Bağdat’ta El Râşid Oteli 439 numaralı
odadayım.
Öğleyin Resûl beyle birlikte
İzmir’den İstanbul’a, ikindi vaktinde de İstanbul’dan Bağdad’a uçtuk. 1 Kasım Pazartesi
günü açılacak olan Bağdad Fuarına iştirak edeceğiz. Geçen yıllar biz onları
İzmir’e davet etmiştik. Onlar da bizi Bağdad’a davet ettiler. Seyahatimizin
görünen, resmî sebebi bu. Ama asıl amacımız burada bulunan büyüklerimizi
ziyaret etmek. İzlerini öpmek…
İlk duygular ne zaman doğdu, nasıl
uyandı bilmiyorum. Yıllardır üç güzergâha gitmeyi, oraları görmeyi çok ister, hep
hayâl ederdim: Önce Bağdad – Şam. Ardından Semerkand – Buhara – Taşkent –
Delhi. Son olarak ta Mekke – Medine’ye gitmek yatardı hayalimde.
Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun. Bir
vesile ile ihsân etti, buradayız. İnşallah diğer yerlere de giderek büyükleri
ziyaret ve bereketlenmek nasip olur.
Uçağımız gece vakti indiği için şehri
görmüş değiliz. Havaalanında resmî protokol çerçevesinde karşılandık. Irak –
İran savaşı yıllardır sürüyor. Bütün devlet memurları asker kıyafetli (yeşil
üniformalı). Mihmandarımız Temur ve Şoförümüz Ahmet Kerkük Türklerinden, Sünnî
insanlar. Çabuk kaynaştık.
“Irak’ın nüfusu 30 milyon. Bunun 15
milyonu Irak halkı, kalanı da Saddam posteri!” derlerdi de tuhafımıza giderdi.
Havaalanına iner inmez öyle olduğunu (misafirliğimiz süresince de her önemli
bina ve meydandaki Saddam heykel ve posterlerini görerek) anladık.
Geniş ve aydınlık caddelerden geçerek
otelimize geldik.
Yolda gördüğüm ve odamın
penceresinden seyrettiğim kadarıyla şehir düz bir alan üzerinde kurulu. Bizim
Konya gibi. Binalar; kubbeleri, kemerleri ve avlu düzeniyle öz mimariyi
yansıtıyor.
Yolda ışıklandırılmış iki câmiîn
yakınından geçtik. İçim “hop!” etti…
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” veya Seyyid Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” hazretlerinin cami
veya türbelerini gördümse diye…
Öyle ya, Bağdad demek onlar demek…
Fuar açılışından iki gün önce
gelmemizin sebebi; burada, Âzamiye Câmiînde bir Cuma namazı kılabilmek. Yarın
mihmandarımız gelecek ve inşallah Cuma vakti orada olacağız.
Biraz önce akşam ve yatsı
namazlarımızı cem ederek, cemaatle kıldık. Resûl bey odasına ayrıldı.
El Râşid otelinin, Batılı otel zincirlerinden
olduğunu sanıyorum. Lüks var, bütün hizmetler Avrupa’da gördüklerimize uygun
yapılıyor. Bir farkla; garsonların, hizmetçilerin çoğu erkek ve hepsinde
Müslüman siması var.
Ama az önce telefonla danışmaya
sordum, sabah namazı saat kaçta kılınıyor? Güneş kaçta doğuyor? Diye.
Bir sürü telâşlı gürültü duydum,
arada ”salât..” kelimeleri geçiyordu. Birsüre sonra 0615 diye cevap
verebildiler.
Namazlı sorulara pek alışık değiller anlaşılan!
Bağdad, 30 Ekim 1987 Cuma,
Sabahleyin mihmandarımız ve şoförümüz
bizi otelimizden aldılar. Programı önceden söylemiyorlar. Ancak sorunca, bazen
ısrar edince söylüyorlar. Bugün meçhul asker (Cund-u meçhûl) âbidesini ziyaret
edecekmişiz.
Meçhul asker abidesi geniş bir
merasim alanı içine yapılmış. Güzel bir mimarisi var. Samarra[1]
Cami-î Kebir yanındaki helezonlu
minareyi (Malviya) sembol olarak işlemişler. Fatiha okuduk, müzesini gezdik. İran
ile savaşlarına ait malzemeler ve hatıra eşyalar sergileniyor. Oradan ayrılışta
Cuma namazını Âzamiye Câmiînde kılmak istediğimizi söyledik.
Şehrin eski mahallelerinden geçerek Âzamiye Câmiîne vardık.
Yıllardır resimlerini gördüğümüz ve
hayâlimizde sakladığımız yer…
Büyük ve tezyinatlı cümle kapısından
geniş bir avluya giriliyor. Sâde, ama ihtişamlı bir câmi.
Önce; mezhebimizin sâhibi, dinde reisimiz,
rehberimiz İmâm-ı
Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullahi
teâlâ aleyh” hazretlerinin kabri şerîflerini ziyaret ettik. Câmiîn kıble
cephesinde, solda yatıyor…
Rûhlarına Fâtiha okudum. Onları
vesile ederek Allah-ü Teâlâ’dan feyiz ve bereket niyâz ettim. Şefâat istedim. Çok
güzel bir ândı… Hep orada kalmak istiyorum.
O uygunsuz ziyaretçiler gelmesin,
sadece dostlar olsun ve orada kalalım, ağlayalım istiyorum…
Cuma namazımızı mihrâba, minbere
yakın bir yerde kıldık. Ak cübbeli, yaşlı, saygı uyandıran bir imâmı var.
Ziyaret ettik.
Akşamüzeri araba ve şoför değişti. Eski Bağdad’ı (Bağdâd-ı atîk) görmek
istediğimizi söyledik. Yarının programında bulunmasına rağmen Seyyid Abdülkâdir Geylânî “kaddesallahü sırrehü’l azîz”
hazretlerinin kabrini bir ân önce ziyaret etmek istiyorduk. Akşam namazına
yetiştik, cemâatle kıldık. Kalabalık var. Çarşaflı kadınlar çok fazla. Onlar
dolayısıyla ziyaret de son derece müşkül.
Hazreti Gavs’ın “kaddesallahü
sırrehü’l azîz” kabr-i şerîflerini ancak bir
kenara sıkışarak ziyaret edebildik. Rûhâniyetlerine sığındık, şefaat niyaz
ettik…
Parmaklıklara sarılan, bağırıp
çağıran, taşkınlıklar yapan, çıplak ayaklı, edep gözetmeyen kadınlardan ve
adamlardan çok sıkıldık…
Buraya tekrar gelip, daha ferah
ortamda ziyaret yapmak üzere ayrıldık. Şoförümüz Camiîn birkaç yüz metre
güneyinde talebelerinden Şeyh Alî Hîtî (rahimehullah) kabrinin bulunduğunu
söyledi. Bakımsız bir binada, Kâdirîlerin yiyip içtikleri, oturdukları bir
salonun kıble tarafında birkaç basamak inince içi su dolu olan bir oda
gösterdi. Mezar tamamen su içinde idi. Bu su yaz aylarında olur, kış aylarında
olmazmış. Fatiha okuduk, dua ettik, ayrıldık. Burada birkaç miskin vardı.
Odanın duvarlarında on kadar tef ve salonun dip tarafında da mırra yapmaya
mahsus cezveler bulunuyordu. Birçok şahsın fotoğrafları da asılmıştı! Ortamdan
hoşlanmadık…
Yatsı vaktinden sonraydı. Bakımsız,
akıntılı sokaklardan geçerek otelimize döndük.
31 Ekim 1987, Cumartesi
Sabah namazını Resûl beyle cemaat
ederek, odamızda kıldık. Sonra yanımızda getirdiğimiz İslâm Âlimleri Ansiklopedisinden
İmâm-ı Mûsa Kâzım (radıyallahü teâlâ anh)
hazretlerinin hayatını okuduk. Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen
Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden. On iki imâmın
yedincisi. İmâm Câfer-i Sâdık'ın oğlu, İmâm-ı Ali Rızâ'nın babası. Hepsi de
Resûlullah efendimizin torunlarından olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma'nın,
Hazreti Hüseyn’in evlâtlarından.
Öğleden
önce Bağdad Fuar müdürünü makamında ziyaret edip, öğle yemeğini de beraber
yedik. Yemeğe kadar olan iki saati değerlendirmek için doğruca İmâm-ı Mûsa Kâzım (radıyallahü teâlâ anh) türbesine
gittik. Eski Bağdad semtinde, uzaktan pırıl pırıl parlayan altın kaplama
kubbeleri dikkat çekiyor.
Mihmandarımız görevlilere bir şeyler
söyledi ve bir kişi bize izahat vererek ve yol açarak yardım etti. Kadın-erkek
ziyaretçiler çok kalabalık. Türbe günün 20 saatinde açık tutulurmuş ve hep
böyle olurmuş. Mübârek zâtın camiîni ve
türbesini Râfızîler doldurmuş. Ne kadar insan gördümse hepsinin önünde birer taş
parçası (sonradan bunların Kerbelâ taşı olduğunu öğrendim) vardı. Alınlarını
onun üzerine koyarak secde ediyorlar. Bazı köşelere sepetler koymuşlar, içini o
yassı taşlarla doldurmuşlar. İsteyen alsın diye…
Kur’ân okuyanlar vardı. Kimileri bağdaş
kurmuş, mübarek Mushaf-ı şerifler de bacaklarının üstünde, öylece okuyorlar.
İlk defa yere, halı üzerine konuvermiş, ayaklar arasında Mushaf-ı şerifleri
orada gördüm…
Hayır, bunlar Kur’ân-ı kerime saygı
göstermiyorlar. Ehl-i sünnetin dışında bir tâife olmalı. Ne yüce İmâma ne de
Kur’âna saygıları yok bunların. Kabrin etrafında dönüyorlar, perişanlık
ediyorlar. Biz edebe uygun ziyaret yapmağa çalıştık. Bir sütun arkasında iki rekât
tehiyyetü’l mescid namazı kıldık. Vesile ederek dua ettik, şefaat istedik. İmâm-ı Mûsa Kâzım hazretleri Abbasî halifelerinden
Muhammed Mehdî ve Hârûn Reşid zamanlarında yaşamış. Her ikisi de hazreti imâmın
sevenlerinin çokluğundan korkup, hapsetmişler. Hapishanede iken vefat etmiş.
İmâm-ı Musa Kâzım (rahmetullahi teâlâ
aleyh) kabrinin yanında torunlarından 9. imâm Muhammed Cevad Takî (radıyallahü teâlâ anh) kabri de var. Buyurmuşlar
ki:
-
“Cahiller çoğaldığı için, âlimler garîb oldu”.
-
“Zalime yardım eden ve zulme râzı olan, zulme ortaktır”.
-
“Zâlimin adâletle geçen günü, kendisine, mazlûmun zulûm gördüğü günlerden
ağır gelir.”
Türbe görevlisi zat bize yardım etti.
Cuma namazı kılınan Camiî de gösterdi. Edeple son mahalle yaklaşıp, dua ederken
iki adet Mushaf-ı şerif getirdi, bize hediye etti. Bu hediyeye çok sevindik.
Mushaf-ı şerifi ömrüm boyunca saklayıp okuyacağım. Bu zat sonra kimliğini de açıkladı: Seyyid
Ahmed bin Seyyid Muhsin el Hasenî imiş. Yani Evlâd-ı Resûl’den. Elini
öptürmedi. O da çok sevinmişti. Her halde mübarek mahallin Rafızîler tarafından
işgal edilmesinden çok rahatsız olmuştu. Bizim edebi gözeterek ziyaret yapmamızdan
çok memnun kalmıştı. Cami avlusunda bir fotoğraf çektik, vedalaştık. Adaşımı
çok sevdim…
Sonra Eski Bağdat’ın izleri var diye
Kâzımıye Mahallesini, çarşısını dolaştık. Çok fazla sarraf dükkânı var. Başka
önemli, düzgün dükkâna rastlamadık. Oradan tam ayrılacaktık ki, hatırımıza
geldi. İzmir’de muhterem Burhaneddin Semerkantlı Efendi tembih etmişti. “Sakın
unutmayın; Kâzımıye türbesine vardığınızda, aynı külliyenin içinde avlunun yan
tarafında İmâm-ı
Ebû Yusuf (radıyallahü
teâlâ anh) hazretlerinin kabri var. Mutlaka ziyaret edin” demişti. Buralarda bir yerde
olmalıydı. Kimse bilmiyordu. Bir süre civarda dolaşarak araştırdık, neden sonra
bulabildik. Meğer yan kapı zaten oraya açılıyormuş. Bir merdivenle mescide iniliyor.
Yanı başındaki Musa Kâzım türbesinde insan kaynıyor. Burada topu topu beş kişi
namaz kılmış, çıkıyorlar…
Camiin imamı ile merdivenden inerken
karşılaştık. Hüsnükabul gösterdi. Bize mescidin sol tarafında ayrı bir odada
bulunan mezhebimizin o büyük imâmının kabrini ziyaret ettirdi.
Fatiha okuduk, dua ettik, şefaat
diledik…
Kâzımıye türbesiyle aynı avluya açılıyor,
aynı yapı silsilesi içinde bulunuyor. Bir tarafta izdiham, taşkınlık, süslü
yapı. Hemen bitişiğinde sâdelik ve tenhalık. Görülmeye değer…
Orada çok duygulandım…
Öğle namazımızı mihraba yakın ve
türbeye açılan kapı hizasında kıldık. İmam efendi odasına davet etti, çay ikram
etti. Mihmandarımız vasıtasıyla konuşup, hal hatır sorduk, bilgi aldık. Türbe
kapısında ve mescidde hoca ile fotoğraf çektik…
İkindi namazımızı otelde kıldık.
Sonra Türkiye’de iken hazırladığımız listemizdeki sıraya göre Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh) ve Şeyh Mârûf-u
Kerhî (rahmetullahi aleyh) türbelerini ziyaret etmek üzere ayrıldık…
Eski, tarihî Bağdat’ın mahallelerini
bıçakla kesercesine yıkıp, caddeler açmışlar. Yer yer büyükçe hurma bahçeleri
Dicle boyunca uzanıyor. Uzaktan mavi kubbesi ve minaresiyle gördüğümüz yeri
soruyoruz. Mihmandarımız Mârûf-u Kerhî Camii ve türbesi olduğunu söyledi. Oraya da gidecektik. Ama listemizdeki
sırayı bozmak istemiyorduk. Güneş ufka yaslanmaya başladığı için önce Cüneyd-i
Bağdadî hazretlerini ziyaret edelim istedik.
Mihmandarımız “Şıh Cüneyd” diye bir
şey mırıldanıyordu, ama daha fazlasını bilmiyordu. Duraktakilerden birine oraya nasıl
gidileceğini sordu. Tarif ettiler gittik… Ama bulamadık. Başkalarına tekrar
sorduk, aradık yine bulamadık. Her sorduğumuz bir yol tarif ediyordu. Ama ne
tarafa gittikse ya yolu şaşırıyor, ya da dedikleri gibi bir türbe önümüze
çıkmıyordu. Döne döne ilk geçtiğimiz yere geldik. Bu sefer bir genç,
bisikletiyle önümüze düştü. Bir kavşakta durup “işte şurası” diye ilerdeki
bir kubbeyi gösterdi, ayrıldı. Yolu takip ettik ama vardığımız yer, aradığımız
yer değildi. Geldiğimiz yer, daha önce mavi kubbesiyle uzaktan gördüğümüz, Şeyh Mârûf-u Kerhî (rahmetullahi aleyh) türbesi idi. O
anda akşam ezanı da okunmaya başlamıştı. Artık geç oldu deyip aramayı bıraktık.
Namazımızı orada cemaatle kılmaya karar verdik, arabamızdan indik. Bir mezarlık
içinde, kavisli bir toprak yolla çıkılan, küçük bir cami idi. Mihrabın sol
tarafındaki kapıdan türbeye giriliyordu. Akşamı cemaatle kıldık. Sonra hazreti
şeyhin kabrini örten sandukanın ayakucuna oturup Yasin-i şerîf okuduk. Dua
ettik, rûhâniyetlerine sığındık.
Çok hoş bir ândı…
Camiin hocası siyah sakallı, uzunca
boylu bir gençti. Bize esas kabrin aşağıda olduğunu söyleyip, yol gösterdi.
Merdivenlerden Mârûf-u Kerhî hazretlerinin esas odası ve hücresi olan yere
indik. Basık kubbeli, taştan örülmüş genişçe, çok sade ve temiz bir salon. Asıl
kabir burada, yandaki duvarın içinde imiş. Yukarıda gördüğümüz kabrin üzerine
konan sandukası imiş.
Rivayet edilir ki, Davud-i Tâî(kuddise sirruhû) hazreterinden feyz
almıştır. Kabirleri de yan yanadır. Yani duvarın içinde iki kabir bulunmaktadır.
O salonda iki rekât namaz kılıp, dua
ettik. Yan tarafta küçük bir girinti vardı. 2-3 metre derinliğinde bir kuyuya
açılıyordu. Kovayı sarkıtıp su aldık. Suyun tadı zemzem tadıydı. Hiç farkı
yoktu. Bir şişe doldurup, yanımıza aldık. O su, dönüşte İzmir’deki dostlarımıza
yapacağımız en büyük ikram olacaktı…
Dönüşte bir şeyi, daha doğrusu iki
şeyi öğrendik: Birincisi Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh) Câmi ve türbesi ikindiden sonra kapalı olurmuş! Orayı
bulsak bile ziyaret edemeyecekmişiz. İkincisi ise daha önemli; meğer önce
büyüklerin hocası ziyaret edilirmiş! Biz ne kadar Cüneyd-i Bağdadî hazretlerine
gitmek istediysek de, onlar bizi hocalarına yönlendirmişler. Önce oraya(!)
demişler…
Yarın nasip olursa, resmî
temaslarımızın ardından, Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh) hazretlerini ziyaret
edeceğiz…
Bağdad, 1 Kasım 1987
Sabahleyin, Bağdat 24. Enternasyonal
Fuarının açılış merasimine iştirak ettik. Güneşli bir gün ve hava çok sıcaktı.
Açılış, fuar bahçesine kurulmuş bir çadırda yapıldı. Organizasyon aksaklıkları
her yerde görülüyor. Onlar da işleri son saniyede yetiştiriyorlar. Tören
mahalline giderken ilkokul çocuklarının tek sıra yol boyuna dizilmiş olduğunu
gördüm. Gelenlere alkış tutuyorlardı. Yetişkinler ya işte ya savaşta!
Açılışta, önce Kur’an-ı kerîm okundu.
O sırada bizim Türk delegasyonu görülmeğe değerdi; Büyükelçi,
bakanlık müşavirleri bacak bacak üstüne atmışlar, ilgisiz, duygusuz ve de
saygısızlar! Büyükelçimiz tam sayfa açtığı gazeteyi okuyor, bazen de gözlüğünün
üzerinden müstehzî, bir çehreyle sağı solu seyrediyor. Diğer Türkler eğilip,
aralarında konuşuyorlar. Sinekkaydı tıraşları, kara-mor benizleri, donuk gözleriyle
bakıyorlar.
Hayır, hayır bu heyet beni temsil
edemez! Bunlar milletimden bir parça değil. Benim kültürümün insanı değil! Baskınla
gelip, o makamlara oturmuş kimseler bunlar! O büyükelçinin suratı zihnime takılıp
kalmıştı. Seneler sonra televizyonda gördüm. Başka bir görevdeydi. Adını
yazarak sayfalarımı kirletmek istemiyorum. Demirperde ülkelerinin, Çin ve
Japonya’nın temsilcileri, inanmadıkları veya başka dinlere mensup oldukları
halde edeple dinliyorlardı. Bizimkiler gibi patavatsız değillerdi. Bu işte bir
yanlış var…
Resmî gündem tamamlandı. Sıra
hususîde.
Cüneyd-i Bağdadî hazretlerini ziyarete gidiyoruz.
Mihmandarımız ve şoförümüz biraz da mahcup olmuşlar ve iyice sorup öğrenmişler.
Adresi kolay bulduk. Bağdat’ın Batı İstasyonunda Gümrük depolarının önünden
geçiliyor, demiryollarının arkasında, hurmalıklar arasında. Uzaktan zeytunî
yeşil kubbesi görünüyor. Belli ki Kubbe-î Hadrâya imrenmiş.
Arabamız
camiin önüne vardığında bizi Şıblî Abdülmecid hoca karşıladı. Önce büyükleri
ziyaret etmek istediğimizi söyledik. Türbe hakkında bilgi verdi. Camiin kıble
tarafında ayrı bir odada iki kabir var. Sandukalar gümüş şebeke ile çevrili.
Baş tarafta Sırrî-yi
Sekatî hazretlerinin
sandukası var. Ayakucunda da Cüneyd-i Bağdadî’nin(kaddesallahü sırrehüm-ül
azîz).
Sırrî-yi
Sekatî hazretleri Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı ve de hocası.
Ayakuçlarına
yakın oturduk, okuduk, sevabını hediye ettik. Mahşerde bize şefaat etmelerini
istedik. Mescide geçerek öğle namazımızı kıldık. Hoca Şıblî Abdülmecid efendi
de “nafile kılmağa” niyet ederek, bize uydu. İmam-ı Gazalî (rahmetullahi aleyh)
hazretlerinin Arapça birer kitabını hediye etti. Dönüşte İstanbul’da bir ehlini
bulur, veririz diye aldık.
Sırrî-yi
Sekatî hazretlerinden:
-
"Dil, kalbin tercümânı, yüz kalbin aynasıdır. Kalbde gizli olan,
yüzde meydana çıkar."
-
"Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi ayıbını bırakıp,
başkasının ayıbıyla uğraşmasıdır."
-
"İyi huy, başkalarını incitmemek ve onlardan gelen sıkıntılara
katlanmaktır."
-
"Şu üç şey Allahü teâlâyı çok üzer: Vakti boşa geçirmek, insanlarla
alay etmek ve gıybet etmek."
Ayrılacağımıza
yakın Hoca Şıblî Abdülmecid Efendi, Behlül-i Dânâ
[805 (h.190)] hazretlerinin yakındaki Şunûziyye Kabristanda olduğunu söyledi. Hârûn
Reşîd'e nasîhat vermesi ve herkese ders olacak hikmetli sözleri ile meşhur
olmuş o mübarek zâtın kabrini ziyaret etmek nimeti kaçırılır mıydı? Bizimle oraya kadar geldi, çok sevindik. Saman
ve sarı toprak çamuruyla sıvanmış, gösterişsiz bir türbe içindeydi. Anahtarını
bulamadık. Dışarıdan ziyaret ettik, fatiha okuduk.
Her
admında nice evliya yatıyor bu toprakların, bu diyârın…
İkindiden
sonra Resûl ile iki saat kadar El Râşid çarşısında gezindik. Eski Bağdat’ın
izlerini aradık, resim çektik. Bu arada tuhaf bir şey oldu. Biri bizi şikâyet
etmiş olmalı ki, tüfekli bir asker Resûl beye yaklaştı, yanına çağırdı. Biraz
ileri götürdü. Ben de gittim. Meğer, Badad Merkez Bankası’nın fotoğrafını çektiğimizi
zannetmiş. Ona, yandaki “Bağdâd-ı Atîk” resimlerini aldığımızı söyledik,
ayrıldık. Devlete ait bir kooperatifin önünde bekleşen insanların oluşturduğu
uzun kuyruğu gördük. Ülkenin savaş hâline ve sosyalist yönetimine yorduk…
Bağdad,
2 Kasım 1987
Sabah
erken Samarra’ya gidiyoruz. Orada Câmiî Kebîr’i ve yanındaki Malviya’yı(minare)
göreceğiz. On iki imâmızdan Ali Nakî
(Hâdi) 868 (h.254) ve Hasan Askerî(Zekî)
874 (h.261) - türbelerini de ziyaret edeceğiz. Dünkü notlarımda sözünü ettiğim Behlül Dânâ ile bir kıssaları var. Yanımızda
götürdüğümüz Evliyalar Ansiklopedisinden okuduk:
“Behlül
isminde bir kimse yoldan geçiyordu. Küçük yaşta olan Hasan bin Ali Askerî de
yolun kenarında oturmuş ağlıyordu. Behlül, onun diğer çocukların elindeki oyuncaklar
için üzülüp ağladığını zannetti. Yanına yaklaşarak; "Çocukların
ellerindeki oyuncaklardan sana da alayım." dedi. Hasan bin Ali Askerî ona;
"Ey akılsız
kimse! Biz oyun oynamak için yaratılmadık." dedi. Behlül; "Niçin yaratıldık?"
diye sorunca; "Biz ilim ve ibâdet için yaratıldık." dedi. Behlül;
"Bu husûsu nereden biliyorsun?" diye sorunca; "Sizi abes olarak,
oyuncak olarak mı yarattık sanıyorsunuz. Bize dönmeyecek misiniz zan
ediyorsunuz." meâlindeki Mü'minûn sûresi 115. âyet-i kerîmesini okudu.
Behlül,
bu küçük çocuğun sözlerine ve hareketlerine hayret etti ve kendisine nasîhat
etmesini istedi. Hasan bin Ali Askerî bâzı beyitler okuyarak nasîhatte bulundu.
Fakat o sırada âniden fenâlaşıp bayıldı. Bir müddet sonra ayılıp kendine
gelince, Behlül ona; "Sana ne oldu. Sen küçük ve günahsızsın." dedi.
Hasan bin Ali Askerî; "Ey Behlül; Annemi ateş yakarken gördüm. Büyük odunları
tutuşturmak için küçük odunları yakıyordu. Ben de Cehennem'in küçük
odunlarından olmaktan korkuyorum." diye cevap verdi”…
…
Samarra adını üç yıl önce duymuştum. Daha
doğrusu Paris’te aldığım “L’Islam et l’Art Musulman” adlı kitaptan okumuştum.
Malviya’nın muhteşem resmi çok dikkatimi çekmişti. Orayı çok merak ettiğimi mihmandarımıza
söylemiştim. Ertesi gün “olur” dediler, “sizi Samarra’ya götürebiliriz”…
Şimdi
gel de sevinme! Üstelik onlardan yukarıda isimlerini saydığım imamlarımızın
olduğunu da duyduk. Niyet hayır, âkıbet hayır!
Bağdat’tan
kuzeye doğru, Dicle’ye paralel gidiyoruz. Eski Mezopotamya arazisindeyiz. Yol
çift taraflı ve düz. Çok verimli topraklar olduğu anlaşılıyor. Yol boyu hurma
bahçeleri, bağlar, nar, portakal ve okaliptüs ağaçları görülüyor.
Yer
yer tuğla imalathanelerinin önünden geçiyoruz. Bağdat’ta gördüğümüz binaların,
duvarların malzemesi buralarda üretiliyor anlaşılan. Asırlardır o meşhur
tuğlayı yapmakta ustalaşmışlar. Ama çok iptidai şartlarda çalışılıyor. Üretim
araçları; basit birkaç el aleti ve üç beş merkepten ibaret. Her tarafı siyah
duman ve is kaplamış. Yoldan geçerken genizlerimiz yanıyor. Ya o insancıklar ve
o hayvancağızlar nasıl nefes alıp veriyorlar? Bunu fark eden var mı? Hesabını
yarın kim nasıl ödeyecek onların?
Uzakta,
tek katlı evleriyle Samarra ve altın gibi parlayan iki kubbe görülüyor.
Çok
eski bir şehir. Bağdat’tan 75 sene sonra kurulmuş. Bir ara Abbasîlere başşehir
olmuş. Sanayi namına basit, küçük atölyelerden başka bir şey yok. Yolda, köşe
başlarında meyve satıcıları görüyoruz. Eski, dar, kıvrımlı sokaklar. Avlu
içinde tek katlı evler. Entarili erkekler, peçeli, çarşaflı kadınlar…
Önce Ali Nakî (Hâdi) ve oğulları Hasan
Askerî(Zekî)
türbelerine gittik. Orada da Bağdat’taki İmâm-ı Musa Kâzım türbesinde gördüklerimize
benzer şeyler vardı. Kubbeleri altın kaplama. İçi kristal, sedef işlemeli, ince
tezyinatlı, ihtişamlı türbe… Aileden birkaç kişinin kabri yan yana.
On
ikinci imâm Muhammed
Mehdî(Radıyallahü
teâlâ anh) Hazreti Hasan Askerî’nin oğlu. Burada yani Sürre men rea(Gören
sevinir) kasabasında dünyaya gelir. İnzivâya çekilir, bir daha görünmez. Yeri
tam bilinmemektedir.
Her
şeyi yaratan, yapan, ihsan eden Allahü Teâlâ’dır. Sevgili kullarını vesile
ederek dua etmelidir. Edeple ziyaretlerimizi yaptık, okuduk, rûhâniyetlerine
sığındık. Şefaatçi olmalarını istedik.
Ziyaret
mahalli ve camiin geniş avlusu yine edep nedir bilmeyen, cahil şiî kadın ve
erkeklerle doluydu. Onların bulunduğu yerlerden sıkılıyoruz, elimizde değil, üzülüyoruz.
Tenha bir köşecik arıyoruz, doyasıya huzurlarında durmak, gönüllerimizi
doldurmak istiyoruz. Ne mümkün!
Câmi
imâmı bizi gezdirdi, bilgi verdi. Sonra tarihî, geniş, loş bir odaya geçtik. Orada
ikram edilen çayı içerken, Bağdat’ta Ebû Yusuf (rahimehullah) Mescidinde imâmın
ikram ettiği çayı hatırladım; açık sarı, bol şekerli, limonlu ve ılık. Buralarda
böyle seviyorlar anlaşılan… Bir de sigara verdi. Eski mobilyaya gömülüp,
pencereden türbeyi[2]
seyrederken çektiğim sigaranın tadı hâlâ genzimde. Nikotinin değil, o
atmosferin kalbe, dimâğa, dudağa bıraktığı tattı o! Olsa da bir daha çeksem…
Resûl
bey sigarayı bırakalı çok oldu. Sabredip içmiyor. Ama benim hâlimi görünce, az
kalsın tekrar başlayacaktı. Zor atlattık…
Camiin
hocası o güzel misafirperverliğinin ardından, bize birer Mushaf-ı şerif hediye
etmesin mi! Kâzımıyye’de hediye edilenin aynısı. Onun rengi yeşil idi. Bu seferkiler
kırmızı. Çok sevindik.
Teşekkür
edip, kucaklaştık, vedalaştık…
Uzaktan
Malviya’nın hunimsi silueti görünüyor. 52 metre yüksekliğinde tuğladan örülmüş
bir minare. Merdivenleri dışardan, iki, belki üç kişi yan yana geçecek kadar
geniş. Dönerek, korkuluğa tutunarak tepeye kadar çıktık. Etrafı seyrederken,
uzaktan uzağa silâh sesleri duydum. Topçu subaylığından kalan bir âşinalık
mıdır bilmem. Obüs seslerine benzettim…
Minareden
önümüzde uzanan Câmiî
Kebîr’in fotoğrafını
çektik. 240 x 160 metre boyutlarında, kalın ve çok kapılı duvarla çevrili, üstü
açık bir cami. Vaktiyle Selâhaddin-i Eyyûbî rahmetullahi aleyh, haçlılara karşı dururken, yüz bin kişilik ordusuyla
buralarda namaz kılmışlar…
O
havayı hayal ettik. Taşlara sinmiş cihad kokusunu teneffüs etmeye çalıştık…
Şimdi
kullanılmıyor. Bakımsızlıktan yer yer duvarlar çökmüş, taşları düşmüş, kapı
çevreleri yıkılmış. Otlar bürümüş bir viraneyi andırıyor. Köşeleri, zemini
kirletilmiş. Câmiin tabanı vaktiyle kare plaka taşlarla veya tuğla ile örülü
imiş. Yer yer izlerine rastlanıyor. Boydan boya, kıble duvarına kadar yürüdük...
Rehber
kitaptan okuduğuma göre, şu kıvrılıp giden Dicle’nin kenarında El Mâşuk kasrı
varmış. Malviya’nın tepesinden izleri görünüyor. Uzaktı, hafif yağmur da
yağıyordu. Bağdat Belediye başkanı yardımcısı Abdülhüseyn Bey ile 14:30 da randevumuz
olduğu için döndük…
Bu
ziyaretten sonra Gavs-ı Âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (kaddesallahü sırrehul azîz) türbesini tekrar ziyarete gittik. İkindi
namazımızı geç vakit kılabildik. Türbenin akşam namazından sonra ziyarete
açılacağını söylediler. Akşam, namazdan sonra rûhlarına Yasîn-i Şerîf okuyup
hediye ettik. Mihmandarımız türbeye ilk önce girmemiz ve bir süre başka
ziyaretçi alınmaması için türbedar ile konuşmuş olmalı. Kimsenin olmadığı bir
zamanda, ayakuçlarına yakın yerde kabre yüzümüzü dönüp feyiz ve bereket için
durduk. Okuduk, onları vesile ederek dua ettik. Biz içerde idik, ama kapıda
bekleşenler çoğalmıştı… Resûl daha
dayanamadı ve kapıların açılmasını, dışarıdakilerin içeri alınmasını işaret
etti… Nitekim bir patırtı, zılgıt sesleri, her tür bid’at ve saygısızlık
başladı. Şebekeye asılanlar, sarsanlar, ah!’layanlar, birbirini çiğneyenler…
Bunlar,
edeple ziyarete değil, buraya raks etmeye gelmişler sanırsınız…
O
ışıklı, kristal avizeli, göz kamaştıran manzara değildi elbet aradığımız. Bize
özel muamele de değildi. Ama kabrin ayakucunda sessiz, tantanasız, edeple
durup, gönlümüzü bağlayacağımız bir derûnî zaman arıyorduk...
O
ortam içinde ziyaretimizi yaptık. Kendimiz, ailemiz, dostlarımız, bütün
Müslümanlar için dua ve şefaat niyaz ettik.
Her
âlim onları övmüş, her velî onları sevmiştir. Kıyâmete kadar da böyle devam
edeceğini âlimler bildiriyorlar. Kırk yıl insanların ilmen ve kalben
yetişmesine çalışmışlar. Bir gün kürsüde va’z ederlerken “Benim şu iki ayağım
bütün velîlerin boyunları üzerindedir” buyuruyorlar. O vakit o mecliste bulunan
büyük âlim ve velîler(ki aralarında Şeyh Ebû Necîb Sürverdî, Şeyh Alî Hîtî vd birçok zât) başlarını eğip, tasdik ediyorlar. Necmeddin-i Kübrâ gibi o meclisten çok uzakta bulunan
büyükler ise, o anda bu hal ve söze, başlarını eğip “duyduk ve kabul ettik,
elbette haktır, doğrudur” diyorlar…
“Tarikatı,
söz ile fiilin, nefis ile kalbin, ihlâs ile teslimin kucaklaşması, her
an ve lâhzada Kitap ve Sünnet’e uygun olmak” diye tarif ediyorlar.
Oğulları
Abdürrazzak hazretlerine yazdıkları vasiyetlerinden:
“Ey
Oğlum! Sana Allah'tan korkmanı ve O’na tâat üzere olmanı, Şeriatın emir ve
yasaklarına riayet etmeni ve hudûdu gözetmeni vasiyet ederim.
Bizim
bu tarîkımız Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir.
Kalbin
selâmeti, el açıklığı, cefa v eziyete katlanmak ve din kardeşlerinin
kusurlarını afv etmek üzerine kurulmuştur.
Fakirlerle
beraber ol! Fakir, Allahu teâlâdan başkasına ihtiyaç duymayandır. Din
kardeşlerinle iyi geçin. Herkese nasihat, iyilik üzere ol. Dinden başka şey
için hiç kimseye husûmet etme!
İhlâs
üzere ol. İhlâs, insanların görmesini hatıra getirmeyip, Yaradanın her an gördüğünü
unutmamaktır…”
Onlar,
onlardır. Biz onları nasıl anlayalım, hangi yeteneğimizle ve çapımızla
tanıyalım?
Gavs-ı
Âzam hakkında Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin bir şiiri var;
“Padişahı
her dü âlem, Şâh Abdülkâdirest,
Serveri
evlâdı Âdem, Şâh Abdülkâdirest.”
…
Büyükleri
ancak, büyükler anlar…
Cenâb-ı
Hak, bize, onları tam sevmeyi ve mahşerde şefaat edecekleri kimseler arasında
olmayı nasip eyleye… Âmin.
Camide
Pakistanlı bir grup ile karşılaştık, tanıştık. Sevdik. On beş aydır yollarda
imişler. Büyükleri ziyaret ede ede, Hacca gidiyorlarmış… Ne güzel!
Bağdat,
3 Kasım 1987(11 R.
evvel 1408),
Sabahleyin
Bağdat Fuarını gezdik. Ziyaretçi defterini imzaladık. 11.30’da Belediye başkanı
ile randevumuz var. Oraya yöneldik.
Hâlid
Abdülmümin Reşid önemli bir kişi; hem belediye başkanı, hem vali, üstelik
hükümet âzâsı… Vekili ile beraberdiler. Konuşmamız yarım saat kadar sürdü.
İzmir ile Bağdat’ı kardeş şehir yapmak istediğimizi tekrarladık. Çok ilgi
gösterdiler. Memnun ayrıldık. Ertesi günkü gazetelerde görüşmemiz haber olarak
verildi…
Resmî
temaslardan fırsat bulunca doğruca Azamiye Câmiîne gittik. Burası başka bir
yer. Daha bizden, daha gönül kaynatıyor. Sanki çok tanıdık bir yere gelmişiz
hissi uyandırıyor. Büyük kapıdan girince, camiin sağ köşesinde Türkçe bir levha
gözümüze ilişti: “Abdest alınır” yazıyordu. Resûl o tarafa yöneldi. Ben de
içeri girdim…
Öğle
namazını kılıp, mihrabın sol tarafında, Hazreti İmâmın kabrine açılan kapı
önünde Yâsin-i Şerif okuyup dua ettik. Ağlayarak yalvardık.
Çok
güzel bir ândı…
Bilhassa
Hocamın adını andığım zamanki hâli hiç unutmam! Unutamam…
Akşam
yaklaşırken tarihî çarşıda bakır eşya satan dükkânlara gittik. Malviya işlemeli
tepsi, bakır bir vazo ve tabak aldım. Dönüşte evimdeki en güzel yerlere
koyacağım.
Akşam
Mevlid Kandili idi. Türkiye’deki dostlarımızı, büyüklerimizi arayıp tebrik
ettik. Muktefi Yazıcı ağabeyim çok sevindi…
Kerbelâ
- Kûfe, 4 Kasım 1987
Sabah
erken yola çıktık. Bağdat’ın güney-batı istikametinde ilerliyoruz. Bugünkü
güzergâhımız Kerbelâ - Kûfe, Necef – Bâbil.
Gidiş
dönüş şeritleri ayrı. Hurmalıklarla, okaliptüs ağaçlarıyla süslü geniş yollar.
Etrafta, mevzilenmiş uçaksavarlar, makineli tüfekler görülüyor. Yandaki
arabanın üzerinde üç yıldızlı Irak bayrağına sarılı bir tabut var. Yol boyunca
birkaç defa şehit cenazesi taşınırken gördük...
Kerbelâ
yolunda Hz Âlî “radıyallahü anh” efendimizin kerimeleri Zeyneb “radıyallahü
anhâ” oğlu Avn bin
Abdullah’ın türbesini
ziyaret ettik.
Göz
alabildiğine düz ve ağaçsız, otsuz kavrulmuş arazide ilerleyerek Kerbelâ’ ya
vardık. Çöl kenarında, eski, bakımsız bir şehir. Fazla uzaklaşmadan etrafta
şöyle bir dolaştım. Hatıra olacak bir eşya aradım. Tek katlı toprak evler, eğri
büğrü sıvası dökük duvarlar. Derme çatma, camı kırık dükkânımsı yerler.
Sokaklarında erkek mi kadın mı olduğunu uzaktan anlayamadığım örtülü, başı
sarılı tek tük insan…
Şehir
yokluk kokuyor. Mahrumiyet, çile tütüyor burada…
Zemini
Kerbelâ toprağından mı, yoksa başka mı bilemediğim büyük, kare şeklinde
tuğlamsı plakalarla kaplanmış, geniş bir meydandayız. Meydanın bir ucunda Hazreti Hüseyin radıyallahü anh ve 69 şehit. Diğer
ucunda İbn-i Abbas radıyallahü anh türbeleri var. Bayraklar, flamalarla
donatılmış. Türbe civarı üçerli beşerli çömelmiş, oturmuş, uzanmış kalabalıklarla
dolu. Yaklaşınca nahoş kokuyorlar...
Aralarından
içeri girip, dua ettik.
Necef’e,
tek tük tekerlek izlerinin bulunduğu söğütlü bir yolu izleyerek vardık. İç
Anadolu’nun köy yollarını andırıyor. Bir yanı söğüt ağaçları, diğer yanı
tarlalar ve toprak sıvalı seyrek evler. Hz Alî radıyallahü anh efendimizin güneşte parlayan türbesini
uzaktan, ağaçlar arasından fark edebiliyoruz. İçimiz hop edecek gibi…
Ve altın
yaldızlı kubbesi, dört köşeli minaresi, ihtişamlı, tezyinatlı yüksek kapısı ile
türbenin önündeyiz. [2003 ABD İşgali Savaşında bu kapının ve duvarların tahrip
edildiğini televizyonlardan izledim. İçim sızladı… Sade bu vebal yeter, sebep
olan zalimlere eziyet için].
Avluda
büyük kalabalık var. Her yanda siyah bürgülü, çarşaflı kadınlar. Fakirliği her
hâlinden anlaşılan erkekler…
Kerbelâ
taşlarına secde eden, dövünen taşkın Şiîler…
Kurân’a
saygı göstermeyen insanlar yüzünden buranın rûhânî havasını teneffüs etmek mümkün
olacak mı bilmem…
Her
tarafta kiremit parçası gibi gri taşlar. Secde ederken alınlarının altına
koyuyorlar. Kurân-ı kerîm yerlerde. Namaz kılanlarda tâdili erkân diye bir şey
yok. Namaz kılanların önünden sürtünerek geçiyorlar. Kadın erkek fark etmiyor.
Bu davranışları biz Sünnîler anlayamıyoruz, kabullenemiyoruz. Sevmek böyle mi
olur? İslam bu mudur? Demeden edemiyoruz.
Çaresiz;
itiş kakış kalabalık arasında ziyaretimizi yaptık. Ama içimize sinmedi, doyamadık.
Resûl’ün
hıçkırıkla ağlayıp, duâ ettiğini biliyorum.
Kemerli,
işlemeli yüksek kapıdan çıkıp avluya yöneldiğimizde kalabalığa şeker
atıyorlardı. Bî- edep insanlara inat, şekerlerini almak istemiyorum. Ama bir
tanesi kucağıma düştü. Biri de kapı çıkışında en sıkışık yerde süzülüp adeta
avucuma girdi. Onları aldım. Birini yedim. Diğerini birer kıymık dostlarıma
hediye etmek üzere götüreceğim…
Öğle
namazımızı Kûfe’de, Hazreti Âlî (radıyallahü
anh) efendimizin şehit edildiği büyük câmide, cemaatle kılmak istiyoruz. Aslında
buraların adı Kûfe. Ama neden ‘Necef’ diye ayırmışlar anlayamadık. Nitekim
birkaç dakika sonra, şehirden çıkmadan, binalar sürüp giderken Kûfe’ye girdik.
Kûfe: Âlimleri ile meşhur şehir…
Mihmandarımız
Temur beğ bizi önce bir binaya götürdü. Meğer burası Hazreti Âlî efendimizin Kûfe’de
ikamet ettikleri hâne-i saâdetleri imiş. Halifeliklerinin ikinci yılında(h.36)
çıkan Deve(Cemel) Vak’ası dolayısıyla bir daha Medine’ye dönmemişler. Kûfe’yi
başşehir yapıp, burada yerleşmişler. İşte o evin önündeyiz.
Hafif
tepemsi bir yerde, avlu içinde bir ev. Sanki sazlık, bataklık bir arazide
bulunduğumuz hissini veriyor. Sazlıklar arasında yer yer kalın taş duvar
yıkıntıları veya sur temellerine benzer izler var. Bir km. kadar ileride yüksek
duvarlarla çevrili Kûfe Câmiî görünüyor. Surların bir köşesinde buralarda
görmeye alıştığımız altın yaldızlı bir kubbe parlıyor. Uzaklarda tek tük insan
hareketlerini görebiliyoruz. Ağaçlar arasında oynaşan çocuklar var…
Bir
avluya giriyoruz. Zemine rengârenk halı, kilim ve bizim çaputçul dediğimiz
türden örtüler serilmiş. Sağda iki kapı görünüyor.
Biri kendi hânelerine, kemerli olanı mübarek hanımefendilerine giden koridorun
kapısı.
Avluda
birileri bize bilgi verdi. Burada kabir ziyaret âdâbına ve sünnî itikada
uymayan, tasvip edilemeyecek çok söz
duyduğumuzdan ve hareketler gördüğümüzden onlara güvenilemeyeceğine dair bir
fikir oluştu bizde. Açıklamalarını ve tercümeleri ihtiyatla dinledik. Bu
kıymetli mekânı koklaya koklaya, yavaş adımlarla dolaşıyoruz. Söylendiğine göre
Hazreti Âlî radıyallahü anh efendimiz kemerli ve iki yanı oymalı büyük odada,
vefat etmeden önce mübarek oğulları hazreti Hasan ve Hüseyin’i yanlarına alıp,
nasihat etmişler, son sözlerini söylemişler…
Hanımlar
bölümünden geçince bir kuyu, çıkrık ve kova gördük. Avlunun hemen girişinde
ayrı bir oda var. Burası Hazreti Âlî efendimizin ders öğrettiği, sorulara cevap
verdiği yer diye tarif ettiler.
Evden
ayrılıp, yürüyerek Hazreti Âlî (kerremallahü vecheh) efendimizin camilerine
gittik. Yüksek duvarlarla çevrili büyük bir avluya girdik. Kıble tarafında
mescit var. Gürültülü ve bizim alışık olmadığımız tarzda namaz kılındığı için
cemaate uymadık. Dışarıda açık mekânda kılmayı tercih ettik. Yanımıza yaklaşan
bir görevli anlatmaya başladı: Burası Âdem aleyhisselâm makamı, şurası Cibril-i
Emin makamı, ötesi Hazreti İbrahim aleyhisselam makamı… vs.
Bir
ara iyice ilerletti ve “rivayete göre mîrâc burada olmuş” dedi...
Saçmalamaları
böylece sürerken “makam” dediği, telefon kulübesine benzeyen küçük kerpiç
yapıları gösterdi. İçleri Kerbelâ taşlarıyla (secde plakaları) doluydu. “Burada”
dedi “Kâbe’de olan her şey vardır”.
Bu
sözü duyunca uyandım!
Şiîlerin
hepsi böyle midir? Yoksa bunlar daha sapık bir başka fırka mıdır bilmiyorum.
Kendilerine bir peygamber, bir Kâbe, çeşitli makamlar vehmetmişler. Uydurma bir
din, bir kopya peşindeler…
Tehiyyet-ül
mescit kılmak için girdik. Hazreti Âlî radıyallahü anh efendimizin mihrabını
şebeke altına alıp, kapatmışlar. Önünde dönüp, vaveyla ederek ağlaşıyorlardı.
Bazıları da parmaklıkları öpüyorlardı.
Önümüzden
geçmesinler diye secde mesafesine kadar duvara yaklaştık. Sağımızı da minbere
verip, iki rekât namaz kıldık. Buna rağmen bazı kadınlar yine bildikleri gibi
yaptılar. Oradan ayrılıp, yürüyerek tekrar hane-i saadetlerine döndük. Resimler
çektik. Avluda iki rekât namaz kıldık. Etrafımızdaki eski Kûfe kalıntılarını
seyrettik.
…
Fırat
nehrinin kollarını geçerek, hurmalı yollardan Hille (Babil)’e geldik.
Babil;
ortaokul çağımızdan hatırımızda olan o tarihî şehir…
Bir
hanım görevli önümüze düştü, müzesini gezdik. İlk matbaa sayılabilecek çivi
yazısıyla hazırlanmış ruloları gördük.
Hanımlar
binlerce yıldır aynı taşları boncukları kullanıyor demek. Camekân altındaki o
kolyeleri verseniz, şimdi de kullanırlar, hemen…
Babil
Kulesi ve Asma bahçeleri yok. Maket olarak, tahminî bazı şeyler yapmışlar. Ama
gerçek yeri ve şekli tam bilinmiyor…
Harabe
şehri gezdik. İştar ve Babil aslanını(heykel) gördük.
Hille
girişinde, ilk kanunları yaptığı söylenen Hammurabi’nin bir heykeli yükseliyor.
Birkaç küçük nehir kolunun(muhtemelen Dicle ve Fırat) birleşip ayrılarak Basra’ya
doğru akıp gittiğini gördük. Basra’yı çok istiyoruz. Ama savaş sebebiyle daha
güneye inmemize izin vermiyorlar.
Kazılarla
ortaya çıkarılan Babil sokaklarını gezerken o vakitten kalan asfalt yol
dikkatimizi çekti. Birkaç yüz metrelik yol düzgün ve bozulmamış haldeydi.
Denemek için yanına paralel bir yol yapıp, bugünün asfaltını dökmüşler.
Sıcaktan iki yılda bozulmuş. Eski asfaltın bileşimini hâlâ araştırıyorlarmış.
Akşam
vakti Bağdat’a döndük.
Yarın
Allah ömür verir, kısmet olursa Selmanpâk şehrine gideceğiz. Selman-ı Farisî (radıyallahü
anh) hazretlerinin türbesini ziyaret edeceğiz.
Selmanpâk
(Medain), 5 Kasım 1987
Bağdat’ta
son günümüz. Sabah erken dönüş için valizlerimizi hazırladık. Otele borcumuzu
ödedik. Resmî ve gerçek kur burada beş kat farklı olduğu için 200 dolar telefon
faturası çıkardılar. Çok ağırımıza gitti. Ama Baas rejiminde, Saddam yönetiminde,
üstelik harp hâlinde bunlar olağan şeylermiş. Çaresiz ödedik!
Selman-ı
Fârisî (radıyallahü
anh) hazretlerini ziyaretimiz sürpriz oldu.
Evvelsi gün Sanayi Bakanı Cahit Aral nerelere gittiğimizi sormuştu. Biz de
saydık. “Olmaz. Panoramayı mutlaka görün. Orayı görmeden bir yer görmüş
sayılmazsınız” demişti. Orasının nadir rastlanan bir gösteri olduğunu
anlatmıştı.
Mihmandarımıza
sorduğumuzda, Bağdat’a 50 km mesafede ve Selmân-ı Farisî hazretlerinin de orada
bulunduğunu söyledi. İş değişmişti, oraya gitmek istiyorduk. Ama nasıl? Üstelik
vakit de dolmuştu. Hani çok şey isteyerek onları zorlamaktan kaçınıyorduk.
Şöyle düşündük eğer nasipte varsa, o büyükler bizi çekerlerse, mutlaka gideriz.
Boşuna tasalanmayalım dedik.
Çok
şükür sabah mihmandarımızla buluştuğumuzda oraya ziyaretimizi de programa
aldıkları müjdesini verdi. Derecesiz, tarifi imkânsız sevindik.
Orayı
gidip görmüş birisi “gidin” demişti. “O türbe gariptir. Bileni, arayanı azdır.
Gidin oraya!” demişti. Gittik.
Geniş,
tuğla plaka döşeli avlu içinde bir mescit, iki türbe, bir şadırvan görünüyor. Önceki
gördüklerimize göre oldukça sâde. Yaldızı parıltısı yok. Hatta kubbelerin
sıvası dökülmüş. Bakıma ihtiyacı ilk anda belli oluyor.
Mescidin
hemen sol tarafındaki ilk türbeye girdik. Kimsecikler yoktu. Yeşil örtülü bir
şebeke içinde, az aydınlatılmış sade bir kabir. Fars asıllı, çok ilerlemiş bir
yaşta iken eshâb olmakla şereflenmiş, Ehl-i Beyt’ten sayılmış o mübarek zât
burada yatıyor. Silsile-i Âliyye (rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecmaîn) isimler sıralamasında Hazreti Ebû Bekir radıyallahü anh
efendimizden sonra geliyor…
“Nebî,
Sıddîk ve Selmân…
Kâsım,
Câfer, Bistâmî…”
Kabrin
ayakucuna oturup, Yasîn-i Şerif okuduk. Onları vesile ederek duâ ettik. Şefaat
istedik…
Fotoğraf
çektik, edeple ayrıldık.
Yandaki
türbede Ashaptan Huzeyfe-i
Yemanî ve Abdullah bin Câbir (radıyallahü anhüm) ve Tâhir bin İmâm-ı Muhammed
Bâkır (rahmetullahi
aleyh) kabirleri bulunuyormuş. Bunu duymak bizin için çok büyük sürprizdi.
Koştuk…
Nimet
üstüne nimet, ihsan üstüne ihsan, doy doyabildiğin kadar, al alabildiğin
kadar...
Ey
yüce Rabbimiz bizi onlara lâyık eyle. Âmin.
Büyüklerimize,
buralara gelmek saadetimize sebep olanlara teşekkür ederiz.
Mescidin
imâmı çok muhterem bir zat. Hareketleri edebini, ilmini ve asaletini
yansıtıyor…
Kürt
olduğunu öğrendik.
Bizi
davet etti. Avlu içindeki odasında çay ikram etti. Bir de Mushaf-ı şerif…
Teşekkür
ederek alıp, başımıza, gözümüze sürdük.
Ne büyük
ihsan içindeyiz. Biz âciz, günahkâr kullarını affet Allah’ım!
Bağdat’ta,
Samarra’da ve burada(Selman Pâk) bize birer Mushaf hediye edildi. Her üçü de
Ehl-i Beytin hediyesi…
Yâ
Rabbî bize onları sevdir. Bize hakikî sevgiyi nasip eyle…
Rahmetli
Seyyid Münir Üçışık efendinin duasını işitir gibiyim.
Sanki
onların yıllar öncesinden bize duasıydı bunlar…
Oradan
ayrılırken üç gün önce Bağdat’ta tanıştığımız Pakistanlı grup ile karışılaştık…
Maşallah,
iyi gidiyorlar…
Ve
Panorama;
Hicretin
16. senesinde Sa’d ibni Ebi Vakkas radıyallahü anh kumandasındaki 36 bin
kişilik İslâm ordusu ile 120 bin kişilik Kisrâ ordusu arasında geçen Kadsiye Meydan Muharebesini canlandırıyor. 180 metre uzunluğunda
40 metre yüksekliğinde bir “savaş tablosu” düşünün. Bu tablonun silindirik -
küresel bir odada duvara işlenmiş hâli olarak tarif edebilirim.
Panoramayı
görmek için asansörle dört kat çıktık. Minarenin şerefesinde döner gibi
dönerek, yürüyerek tabloyu seyrediyorsunuz. Sanki bir savaş alanına kuleden
bakıyormuş hissine kapılıyor insan. Elin erdiği, eğilip başınızı uzattığınızda
gördüğünüz yakın mekân tamamen gerçek madde ve eşyalarla birebir düzenlenmiş;
toprak, kum, çalılar, savrulmuş miğferler, saplanmış oklar. Parçalanmış bir
araba, kazılmış bir hendek… İnleyen yaralılar…
Savaş
sahnesi bu gerçek elemanlarla başlıyor, bir yerden sonra resim olarak devam
ediyor. Ama nereden itibaren resme geçiyor belli değil. Tabiî kumdan boyama
tabloya öyle bir geçilmiş ki, siz yakında gördüğünüz kum çölünün ufka kadar
aynen devam ettiğini sanıyorsunuz. Göz alabildiğine binlerce insan, toz duman.
Savaş bütün şiddetiyle karşınızda. İşte şuracıkta şehit olmak üzere olan bir
mümin, hemen yanında bir genç ok atıyor. Fillerin hortumu kesilmiş, gözlerine
zıpkın saplanmış…
Her
hareket ustaca seslendirilmiş. Eğer 180 metrelik turda yürüyüş sürati ile ses
akışı uyumunu yakalayabilirseniz (belki ilk defada başarılamayabilir. Ama
ikinci bir tur yapılırsa akort sağlanıyor) o dört günlük çetin savaşın bir
kesitinde bulunmuş gibi oluyorsunuz…
“Savaş
böyle olurmuş demek” diyorsunuz.
Bu
sırada Hazreti Ka’ka (radıyallahü anh) Şam seferinden dönüyormuş. Askerleriyle
birlikte süratle Sa’d bin Ebi Vakkas güçlerine iltihak ediyorlar. Kisrâ mağlup
oluyor…
İyi
bir temâşâ idi. Gerçekten hatırımızda kalacak…
Satış
yerinden kitap, broşür aldık. Biraz da hüzünle Bağdat’a, otelimize vardık.
Akşam
İstanbul’a hareket edeceğiz. Geceyi orada geçirip, yarın sabah nasipse İzmir’e
döneceğiz. Dönmeden önce Bağdat Radyosundan beş dakikalık bir röportaj
istediler. İki dakika İzmir’i anlattım. Kalan zamanda Bağdat intibalarımızı
söyledim. Bu mülâkat ayrıca gazetelerde de yayınlanacaktı. Üç yıldır Bağdat’ta
görevli bulunup, daha belediye başkanınıyla tanışmayan Türkiye Ticaret
müşavirinin ve de Kur’an-ı Kerim okunurken bacak bacak üstüne atıp, gazete karıştıran, müstehzî bakışlı
büyükelçimizin kulakları çınlasın. Onların ülkemiz tanıtım ve ticaretine bir
katkıları olmuş mudur acaba? Ama birçok şeyi baltaladıkları muhakkak!
…
Dönerken
şöförümüz Ahmed beğ ve mihmandarımız Temûr beğ’in çok üzgün olduklarını gördük.
Biz de aynı duygular içindeydik. “Eğer bütün Türkler sizin gibi olsa aramıza
sınır çekmeye ne gerek var? Kaldırırız sınırları birlikte yaşarız” diye iç
geçiriyorlardı…
Kucaklaştık,
vedalaştık…
[1] Samarra kitaplarda farklı şekilde (Samara,
Semeyran) diye de geçmektedir. Eskiden Bağdad’ın bir nahiyesi imiş. Sürre
men rea = Gören sevinir anlamına geliyor. MA
[2] Yıllar sonra,
2003’te Amerikan zalimleri Irak’ı işgal edip, her yeri yakıp yıkarken burası da
tahrip edildi… Güzelim kubbeler havaya uçuruldu. Hatırladıkça boğazımda ağrılar
düğümlenir. MA