DİYARBAKIR- URFA, 7-10 TEMMUZ 1988


GAP direktörlüğünün daveti üzerine, Resûl kardeşim ve gazeteci Ziya Yalçın dostumuzla beraber, konferans için gittik.  Bildiklerimizi, düşüncelerimizi ‘Eşekten düşenin hikâyesi’ni anlattık. Yakında hızla gelişip, serpilecek şehri kırlık sahalara doğru kaydırın, şu cânım tarihî dokuyu bozmayın dedik. Fırsattan istifade sulama tünelleri ve baraj inşaatını gezdik. GAP Projesini yerinde görmeden büyüklüğü anlaşılacak gibi değil! Bazı komşu ve Batılı ülkelerin bu projeyi neden engellemeye çalıştıklarını şimdi daha iyi anlıyoruz.
Ziyaretimizin madde ötesi amacı; Dicle ve Fırat’ın kolları arasındaki şu tarihî beldeyi, peygamberler diyârını teneffüs etmek.
Buram buram Anadolu kokusu,
Kubbe kubbe evliyâ türbeleri.
Şerha şerha topraklar sulanmayı bekler,
Yanık benizli, çilekeş insanlar ellerinden tutulmayı…
Diyarbakır Hazreti Ömer (Radıyallahü anh) zamanında; hicrî 18, miladî 639 da fetih edildi. Hz. Süleyman Camiinde 27 şehit sahabenin medfun bulunduğu,  değişik yerlerde toplam 500 sahabe ve tabiîn(radıyallahü anhüm ecmaîn) kabri bulunduğu söylenir.  Diyarbakır eskiden bölgenin adı imiş. Şehir merkezi ise Âmid diye isimlendirilirmiş.
Surlar ve Eshâb-ı Kirâmın(aleyhimürrıdvan) civarında yattığı Ulu Câmi en önemli nirengi noktaları. Ulu Caminin duvarlarında Selçuklu, Artuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Osmanlı dönemlerinden kalma 20 kadar kitabe bulunuyor. Bunlar kıymetli vesikalardır.  Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde, (Camiî Kebir) Ulu Cami hakkında şu bilgiyi veriyor:
“Şehrin ortasında eski mâbed, Diyarbekir'in yüzsuyu yâni Câmii Kebir. Bu eski ibadet yeri, tâ Hazreti Musa zamanında yapılmıştır. Bir sütun üzerinde İbranice tarihi vardır. Kale her kimin eline geçmiş ise, yine bu mâbed, mâbed olarak kalmıştır. İçinde öyle ruhaniyet var ki bir kimse iki rekât namaz kılsa, kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder!”
Ameldeki dört mezhebimize göre cemaat tutulacak mihraplar var. Köşeli minaresi ile dikkati çekiyor. Cami avlusunun sağ tarafında taş sütün üzerine oturtulmuş güneş saatini de merakla inceledik.
Hz. Ömer döneminde şehrin ilk valisi olarak tayin edilen Hazreti Sa’sa bin Sühân (radıyallahü anh) Cami ve Türbesi yakın bir yerde imiş. Ancak 1926 yılında yıktırıldığı için yerini tam bulamadık. [Sonraki tarihlerde yeniden inşa edildiğini ve hizmete açıldığını öğrendik.]
Hüsrev paşa camiî ve yanındaki Deliller Hanı diye bilinen yer, eskiden İslâm ülkelerinden Hicaz’a gitmek üzere gelen hacı namzetlerine delillik(rehberlik) edecek görevlilerin toplandığı kervansaraymış.
Âbideleri saymakla bitmeyen mübarek şehrin her yerinde ayrı bir rûhâniyet var. Caddelerinde tesettürsüz gezeni görmedik. İlk 1976’da gelmiştim. Sırtında but/et taşıyan satıcılara bu defa rastlamadım. Dicle’ye dönüşte uğramak üzere Peygamberler Şehri olarak bilinen Urfa’ya hareket ediyoruz.

Urfa: Adı Hazreti İbrahim, hazreti Eyyûb, Hazreti Elyasa, Hazreti Mûsa (aleyhismüsselam) ile anılan şehir. Enbiyası, evliyası, ereni, ermişi ile gönül sultanlarının diyârı.
Halîl-ür Rahmân Camiî, Balıklıgöl en bilinen ve ziyaret edilen yerler.
Eski bir kilisenin yerine inşa edilmiş olan Ulu Cami, Selçuklu ceddimizin güzel bir eseri. Kesme taşla inşa edilmiş, kemerleri, geniş avlusu ile ferahlık veren derunî bir sessizliği var. Saat kulesi görevi de yapan minaresi uzaktan fark ediliyor. Sabah namazında vardık. İçeride bir kuyu var. Rivayete göre; Hazreti İsa aleyhisselâm, şifa isteyen havarilerinden biri için mendil gönderir, o mendil bu kuyuya düşer. Suyu şifalı kabul ediliyor, biz de içtik.
Cami avlusundan görülen kabristanda Mevlâna Hâlid-i Bağdadî(kaddesallahü sırrehül azîz) hazretlerinin oğlu Şihâbuddin’in türbesi var. Mecd-i Tâlid kitabında anlattığına göre: Mevlâna Hâlid hazretleri Şam’a göçünce ailesi Bağdad’ta kaldığından, ailesini Şam’a aldırmak ister. Ailesi Bağdad’tan çıkıp Urfa’ya vasıl olduklarında Mevlâna Hâlid hazretleri, hizmetlerinde bulunan Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı’ya hitâben: “Hâfız Urfalı, ailem şimdi Urfa’da senin evine ulaştı. Orada oğlum Şihâbuddin vefat eyledi” buyururlar. Hâfız Urfalı söylenenleri hatırında tutar, Urfa’ya dönünce aynen söylendiği gibi olduğunu öğrenir! İşte o türbeyi ziyaret ederek, Fatihalar okuduk. Cenâb-ı Hakk şefaatlerine nâil eyleye.

Dergâh Camiinde asırlardır kesilmeden devam eden bir zikir halkası olduğunu öğrendik. Her sabah namazdan sonra başlarmış. İşgal yıllarında ve ihtilâl dönemlerinde dahi kesilmemiş. Ertesi sabah erken bir arabaya atlayıp yetiştik. Geniş avlunun kıble tarafındaki kemerler altında halka olmuş, çehreleri rahatlık veren elli kadar insan. Okuyorlar…
Bazen bildiğimiz, bazen duyduğumuz bazen de duymadığımız duaları bir ağızdan, güzel sesle ama tegannî etmeden söylüyorlar…
Bir ara esmâ-i hüsnâ saydılar; Hû, Hakk, Ya Hayy, Ya Kayyûm...
Sevgi, muhabbet, yükselen bir nidâ ile niyâz ile. Kıskançlıktan, gizlenmekten öte bir halka. İlişiverdik kenarına! Hazla dinledik, dua ettik, âmin dedik.
Hazreti Âlî (kerremallahü vecheh)’efendimizden, Gavs-ı Âzam’a(kaddesallahü sırrehül azîz), bütün Kâdirî büyüklerine, sevenlerine uzanan bir zincir, bir muhabbet halkası. Gönlümüz ferahladı.
***
Konu Urfa Olunca, 1712 yılında vefat eden ve İstanbul Karacaahmet Mezarlığına defnedilen Urfalı Şair Nâbî’yi anmadan olmaz. Peygamber aşığı Nâbî, devlet erkânıyla beraber Hac yolculuğuna çıkar. Kafile, Medine-i Münevvere'ye yaklaşır. Vakit gecedir. Peygamber Efendimize (s.a.s.) bir an önce kavuşma özlemiyle Nâbî'nin gözüne uyku girmez. Kafiledeki bir kimse ayaklarını kıbleye doğru uzatmış uyumaktadır. Peygamber beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî, kalbine doğan ilhamla irticalen bir kaside söyleyiverir.
Kafile, şafak vakti Medine-i Münevvere'ye girmektedir.
Bu sırada Mescid-i Nebevî'nin minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar. Nâbî dikkat eder; okunan kendi kasidesidir!
Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine, "Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nereden öğrendin" der. Müezzin şöyle cevap verir: "Bu gece rüyamda Efendimizi (s.a.s.) gördüm, bana dedi ki: "Ya müezzin kalk, yatma. Benim ümmetimden bir zât kabrimi ziyarete geliyor. Muhabbetinden benim için şu kasideyi söylemiştir. İşte bu cümlelerle minareden onu karşıla" dedi. Ben de hemen kalktım. Abdest aldım. Peygamberimizin iltifatına mazhar olan âşık acaba kimdir diye düşünerek minareye koştum. Öğretildiği gibi okudum."
Bunun üzerine Nâbî, "Ümmetimden mi dedi" deyip hıçkırıklara tutulur ve sevincinden bayılıp oracığa düşer. Nâbî'nin yazdığı o muhteşem Kaside:

“Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ'dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ'dır bu.
Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde,
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zâil,
Â'mâdan açdı mevcûdât dü çeşmin; tûtiyâdır bu.
Felekde mâh-ı nev Bâb'üs-Selâmın sîne-çâkidir,
Bunun kandîli cevzâ Matla-ı nûr-i ziyâdır bu.
Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Matâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.
Günümüz Türkçe'siyle ifade edersek:
"Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allahu Teâlâ'nın Sevgilisi'nin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak Teâlâ'nın nazar evi, Resûl-i Ekrem'in makamıdır. Burası Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir, fazilet yönünden düşünülürse Allahu Teâlâ'nın arşının en üstündedir. Bu mübarek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar, iki gözünü körlükten açtı. Gökyüzündeki yeni ay, O'nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O'nun nûrundan doğmaktadır. Ey Nâbî! Bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası, büyük meleklerin etrafında pervâne olduğu yer olup, bu kapının eşiğini, peygamberler bile edep ve hürmet dairesinde eğilip öperler."
***
Şehir merkezinin güneyine düşen Eyyûb Peygamber Mahallesi’nde Eyyub Peygamber Makamı olarak bilinen külliyede “Çile Mağarası” ve “Şifalı Kuyu” bulunuyor.
Şanlıurfa’da her yapı abidevî, her sokak tarihî. Mimarî dokusunun önemli bir kısmı olan sokaklar ve evler bozulmadan günümüze ulaşmış. Arab Camii Sokağı, At Pazarı Sokağı, Karanlık Kapı Sokak, Yorgancı Sokak, Zincirli Sokak…
Dar, yüksek duvarlı sokaklar, sokağa taşan cumbalar, kabaltı denilen kemerli geçitler. Kapılardaki tokmaklar çocukluğumdaki Karaman’ı hatırlattı: İki vuruş “misafir geldi”, büyük tokmakla tok vuruş “erkek geldi”, küçük halka ile ince vuruş “gelen bir hanım”  manasını taşıyor…
Mırra içmenin de bir âdâbı varmış, burada öğrendim. İlk defa içenler dikkatli olacak, fincanın tabanındaki kahve bir defada içilecek, fincan elden bırakılmayacak… Kibar insanların hoş âdetleri bunlar. Teşekkür ettiğimiz güleç delikanlı “ser serim, ser çavum” (Başım gözüm üstüne) diyor.
Harran ovası biteviye düzlük. Ufuk hattında Tek Tek Dağları seçiliyor. Harran’a yaklaştıkça tuğla örme ve harçla sıvalı kümbet evleri görüyoruz. Balçık sıva ile bağlanan kubbe ve duvarları ile bu evler bölge iklimine uyumlu yazın serin, kışın sıcak oluyormuş.
Buralar vaktiyle din, kültür, sanat, edebiyat, felsefe, astroloji gibi alanlarda önemli bir merkezmiş. Harran, Üniversitesi ile Anadolu'nun Endülüs’ü olmuş. Atomun parçalanabileceği fikri ilk defa fizikçi Cabir bin Hayyan tarafından ortaya atılmış. Cebir ilmi Harran'dan dünyaya yayılmış.  Güneşin kaynattığı ovada gözümüze ilişen harabeyi soruyoruz. Harran Ulu Camii dediler. Emevîler zamanında Halife II. Mervan tarafından yaptırılmış. Türkiye’de İslam mimarisinde yapılmış en eski cami olarak biliniyor. Mihrâbı, şadırvanı ve minaresinin bir bölümü hâlen ayakta.
Şeyh Hayat bin Kays el-Harranî (kuddise sirruh); Ma'ruf-i Kerhî, Abdülkadir-i Geylanî ve Akil el-Menbid gibi, ölümünden sonra da tasarruf (mânen yetiştirme kuvveti) sahibi olan dört veliden biri olduğu kitaplarda yazılıdır. Hicrî 581(m.1185) tarihinde vefat etmiş ve mescidinin yanına defnedilmiş. Türbenin yanındaki kuyu, Hz. Yakub Kuyusu olarak biliniyor. Selahaddin Eyyubî ve Halep hükümdarı Nureddin Zengî, hazreti şeyhi ziyaret edip hayır duasını alan büyük komutanlardan. Harran halkı yağmur duasına çıktığında O büyük velîyi vesile ederek, Allah'tan rahmet istemektedir.
Fatihalar okuyup, ayrıldık. Allahü Teâlâ şefaatlerine kavuştursun.
15 km güneyde Akçakale var. Az ilerisi Suriye. Köyler cetvelle ortasından bölünmüş, kardeş çocuklar sınır ötesinde kalmışlar. Karşılıklı camiler, buğday siloları. Şu demiryolu kenarında oynayan çocuklar topa hızla vursalar sınırın öte yanına düşecek! Kimler böldü, kıydı, niçin ayırdılar bizi? Hasbünallah ve nîmel vekîl…
Akşam olmuş, serin bir esinti başlamıştı. Camiin avlusunda namazlarımızı kılıp, ayrıldık.
Urfa’dan Diyarbakır’a dönüş yolunda, Siverek’i geçince kızgın güneş altındaki hafif engebeli, göz alabildiğine taşlık bir yaylada serpiştirilmiş siyah çadırlar gördük. Merak ettik, belki de nasibimiz çekti. Aracı yol üzerinde durdurup yürüdük. Taşlık arazide koşturan allı mavili kız çocukları, oğlanlar. Yer yer develer ıhmış! Keçiler ilerdeki yamaçta otluyor. Bir telaştır başladı biz yaklaşırken. Çadırın etrafındaki an(taş perde) ile çadır arasındaki koridor ot süpürge ile acele süpürülmüş. Baba, elinde bir kab, su serpiyor toprağa, tozmasın diye. Keçeler, kilimler serildi, minderler atıldı, yastıklar dayandı. Misafirler hoş geldi!
Komşu çadırlardan akın var. Selamlaşma, buyur etme…
Bizimle türkî, aralarında kürdî konuşuyorlar.
Çocuklar az kenarda halka olmuş, saçlar karışık, bazılarınınki örgülü, kimi ayaklar pabuçsuz. Gözlerinde gülücükler, biraz da hayret. Ağabey bir göz işareti yapıyor, hep beraber öteye çekiliyorlar.
Hal, hatır, sohbet… Taslarla ayran ikramı, serin mi serin. Şu kavrulan taş ve toprakta bu ne iş!
Gönüllerimiz kaynaştı.
***
Ah Anadolu insanım, sen hep verirsin;
Canını, malını, terini, göz nûrunu, ayranını,  aşını,
Hiç bulamazsan gülümsemeni, gönlünü verirsin.
Kuş uçmaz, ot bitmez bu yaylalarda insanlar kimseye yük olmadan yaşıyorlar. Ellerinde olanı da veriyorlar. Cömert, çilekeş insanlarım.
Bu topraklar sulanmayı bekler, bu insanlar ellerinden tutulmayı.
İslam mayası ile yoğrulduğumuzda kardeştik,
İnkilap ve ırk kezzaplarıyla lime lime edildik.
Sakaryam, ah Sakaryam sen batıda sürünürsün,
Kerdeşlerin Dicle ve Fırat Doğuda.
Kalkın artık, doğrulun.
Doğum, batım, kuzeyim, güneyim insanları,
Bölücülere, sömürücülere inat, öz mayanızla tekrar yoğrulun!

En son Dicle nehrine gittik. Bir teşehhüt miktarı kıyısında oturmak için.
***
Söylenir ki, Dicle hiç taşkın yapmaz, deli akmazmış,
Kimsenin malına zarar gelmesin diye kıvrılarak, mendereslerle akarmış.
Sakin Dicle, bereketli Dicle,
Büklüm büklüm Samarra’ya, Bağdat’a, Basrâ’ya varan Dicle.
Kaç büyüğün mübarek nazarlarına muhatap olmuş,
Kaç evliyayı kucağında, çevresinde taşıyan Dicle.
Şeyh Cüzeyrî’den, İmâm Asker-i Zekiyy’e,
İmâm-ı Âzam’a, Gavs-ı Âzam’a, tâ Basra büyüklerine (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) varan Dicle. Bütün o büyüklere selâm söyle.
Vâdinde kaç yiğit şehid olduysa, kaç delikanlı hayvanını otlattıysa,
Kaç gelin su aldıysa, sazlıklarında kaç kuş yuva yaptıysa selâm söyle.
Sana bakıp aşkını terennüm edenlere, köprülerinden geçenlere,
Suyundan içenlere selâm söyle…