ÖNSÖZ

15 Yaşımdanberi GÜNLÜK tutarım. O günlerden bugüne defterlere, ajandalara yazdıklarım geniş bir hacme ulaşmış. Sayfalarını çevirip geçmişe bir göz attığımda, bunları ben mi yaşamış ve yazmışım? Diye kendime sorduğum çok notlarıma rastladım. Demek ki yazılmaz ise kayboluyor ve unutuluyormuş, bunu iyi anladım. Şimdi 70 yaşımdayım. Ömrüm hep arayışlarla geçti. Yarım asır ötesine dayanan o notlarımın kaybolup gitmesini istemedim.  Bilgisayar ortamına aktarmak için hepsini tekrar yazıyorum. Allah nasibederse tamamlayıp “UMMANI ARARKEN” adıyla yayınlayacağım.
Yarım asırdır seyahatlerim sırasında kabirlerini, türbelerini ziyaret etmek fırsatını bulduğum Allah Dostlarına ait notlarımı ayrı bir kitap haline getirmenin daha uygun olacağını düşündüm ve “ÖPÜLESİ İZLER” böylece meydana geldi. “Günlük”  havasında yazılmış o notlarımı paylaşacağım sizlerle…
Her şey 1966’da İzmir Hisar Camiî önüne dizilmiş eski kitaplar arasında bulduğum bir kitaptan okuduğum beyitle başladı:
“Merkez-i dâire-i iflâs ve bî nevâî
Serşâr-ı sahbâ-ı hodgâmi ve nâ aşinâî
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî”
Sanki bir şelâle,
Şiir var, musikî var.
Tam bana göre.
Tekrar okudum,
Bir daha, bir daha…
Ama hiç anlamadım, anlayamadım[1].
Fakat vuruldum:
Cezbeden şiirine,
Perde perde inen bestesine…
Mevlâna Hâlid hazretleri buyuruyor:
“Bazen kulak gözden önce âşık olur”.
Anlayabildiğim, hatırlar gibi olduğum tek şey, Abdülhakîm Arvasî ismi idi. O’nu Necip Fâzıl’ın bir kitabından[2] hatırlıyor gibiydim.
Hepsi o kadar.
Duvar dibine yaslanmaktan kalıbı kaymış, güneşte kavrulmaktan kapağı kıvrılmış kalınca bir kitap. Üzerinde “Tam İlmihâl – Seâdeti Ebediye” yazıyor. 1965’te basılmış. Ama daha yılını doldurmadan eski kitapçıya düşmüş.
Yazarı, Zeynel Âbidîn Hilmi Işık. Hiç duyduğum bir isim değil.
Sayfaları merakla karıştırıyorum: Din bilgileri var, mektuplar var. Fen bilgilerinden, kimya formüllerinden, atomdan, tıptan bahsediyor. İslamiyet ve kadın bahsi de var. Tam üniversitede okuduklarımla örtüşüyor. Üstelik gençlik heyecanıma da rüzgâr katacak gibi geliyor. Bir saate yakın karıştırdım. Alıp almamaya bir türlü karar veremedim. Tâ ki, bir yerinde, yukarıdaki beyti okuyuncaya kadar… “vuruldum” dedim ya. Kaptığım gibi kitabı, soluğu Bornova’daki öğrenci yurdunda aldım. Odama kapandım ve okumaya başladım…
O yıllar dinî kitap bulmak çok zordu. Koca İzmir’de; Kemeraltı Sokağı’nda Millî Eğitim Yayınları satan bir yer, Konak ve Alsancak’ta bikaç kırtasiye/kitapçı vardı. Bir de İkincibeyler Sokağı’ndaki eski kitapçı. Hepsi o kadar. Vitrine çıkan her yayını bir şekilde temin eder, okumaya çalışırdım. Kitapçılara Mevdudî, S. Kutub, M. Kutub, M. Hamidullah vs birçok arap, hint bilim /din adamından çeviriler birbiri ardına gelmeye başlamıştı. Alıp okuyordum. Arkadaşlarıma anlatıyor, tavsiye de ediyordum. Muhammed İkbal’in “İslâm’da Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü” adlı kitabını Ankara’dan bulup getirtmek için kaç aylar beklemiştim…
Çoğunun bende siyasî heyecanlar uyandırdığını söylemeliyim. O vakitler hayalimde Türk siyasetinde yeni bir yüz olarak esmeye başlayan Karaoğlan (Ecevit) gibi olmak vardı. Topluluklara, yüz binlere hitap etmeyi düşlerdim. Ama bir farkla: Ecevit gibi “sosyalist” fikirlerle değil, kendimi Müslümanlık adına konuşurken düşünürdüm hep…
Gençlik enerjimi, heyecanlarımı emecek, heveslerimi yönlendirecek bir kanal arıyordum… Ardına düşeceğim bir dâvâ varsa, o, Müslümanlık olmalıydı.
Ne yaparsam müslümanca yapmalıydım…
“İslâm” adına vitrine düşen tüm kitapları o niyetle alıp okudum.
Heyecanlara kapıldım.
Derneklere, toplantılara katıldım, konferanslara, seminerlere gittim.
O günün konuşan, yazan birçok insanını dinledim…
Cemaat, mezhep ayırımı yapmadan (bu konularda bilgim de yoktu zaten),
Giderdim, dinlerdim…
Kestelli Caddesindeki Türk Ocağı’ndan, şimdi adresini unuttuğum Komünizmle Mücadele Derneğine kadar, Kültürpark çayhanelerinin birinde duyduğum “gençlere öğüt / sohbet” toplantılarına kadar…
Giderdim, dinlerdim.
Galip Erdem, Kemal Fedaî Coşkuner, Dr. Baha Kitapçı, Gündüz Sevilgen en çok hatırladıklarım. Süleyman Karagülle’yi, Dr. Dursun Aksoy’u, Prof. Saffet Solak’ı, Ahmet Satoğlu’nu, Ali Ulvi Kurucu’yu, Arif Nihat Asya’yı, Cevat Rifat Atilhan’ı, Naci Kuşadalı’yı, terzi Murat Tabak’ı, Yaşar Tunagür’ü, Burhaneddîn Semerkantlı’yı, Sâmiha Ayverdi’yi…  Daha birçok kimseyi o zamanlar tanıdım.
Konuşmalarını dinledim, sohbetlerine katıldım…
Hepsi iyiydi, güzeldi. Ağzıma bir tat çalıyorlar, ama hiçbirisi açlığımı gidermiyor, aradığımı tam vermiyor ve beni doyurmuyordu…
İzmir Radyosu’nda görevli neyzen Ahmet Efendi’den düzenli ney dersleri de alıyordum. Hafız Yusuf Paşa’nın Segâh Peşrevi’ni notasıyla çalar olmuştum…
Bunların hepsini manevî haz almak, feyz bulmak, İslâmı yaşamak adına yapıyor ve arıyordum…
Onca okuduklarım ve arkalarından koştuklarım bana bir şeyi vermemişti, verememişti: Namaz kılmayı en öncelikli yapmam gerektiğini anlatmamışlardı.  Dahası Namazın tadını duyuramamışlardı...
Ben aramaya devam ediyordum…
Ta ki, şiirine vurulup aldığım Tam İlmihâl kitabının sayfalarında kendimi buluncaya kadar…
Hep okudum. Önce karışık, sonra sırayla okudum. Öğrendiklerimi uygulamaya, yanlışlarımı düzeltmeye o zaman başladım.
Kaza namazları bahsini okudum.
Namazın önemini ilk o zaman anladım!
En kolayıma giden yoldan; sünnet namazlar yerine, vaktinde kılmadığım farzlara niyet ederek, namazlarımı kılmaya ve geçmiş namazlarımı kaza etmeye başladım.
Öğrenciydim… Ders ve lâboratuar çalışmaları esnasında, kılmam gereken vakit namazlarını vakitlerinde kılamıyordum. Ama yurda dönünce kaza ediyordum. Bazen de kılmadan yattığım olurdu. Ardından bir nefis muhasebesi başlardı. Bile bile namaz kılmadığıma utanıp, yataktan kalkar, yatsı namazımı kılar tekrar yatardım…
Ramazanları hiç kaçırmadım, oruçlarımı hep tuttum.
Gençliğimde kötü mahalleri hiç tanımadım, geçmedim o semtlerden…
Hâlimi bilen arkadaşlarım “ot gibi” yaşadığımı, “ağzımın süt koktuğunu” söyler,  bazıları da alay ederdi benimle.
Müzik ile meşgul olmanın makbul olmadığını, hele ibâdete musikî karıştırmanın haram olduğunu üç yıl müddetle okudum. Ama ney çalmaya devam ettim. Ondan ayrılamıyordum. 1968 yılının bir Temmuz sabahına kadar…
Zeytinlikler arasındaki üniversite yurdunun çatısında yatsıdan sonra başladığım ney taksimi o kadar devam etmiş ki, Bornova yamaçlarından vadiye inen sesle ayıktım:
Sabah vakti girmiş, dalga dalga ezan sesi geliyordu:
Allah-u ekber, Allah-u ekber…
Ve ben ney çalıyordum…
Üstelik Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hazretlerinin ney çalmadığını, ney’in tasavvuftaki anlamının “kâmil insan” olduğunu öğrenmiş iken!
İşte karar ânı…
Ve kırdım!
Beş yıl önce yüklü bir paraya yaptırdığım, Honaz’ın sazlıklarından kesilmiş o kamışı kırdım, tam orta yerinden. Dönüp bakmamacasına, geri almamacasına…
Ziraat Fakültesi’nden mezun oldum.  Askerlik görevimi yapmak için müracaat ettim. 1969 Mart ayında Çatalca’ya kur’a çektim. 3. Bataryada Batarya Subayı olarak göreve başladım.
Yüzbaşı Muktefî Bey taburumuza tayin olmuş, geldi. Oda ve batarya komşusu olduk. Tanıştık, meğer H. Hilmi Efendilerin askerî Liseden talebeleri imiş. Saatler süren sohbetlerimiz oldu. Neticede, Tam İlmihâl Saâdet-i Ebediyye kitabında buluştuk. Birkaç aydır gevşemiş, bozulmaya yüz tutmuş ayarlarımı düzelttim…
Ve 69 sonları… Bir Ramazan Bayramı sabahında o saâdetli kitabı hazırlayan muhterem zâtla, Hocam ile tanışma fırsatı buldum. Fatih Dârüşşefeka Caddesindeki Işık Kitabevi’ne bayramlaşmak için gelmişlerdi.
İlk sohbetten hatırımda kalanlar…
Seyyid Abdülhakîm Arvasî kuddise sirruh hazretlerinin örnek ahlâkı, nasihatleri, talebeleri, hocaları ve yolları…
O yolu sevdim. Ardlarına düştüm.
İzlerini aradım. Bastıkları yerleri taş taş öpmek istedim.
Rahmetli Necip Fazıl’ın, Molla Câmî hazretlerinden alıp, şiirle ifade ettiği gibi:
“Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben,
Üçayakla seken topal köpeğim.
Bastığınız yerleri taş taş öpeyim,
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben!”
Büyük yolculuğa çıkarken acep zaman yeter mi?
Saatin tiktakları ömrümün azaldığını işaret ediyor.
Ama gönlümün derûnunda zaman duruyor.
Derûnî zamanın hız emsali farklı. Öyle bir hız alıyor ki, zamanı geriye sarıyor. Vakti ileri değil, geçmişe çekiyor.
“Beyaz atlara binip” çoktan bu diyardan gitmiş olanlar mı geri dönüyor?
Yoksa biz mi onlara koşuyoruz, bilmiyorum.
Ama bir şey var ki, “gönül çekince” sanki zamansızlık âleminden bir esinti savruluyor.
Ve zaman sarılınca, önceki ile sonraki birbirine çok yaklaşıyor,
İzini sürdüklerinizin kokusu, o kadar yakından geliyor ki, dokunacak gibi oluyorsunuz,
Ama dokunamıyorsunuz…
Dokunamayacağız da.
Hızlanmak bir mühendislik meselesi, diyor bilim. Hızlanabilirsiniz, sesten hızlı uçak yapabilirsiniz. Lâkin ışık hızına yükselmek ve yaşadığımız semanın ötesine çıkabilmek yaratılış meselesi. O güç bize verilmemiş. O, ancak Yüce Rabbimizin kudretinde.
Güzergâhımı seçtim:
Gözlerim, önce gidenlerin nurlu toz bulutunda,
Önüme dağ çıkarsa, tepesinden aşarak,
Dere gelirse, tabanından geçerek, dümdüz,
Eğrilip büğrülmeden, dosdoğru gitmek, izlerini öpmek istiyorum.
“Öpülesi İzler”e çocukluğumdan başlayacağım. Zamanın akışı içinde büyükler coğrafyasında dolaşacağım. Gördüklerimi yazacağım, biraz da duygularımı…
Anadolu evliyasının, İslâm âlimlerinin, büyük velîlerin hepsini yazmak değil merâmım. Buna gücüm yetmez, haddim de değil. Mademki eşiklerinin önünden geçip geldim. Onları anmadan, bir Fatiha okumadan gidersem haklarını gözetmemiş olurum.
Her biri hakkında ciltlerle kitaplar yazılmış. O büyükleri, bu âciz ifade edemez...
Sâdece onlara gidişimi, o ortamı bir nebze tasvir edeceğim. Ayak izlerine yüz sürmek, kokusunu duymak isteyenler için emanetimde taşıdığım birkaç kelâmcığı duyurmak, gönüldeşlerimle paylaşmak ve elbette siz okuyucularımın da dualarınızı kazanmak istiyorum.
Bendeniz “Öpülesi İzler” dedim. Başkaları “Mekân-ı Aşk” demişler…
Sevenler, gönüllerince isimlendirmişler.
Nimete kavuşanlara âfiyet olsun.
Karaman’dan başlayıp Konya’ya, oradan Ankara’ya, Bağlum’a varacağız.
İlk fırsatta Van, Müküs (Bahçesaray), Arvas’a gideceğiz.
Fırsat bulursak Şemdinli’nin dağlarına tırmanıp, Nehri köyünü bulacağız. Oradan fışkıran nûr ile aydınlanacağız.
Anadolu, Şam, Bağdad, Delhi, Serhend, Semerkand, Buhara, Hicaz, Mısır…
Bütünüyle mübârek diyarlar, rûh iklimimizin yoğrulduğu tüm coğrafya.
Ne zaman, kaç yaşında bilemem ama Allah ömür verir, nasib ederse ilk fırsatta, inşallah.
Ve ömrümüz oldukça, imkânımız yettikçe (ve Onlar bizleri çektikçe) büyükler silsilesinin sürüp giden izlerini öpeceğiz, öpeceğiz…
Benimle gelirseniz, siz de isterseniz!
“ ve mâ tevfîkî illâ billâh. Aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb” Hûd 11/88
Günlüğümden çekilmiş bu notlarımın ayrı bir kitap olarak yayınlanması için beni teşvik eden, metni okuyarak imlâsını düzelten, fikirleriyle katkı yapan Hüseyin Sarıkoç’a,  Ahmet Sırrı Arvasî’e, Ali - Mine Özkaraman kardeşlere ve her vakit desteğini gördüğüm eşim Nâdire Sultan’a teşekkür ediyorum. Kitabı okuyacak tüm okuyucularıma da O Allah Dostlarıyla gönül bağı içinde olmalarını Cenâb-ı Hakk’dan niyaz ediyorum.
Muhsin ABAY, 19 Haziran 2015
Marmara Mahallesi, Beylikdüzü, İstanbul



Muhsin ABAY
Karaman Gödetağini(Gülkaya) köyünde 1945 yılında dünyaya geldi. İlk orta ve liseyi Karaman’da okudu. 1968 yılında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirdi. Topçu yedek subay olarak askerliğini yaptı. Fransa Montpellier’de Kalkınma ve Karar Alma konusunda master yaptı. 1976 yılında Ege Üniversitesinde Tarım İşletmeciliği doktorasını tamamladı. Aynı Üniversitenin Ziraat ve Gıda Bilimleri Fakültelerinde İşletmecilik dersleri verdi.
1981-84 yıllarında Ege Bölgesi Sanayi Odası(EBSO) Etüd ve Araştırma Dairesi Müdürlüğü yaptı.
1984-1989 yıllarında İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde Genel Sekreter Yardımcısı olarak; Encümen Başkanlığı yaptı, şehirleşme ve çevre koruma alanlarında çalıştı.
1990 -1999 yıllarında merkezi İstanbul’da bulunan İhlâs Holding Genel Sekreterliği ve danışmanlığını yaptı. 2004-2008 yıllarında Türkiye Gazetesi'nde yazdı.
Fransızca bilmektedir
Evli ve bir torun sahibidir.
Zamanı Değerlendirmek ve İş Başarmak kitabı İhlâs Vakfı tarafından yayınlanmıştır. 1999, 300 s.
Zamanı Değerlendirmek kitabı BKY tarafından 2000 yılında yayınlanmıştır. 411 sayfadır.




[1] Yıllar sonra muhterem Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân) beyefendinin ilim ve göz nuruyla hazırladığı (Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin Külliyatı, damra,  2009) iki ciltlik 1424 sayfa tutan eserini okurken bu beytin anlamını öğrendim. Şöyle açıklıyor: [İflâs ve çâresizlik dâiresinin merkezi / Kendini sevmeklik ve tanıyamamazlıkla dopdolu.  Abdülhakîm]. 
[2] Necip Fazıl; O ve Ben. Büyük Doğu Yayınları. İstanbul, 264 s.