine,
Perde perde inen bestesine…
Mevlâna Hâlid hazretleri buyuruyor:
“Bazen kulak gözden önce âşık olur”.
Anlayabildiğim, hatırlar gibi olduğum
tek şey, Abdülhakîm
Arvasî ismi idi. O’nu
Necip Fâzıl’ın bir kitabından[2]
hatırlıyor gibiydim.
Hepsi o kadar.
Duvar dibine yaslanmaktan kalıbı
kaymış, güneşte kavrulmaktan kapağı kıvrılmış kalınca bir kitap. Üzerinde “Tam İlmihâl – Seâdeti
Ebediye” yazıyor.
1965’te basılmış. Ama daha yılını doldurmadan eski kitapçıya düşmüş.
Yazarı, Zeynel Âbidîn Hilmi Işık. Hiç
duyduğum bir isim değil.
Sayfaları merakla karıştırıyorum: Din
bilgileri var, mektuplar var. Fen bilgilerinden, kimya formüllerinden, atomdan,
tıptan bahsediyor. İslamiyet ve kadın bahsi de var. Tam üniversitede
okuduklarımla örtüşüyor. Üstelik gençlik heyecanıma da rüzgâr katacak gibi
geliyor. Bir saate yakın karıştırdım. Alıp almamaya bir türlü karar veremedim.
Tâ ki, bir yerinde, yukarıdaki beyti okuyuncaya kadar… “vuruldum” dedim ya. Kaptığım
gibi kitabı, soluğu Bornova’daki öğrenci yurdunda aldım. Odama kapandım ve okumaya
başladım…
O yıllar dinî kitap bulmak çok zordu.
Koca İzmir’de; Kemeraltı Sokağı’nda Millî Eğitim Yayınları satan bir yer, Konak
ve Alsancak’ta bikaç kırtasiye/kitapçı vardı. Bir de İkincibeyler Sokağı’ndaki
eski kitapçı. Hepsi o kadar. Vitrine çıkan her yayını bir şekilde temin eder, okumaya
çalışırdım. Kitapçılara Mevdudî, S. Kutub, M. Kutub, M. Hamidullah vs birçok
arap, hint bilim /din adamından çeviriler birbiri ardına gelmeye başlamıştı. Alıp
okuyordum. Arkadaşlarıma anlatıyor, tavsiye de ediyordum. Muhammed İkbal’in
“İslâm’da Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü” adlı kitabını Ankara’dan bulup
getirtmek için kaç aylar beklemiştim…
Çoğunun bende siyasî heyecanlar
uyandırdığını söylemeliyim. O vakitler hayalimde Türk siyasetinde yeni bir yüz
olarak esmeye başlayan Karaoğlan (Ecevit) gibi olmak vardı. Topluluklara, yüz
binlere hitap etmeyi düşlerdim. Ama bir farkla: Ecevit gibi “sosyalist”
fikirlerle değil, kendimi Müslümanlık adına konuşurken düşünürdüm hep…
Gençlik enerjimi, heyecanlarımı
emecek, heveslerimi yönlendirecek bir kanal arıyordum… Ardına düşeceğim bir dâvâ
varsa, o, Müslümanlık olmalıydı.
Ne yaparsam müslümanca yapmalıydım…
“İslâm” adına vitrine düşen tüm
kitapları o niyetle alıp okudum.
Heyecanlara kapıldım.
Derneklere, toplantılara katıldım,
konferanslara, seminerlere gittim.
O günün konuşan, yazan birçok
insanını dinledim…
Cemaat, mezhep ayırımı yapmadan (bu
konularda bilgim de yoktu zaten),
Giderdim, dinlerdim…
Kestelli Caddesindeki Türk Ocağı’ndan,
şimdi adresini unuttuğum Komünizmle Mücadele Derneğine kadar, Kültürpark çayhanelerinin
birinde duyduğum “gençlere öğüt / sohbet” toplantılarına kadar…
Giderdim, dinlerdim.
Galip Erdem, Kemal Fedaî Coşkuner,
Dr. Baha Kitapçı, Gündüz Sevilgen en çok hatırladıklarım. Süleyman
Karagülle’yi, Dr. Dursun Aksoy’u, Prof. Saffet Solak’ı, Ahmet Satoğlu’nu, Ali Ulvi
Kurucu’yu, Arif Nihat Asya’yı, Cevat Rifat Atilhan’ı, Naci Kuşadalı’yı, terzi
Murat Tabak’ı, Yaşar Tunagür’ü, Burhaneddîn Semerkantlı’yı, Sâmiha Ayverdi’yi… Daha birçok kimseyi o zamanlar tanıdım.
Konuşmalarını dinledim, sohbetlerine
katıldım…
Hepsi iyiydi, güzeldi. Ağzıma bir tat
çalıyorlar, ama hiçbirisi açlığımı gidermiyor, aradığımı tam vermiyor ve beni
doyurmuyordu…
İzmir Radyosu’nda görevli neyzen
Ahmet Efendi’den düzenli ney dersleri de alıyordum. Hafız Yusuf Paşa’nın Segâh
Peşrevi’ni notasıyla çalar olmuştum…
Bunların hepsini manevî haz almak,
feyz bulmak, İslâmı yaşamak adına yapıyor ve arıyordum…
Onca okuduklarım ve arkalarından koştuklarım bana bir şeyi vermemişti,
verememişti: Namaz kılmayı en öncelikli yapmam gerektiğini anlatmamışlardı. Dahası Namazın tadını duyuramamışlardı...
Ben aramaya devam ediyordum…
Ta ki, şiirine vurulup aldığım Tam
İlmihâl kitabının sayfalarında kendimi buluncaya kadar…
Hep okudum. Önce karışık, sonra
sırayla okudum. Öğrendiklerimi uygulamaya, yanlışlarımı düzeltmeye o zaman
başladım.
Kaza namazları bahsini okudum.
Namazın önemini ilk o zaman anladım!
En kolayıma giden yoldan; sünnet
namazlar yerine, vaktinde kılmadığım farzlara niyet ederek, namazlarımı kılmaya
ve geçmiş namazlarımı kaza etmeye başladım.
Öğrenciydim… Ders ve lâboratuar
çalışmaları esnasında, kılmam gereken vakit namazlarını vakitlerinde
kılamıyordum. Ama yurda dönünce kaza ediyordum. Bazen de kılmadan yattığım
olurdu. Ardından bir nefis muhasebesi başlardı. Bile bile namaz kılmadığıma
utanıp, yataktan kalkar, yatsı namazımı kılar tekrar yatardım…
Ramazanları hiç kaçırmadım,
oruçlarımı hep tuttum.
Gençliğimde kötü mahalleri hiç tanımadım,
geçmedim o semtlerden…
Hâlimi bilen arkadaşlarım “ot
gibi” yaşadığımı, “ağzımın süt koktuğunu” söyler, bazıları da alay ederdi benimle.
Müzik ile meşgul olmanın makbul
olmadığını, hele ibâdete musikî karıştırmanın haram olduğunu üç yıl müddetle
okudum. Ama ney çalmaya devam ettim. Ondan ayrılamıyordum. 1968 yılının bir
Temmuz sabahına kadar…
Zeytinlikler arasındaki üniversite yurdunun
çatısında yatsıdan sonra başladığım ney taksimi o kadar devam etmiş ki, Bornova
yamaçlarından vadiye inen sesle ayıktım:
Sabah vakti girmiş, dalga dalga ezan
sesi geliyordu:
Allah-u ekber, Allah-u ekber…
Ve ben ney çalıyordum…
Üstelik Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
hazretlerinin ney çalmadığını, ney’in tasavvuftaki anlamının “kâmil insan”
olduğunu öğrenmiş iken!
İşte karar ânı…
Ve kırdım!
Beş yıl önce yüklü bir paraya yaptırdığım,
Honaz’ın sazlıklarından kesilmiş o kamışı kırdım, tam orta yerinden. Dönüp
bakmamacasına, geri almamacasına…
Ziraat Fakültesi’nden mezun oldum. Askerlik görevimi yapmak için müracaat ettim.
1969 Mart ayında Çatalca’ya kur’a çektim. 3. Bataryada Batarya Subayı olarak
göreve başladım.
Yüzbaşı Muktefî Bey taburumuza tayin
olmuş, geldi. Oda ve batarya komşusu olduk. Tanıştık, meğer H. Hilmi Efendilerin
askerî Liseden talebeleri imiş. Saatler süren sohbetlerimiz oldu. Neticede, Tam
İlmihâl Saâdet-i
Ebediyye kitabında
buluştuk. Birkaç aydır gevşemiş, bozulmaya yüz tutmuş ayarlarımı düzelttim…
Ve 69 sonları… Bir Ramazan Bayramı
sabahında o saâdetli kitabı hazırlayan muhterem zâtla, Hocam ile tanışma
fırsatı buldum. Fatih Dârüşşefeka Caddesindeki Işık Kitabevi’ne bayramlaşmak
için gelmişlerdi.
İlk sohbetten hatırımda kalanlar…
Seyyid Abdülhakîm Arvasî kuddise
sirruh hazretlerinin örnek ahlâkı, nasihatleri, talebeleri, hocaları ve
yolları…
O yolu sevdim. Ardlarına düştüm.
İzlerini aradım. Bastıkları yerleri
taş taş öpmek istedim.
Rahmetli Necip Fazıl’ın, Molla Câmî
hazretlerinden alıp, şiirle ifade ettiği gibi:
“Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben,
Üçayakla seken topal köpeğim.
Bastığınız yerleri taş taş öpeyim,
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben!”
Büyük yolculuğa çıkarken acep zaman
yeter mi?
Saatin tiktakları ömrümün azaldığını
işaret ediyor.
Ama gönlümün derûnunda zaman duruyor.
Derûnî zamanın hız emsali farklı. Öyle
bir hız alıyor ki, zamanı geriye sarıyor. Vakti ileri değil, geçmişe çekiyor.
“Beyaz atlara binip” çoktan bu
diyardan gitmiş olanlar mı geri dönüyor?
Yoksa biz mi onlara koşuyoruz,
bilmiyorum.
Ama bir şey var ki, “gönül çekince”
sanki zamansızlık âleminden bir esinti savruluyor.
Ve zaman sarılınca, önceki ile
sonraki birbirine çok yaklaşıyor,
İzini sürdüklerinizin kokusu, o kadar
yakından geliyor ki, dokunacak gibi oluyorsunuz,
Ama dokunamıyorsunuz…
Dokunamayacağız da.
Hızlanmak bir mühendislik meselesi,
diyor bilim. Hızlanabilirsiniz, sesten hızlı uçak yapabilirsiniz. Lâkin ışık
hızına yükselmek ve yaşadığımız semanın ötesine çıkabilmek yaratılış meselesi.
O güç bize verilmemiş. O, ancak Yüce Rabbimizin kudretinde.
…
Güzergâhımı seçtim:
Gözlerim, önce gidenlerin nurlu toz
bulutunda,
Önüme dağ çıkarsa, tepesinden aşarak,
Dere gelirse, tabanından geçerek, dümdüz,
Eğrilip büğrülmeden, dosdoğru gitmek,
izlerini öpmek istiyorum.
“Öpülesi İzler”e çocukluğumdan
başlayacağım. Zamanın akışı içinde büyükler coğrafyasında dolaşacağım.
Gördüklerimi yazacağım, biraz da duygularımı…
Anadolu evliyasının, İslâm
âlimlerinin, büyük velîlerin hepsini yazmak değil merâmım. Buna gücüm yetmez,
haddim de değil. Mademki eşiklerinin önünden geçip geldim. Onları anmadan, bir
Fatiha okumadan gidersem haklarını gözetmemiş olurum.
Her biri hakkında ciltlerle kitaplar yazılmış.
O büyükleri, bu âciz ifade edemez...
Sâdece onlara gidişimi, o ortamı bir
nebze tasvir edeceğim. Ayak izlerine yüz sürmek, kokusunu duymak isteyenler için
emanetimde taşıdığım birkaç kelâmcığı duyurmak, gönüldeşlerimle paylaşmak ve
elbette siz okuyucularımın da dualarınızı kazanmak istiyorum.
Bendeniz “Öpülesi İzler” dedim. Başkaları “Mekân-ı Aşk” demişler…
Sevenler, gönüllerince isimlendirmişler.
Nimete kavuşanlara âfiyet olsun.
Karaman’dan başlayıp Konya’ya, oradan
Ankara’ya, Bağlum’a varacağız.
İlk fırsatta Van, Müküs (Bahçesaray),
Arvas’a gideceğiz.
Fırsat bulursak Şemdinli’nin dağlarına
tırmanıp, Nehri köyünü bulacağız. Oradan fışkıran nûr ile aydınlanacağız.
Anadolu, Şam, Bağdad, Delhi, Serhend,
Semerkand, Buhara, Hicaz, Mısır…
Bütünüyle mübârek diyarlar, rûh
iklimimizin yoğrulduğu tüm coğrafya.
Ne zaman, kaç yaşında bilemem ama
Allah ömür verir, nasib ederse ilk fırsatta, inşallah.
Ve ömrümüz oldukça, imkânımız yettikçe
(ve Onlar bizleri çektikçe) büyükler silsilesinin sürüp giden izlerini öpeceğiz,
öpeceğiz…
Benimle gelirseniz, siz de isterseniz!
“ ve mâ tevfîkî illâ billâh.
Aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb” Hûd 11/88
…
Günlüğümden çekilmiş bu notlarımın
ayrı bir kitap olarak yayınlanması için beni teşvik eden, metni okuyarak
imlâsını düzelten, fikirleriyle katkı yapan Hüseyin Sarıkoç’a, Ahmet Sırrı Arvasî’e, Ali - Mine Özkaraman
kardeşlere ve her vakit desteğini gördüğüm eşim Nâdire Sultan’a teşekkür
ediyorum. Kitabı okuyacak tüm okuyucularıma da O Allah Dostlarıyla gönül bağı
içinde olmalarını Cenâb-ı Hakk’dan niyaz ediyorum.
Muhsin ABAY, 19 Haziran 2015
Marmara Mahallesi, Beylikdüzü, İstanbul
Marmara Mahallesi, Beylikdüzü, İstanbul
Muhsin ABAY
Karaman Gödetağini(Gülkaya) köyünde 1945 yılında dünyaya geldi. İlk
orta ve liseyi Karaman’da okudu. 1968 yılında Ege Üniversitesi Ziraat
Fakültesini bitirdi. Topçu yedek subay olarak askerliğini yaptı. Fransa
Montpellier’de Kalkınma ve Karar Alma konusunda master yaptı. 1976 yılında Ege
Üniversitesinde Tarım İşletmeciliği doktorasını tamamladı. Aynı Üniversitenin
Ziraat ve Gıda Bilimleri Fakültelerinde İşletmecilik dersleri verdi.
1981-84 yıllarında Ege Bölgesi Sanayi Odası(EBSO) Etüd ve Araştırma
Dairesi Müdürlüğü yaptı.
1984-1989 yıllarında İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde Genel Sekreter
Yardımcısı olarak; Encümen Başkanlığı yaptı, şehirleşme ve çevre koruma
alanlarında çalıştı.
1990 -1999 yıllarında merkezi İstanbul’da bulunan İhlâs Holding Genel
Sekreterliği ve danışmanlığını yaptı. 2004-2008 yıllarında Türkiye Gazetesi'nde
yazdı.
Fransızca bilmektedir
Evli ve bir torun sahibidir.
Zamanı Değerlendirmek ve İş Başarmak kitabı İhlâs Vakfı tarafından yayınlanmıştır.
1999, 300 s.
Zamanı Değerlendirmek kitabı BKY tarafından 2000 yılında
yayınlanmıştır. 411 sayfadır.
[1] Yıllar sonra muhterem Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân) beyefendinin ilim
ve göz nuruyla hazırladığı (Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin Külliyatı,
damra, 2009) iki ciltlik 1424 sayfa
tutan eserini okurken bu beytin anlamını öğrendim. Şöyle açıklıyor: [İflâs
ve çâresizlik dâiresinin merkezi / Kendini sevmeklik ve tanıyamamazlıkla
dopdolu. Abdülhakîm].
[2] Necip Fazıl; O ve Ben. Büyük Doğu Yayınları. İstanbul, 264 s.