Önce Medine’ye indik.
Sakindi, en iyi şekilde
değerlendirdik.
28 Mart öğleden sonra ihramlarımıza
girip, otobüsle Mekke’ye vardık.
Mescid-i haram kalabalık değildi,
öyle vakitler oluyordu ki, kaza
namazları kılarken, Kâbe ile aramızdan tavaf için geçen kimse dahi olmuyordu. Öyle
bir zamanda Altan kardeşim, “haydi” dedi “kimseler kalmadı, tavaf yapalım”.
Hemen seccadelerimizi toplayıp tavafa başladık. Bir ara tesbihini Kâbe duvarına
sürdüğünü gördüm. Ben de süreyim diye elimi attığımda tesbihim yoktu. Yatsı
namazından sonra kullandığımı, seccademin üstüne bıraktığımı hatırlıyorum… O tesbih
1952 yılında köyümüzden hacca giden bir akrabamız tarafından babama hediye
edilmişti. Babam rahmetli olalı, 8 yıldır kullanıyordum. Namaz kıldığımız yerde
unutmuşum, aradık ama bulamadık. 55 yıl sonra tesbih geldiği yere döndü!
Vaktimizi tavafla, kaza namazı
kılarak değerlendirmeye çalıştık…
Dolu dolu geçen sekiz günün ardından
döndük…
Son yirmi senede üçüncü ziyaretim.
Vehhâbîler, kutsal mekânları her geçen gün daha bozup,
aslını kaybettiriyorlar. Bu defa da
Mescid-i Harâm’ı 80 katlı gökdelenlerle kuşatmışlar… Osmanlı eseri tarihî Ecyad
Kalesini de yıkmışlar. Kâbeye tepeden
bakan bu yapılar pek hantal, çok uyumsuz. Hiç yakışmamış. Ama Suudîler petrol
sonrası, turistik ticârete hazırlandığından, mukaddesatın, tarihî mirasın onlar
için pek önemi yok!
Herkes aradığını bulurmuş.
Bizim gönlümüz 15 asırlık kokuyu
aramada. Gözümüz boynu bükük tepelerde, mahzun yamaçlardaki henüz kaybolmamış
ayak izlerindeydi…