İslâm ilim dinidir. İlmin olmadığı yerde
mukaddes dinimizi doğru olarak anlamak ve uygulamak da mümkün değildir.
Günümüzde halk arasında bu konuda bilgi
eksikliğinden, yanlış bilgiler edinmekten veya vehhabilik/mezhepsizlik
akımlarının etkilerine maruz kalmaktan kaynaklanan yanlış anlamalar ve
uygulamalar görülmektedir.
Bunlardan ziyaretlerimiz sırasında gördüğümüz
bazı yanlışlara yeri geldikçe temas edeceğiz. En çok rasladıklarımız; kabirler
veya türbe etrafında tavaf yaparcasına dönenler, türbelere ip, bez bağlayanlar,
kabre karşı namaz kılanlar, türbelerde bağırışan, sesli ağlaşan, dövünenler…
Bir de tam tersine kabir ziyaretlerini
ve orada yatanların rûhlarına okunmasını, onlara hediye edilmesini ve kabirde
yatan âlim-velî zatların ruhâniyetini vesile ederek Allah-ü Teâlâdan niyazda
bulunmayı kabul etmeyen, hatta şirk sayanlar bulunmaktadır.
Bu
ikinci kısım aşırılıklar günümüzde kendilerini Selefî diye tanıtan Vehhabî meşrepli kimseler içinde yaygındır. Bunun
örgütlü, uzun vadeli hedefleri olan ve Sünnî-Hanefî-Şafiî mezhepleri tahrip
etmek hedefine yöneldiğini düşünüyor ve Müslümanları dikkatli ve tedbirli
olmaya davet ediyoruz.
Bugün,
Körfez Ülkelerinde basılarak müslüman ülkelerde ücretsiz dağıtılan
selefîlik/vehhabilik fikir ve telkinleriyle dolu “Son Üç Cüzün Tefsiri”
adlı kitap, Hac ibadetinden dönenTürk
hacılara da dağıtılmakta, piyasada satılmaktadır. 200 sayfalık kitapta hak
mezheplerden, mezheb imâmlarımızdan hiç bahsedilmemekte, yarısından itibaren Ehl-i Sünnet itikadına,
Hanefî mezhebine uymayan sayfalar dolusu fikirler bulunmaktadır[1].
Bu itibarla; okuyucularımıza kabir ziyâreti, ölülerin rûhları için
Kur’ân-ı Kerîm ve duâlar okumak, âlim, velî,
sâlih kulların kabir ve türbelerini ziyaret etmek hakkında kısa bilgiler
sunmak faydalı olacaktır.
Sofiyye-i âliyyeden olup, 1335(h.736) da vefat eden Alâüddevle Semnânî(kuddise
sirruh) hazretlerine soruyorlar: “Mezardaki beden ruhsuzdur, işitmez. Rûh
ise mekânsızdır, her yerde hâzır olabilir. Evliyânın mezarına gidip ziyâret
etmeğe ne lüzum var? Nerede olursa olsun, bir velînin rûhuna teveccüh olunursa,
rûhu orada hâzır olmaz mı?”
Şöyle cevap veriyorlar: “Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir
velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona
teveccühü(kalben yönelmesi) her adımda artar. Mezarı başına gelip toprağını
görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifadesi artar. Evet,
ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde, Allahü
teâlânın izniyle hazır olurlar. Fakat dünyada iken yıllarca beraber bulunduğu
beden o topraktadır. Onun için rûhun o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı,
başka yerlerde olandan daha çoktur.” [2]
Bir âlim ve velinin kabrini/türbesini ziyaret arzusu doğunca, önce o
mubarek zâtın hayatını, hizmetlerini, eserlerini okumak, sorup bilgi edinmek
suretiyle bir ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Onların beldesine varıp
coğrafyasında, ikliminde yaşamak, yıllarını geçirdiği mekânları tanımak,
kullandıkları eşyaları ve yaşayış tarzını incelemek, o zamanın ve toplumun
sosyal ilişkilerini de dikkate almak, düşünmeye ve anlamaya daha büyük katkılar
sağlamakta, ayrı bir derinlik kazandırmaktadır. Sevgiye yol açan her merak,
ilgi ve bilginin istifadeyi artırdığı, yaşayanların anlatmalarıyla sabittir.
Reşahâtda Hâce Alâeddîn Attâr (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinden şöyle nakledilir: “Buyurdular:
Büyük meşâyıhın mezarlarını ziyâret etmelidir. Ziyâret eylediği ulunun
sıfatlarından ne kadar anlamış ve ne sıfatla, hangi hâl ile azîzin kabrine
yönelip gelmiş ise, o kadar feyiz alabilir. Gerçi o mubârek yerlerin
ziyâretinde bedenî yakınlığın çok tesirleri vardır. Ama hakîkatte o mubârek
rûhlara teveccühte bedenî uzaklık mani değildir. ‘Nerede olursanız bana salât
okuyun’ hadîs-i şerîfi bu sözümüzün doğruluğunu göstermektedir. Ve kabir
ehlinin misâl-i sûretlerini müşâhade etmeğe[kendisini kalben görmeğe] itibâr
yoktur. Asıl itibâr onlara teveccüh edip(kalben
yönelip), onları ziyâret etmekte ve
sıfatlarını anlamaktadır. Bütün bunları ifâde makamında Hâca Bahâeddin
Nakşîbend(kuddise sirruh) hazretleri buyurdular ki: Hâk teâlânın halkına
yakınlıktan, Allahu teâlâya yakın olmak evlâdır.”
Ve şu beyit onların mubârek
dillerinden çok duyulurdu:
Beyt:
Mertlerin kabrine tapınmada yok
değer,
Onların yaptığını sen de yap, maksada
er.
Ehlullahın kabirlerini ziyâretten
maksat, Allahu teâlâya teveccüh olmalıdır. Oradaki velînin rûhâniyetini kemal-i
tevecühe vesîle etmelidir…[3]”
Kabir Ziyâreti ve Kur’ân-ı Kerîm Okumak[4].
İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi aleyh) Etfâl-ül Müslimîn kitabında
buyuruyor ki, müslümanların kabirlerini ziyâret etmek sünnettir...
Hâtim-i Esâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)“Kabristandan geçen kimse, onları
düşünmezse ve dua etmezse, kendine ve onlara hıyanet etmiş olur” diyor…
Fâtıma (radıyallahü anhâ), hazret-i
Hamza’nın kabrini her sene ziyâret eder, düzeltir, tamir ederdi.
Hadîs-i şerifte, “Ana-babasının veya ikisinden birinin kabrini her
Cuma günü ziyâret edenin günahları afv olur. Haklarını ödemiş olur” buyruldu.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), mü’min olan akrabasının ve eshâbının
kabirlerini ziyâret ederdi. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “Bir müminin
kabrini ziyâret ederken, Allahümme innî es’elüke-bi-hurmet-i Muhammed
aleyhisselâm en lâ tü’azzibe hâzelmeyyit derse, o meyyitin azâbı kıyâmete kadar
ref’ olur”.
Şir’at-ül İslâm kitabı şerhinde diyor ki, “Sünnete uygun ziyâret yapmak
için, abdest alınır. İki rekât namaz kılıp,
sevabı meyyitin(ölünün) ruhuna gönderilir. Kabristana gelince ve aleyküm
selâm denir. Yukarıda yazılı dua okunup, meyyitin yüzüne karşı oturulur.
Yasîn-i şerîf veya bildiği sûreleri okur. Tesbîh okuyup, meyyit(ölmüş
kimse) için duâ eder”. Hadîs-i şerifte
buyuruldu ki, “Bir kimse, tanıdığının kabri yanından geçerken selâm
verirse, meyyit bunu tanır ve selâmına cevap verir”. Abdullah ibni Ömer (radıyallahü anh),
bunun için, bir kabir yanından geçerken durup selâm verirdi.
Nâfi’ diyor ki, Abdüllah ibni Ömer, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” kabri yanına gelir, (Esselâmü alennebiyy, esselâmü alâ Ebî Bekr,
esselâmü alâ Ebî) derdi. Böyle söylediğini yüzden fazla gördüm.
İmâm-ı Gazalî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İhyâu Ulûmi'd-Dîn kitabında
“Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve
sâlihlerin, velîlerin kabirlerinden bereketlenmek müstehaptır… Kabir ziyâret ederken, kıbleyi arkada
bırakıp, meyyitin yüzüne karşı oturup selâm vermek müstehaptır. Kabre el, yüz
sürülmez, öpülmez”.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “Bir kimse, kabristandan geçerken,
on bir İhlâs sûresi okuyup sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler
adedince sevâb verilir”. Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdu ki, “Kabristâna girince, Fâtiha, Kul-e’ûzüler ve İhlâs sûrelerini
okuyunuz! Sevâbını meyyitlere gönderiniz! Sevâbı hepsine vâsıl olur…”
Vefat edenin ruhu için, çeşitli kimseler farklı cüzleri aralarında
paylaşıp Kur’ân-ı Kerîmin tamamını okurlar ve her biri okuduğunun sevâbını
ölünün rûhuna gönderir veya biri hepsi için hediye ederse/dua yaparsa,
okuyanlar da (Âmîn) derlerse câiz olur ve çok faydalıdır. Fakat bu suretle hatim sevabı hâsıl olmaz.
Hatim olması için bir kişinin bütün Kur’ânı okuması ve sevâbını hediye etmesi
lâzımdır…
İbni Âbidîn buyuruyor ki, “Mevtâ, Cum’a günü kabrini ziyâret edeni
tanır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her sene Uhud şehitlerini
ziyâret edip, “Esselâmü aleyküm bi-mâ sabertüm fe-ni’me ukbeddâr” okurdu…
Fetâvâ-i Fıkhiyye kitâbında “sevâb hediye etmek için, izin
lâzım değildir” buyurulmaktadır.
Kabir ziyâret ederken, kabir üzerinde oturmak, uyumak mekruhtur. Bir
kabre Kur’ân-ı kerîm okumak için, yanındaki eski kabirlerin üstüne basmak ve
oturmak icap ederse, mekruh olmaz. Yeni kabir üzerine oturulmaz…
Abdül’Azîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh),
Abese sûresinin tefsirinde diyor ki, “Allahü teâlâ, meyyitin toprağa
gömülmesini emreyledi. Hindû kâfirleri ölülerini yakıyorlar. Ölü yakılınca,
beden gözden kayboluyor. Rûhun beden ile bağlılığı hiç kalmıyor. Ölü gömülünce,
rûh bedene ve bedenin bulunduğu mezara bağlı kalır. Rûhun bağlı bulunduğu belli
yer olur. İnsanlar burasını ziyâret ederek, ruhları meyyitin rûhu ile
tanışırlar, faydalaşırlar. Okunan
âyetlerin, duâların ve sadakaların sevapları ruha kolay vâsıl olur. Dirilerin
de, evliyanın, sâlihlerin ruhlarından istifadeleri kolay olur”.
Kabir Ziyaretinin Faydası
Mezhepsizler, ölüden fayda ve zarar gelmez diyorlar… Mezhepsizlerin bu
yalanlarına karşı Ehl-i sünnet âlimleri (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn)
vesikalarla, misallerle cevaplar verdiler…
Fahrüddîn er-Râzî, Kehf Sûresi tefsîrinde, diyor ki, Ebû Bekr-i
Sıddîkın cenazesini, vasiyeti üzerine, Resûlullahın kabri yanına getirdiler.
Selâm verip, kapına gelen Ebû Bekir’dir yâ Resûlallah dediler. Türbenin kapısı
açıldı. İçerden (Sevgiliyi sevgilinin yanına koyunuz!) sesi işitildi…
Beyhekî ve Vâkıdî bildiriyorlar ki; Fâtıma-i Huzâ’ıyye, hazret-i Hamza’nın kabrini
ziyâret etti. Selâm verince “Ve aleyküm selâm” denildiğini işitti… İbni
Mende, Talha bin Übeydullah’tan haber veriyor: Talha, bir gece, Abdullah bin
Amr bin Hirâmın kabrini ziyâret etti. Kabirden Kur’ân sesi işitti. Gelip
Resûlullaha söyledi. “O Abdüllahdır. Allahü teâlâ, şehitlerin rûhlarını
Cennete koyar. Her gece ruhları bedenleri ile buluşur. Sabah olunca, yine
Cennette olurlar” buyurdu… Beyhekî,
Sa’îd bin Müseyyibden haber veriyor ki, hazret-i Alî ile Medîne Kabristanına
geldik. Selâm verip, “Hâlinizi bize bildirir misiniz? Yoksa biz mi hâlimizi
haber verelim?” dedi. Bir ses işittik: “Ve aleykesselâm yâ Emîr-el
mü’minîn. Bizden sonra olanları sen söyle!” dedi…
Büyük İslâm âlimi Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa
(rahmetullahi aleyh) hicrî 934 yılında yazdığı Kırk Hadîs-i Şerîf’in, on
sekizincisi olan “Bir işinizde şaşırırsanız ölmüşlerden yardım
isteyiniz!” hadîs-i şerîfini açıklarken diyor ki: “Rûhun bedene
bağlanması, kuvvetli bir aşk ile olmuştur. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden
ayrılması demektir. Fakat rûh ayrıldıktan sonra, bu aşkı bitmez. Rûhun bedene
olan sevgisi, kuvvetli çekmesi, öldükten sonra, uzun zaman bitmez. Bunun
içindir ki, ölülerin kemiğini kırmak, mezarı üstüne basmak yasaktır”… Bir
insan, kuvvetli, olgun ve tesiri çok olan bir zâtın mezârı yanında durup, o
toprağı ve o zâtın bedenini düşünse, o zâtın rûhunun, bedenine ve dolayısı ile
o toprağa bağlılığı olduğundan, bu iki rûh karşılaşır. Gelen insanın rûhu, o
zâtın rûhundan çok şeyler edinir ve güzelleşir, olgunlaşır. İşte bu faydadan
dolayı, kabir ziyâretine izin verilmiştir. Bundan başka sebepler de yok
değildir.
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh),
Metâlib-i âliyye ve Zâd-ı Me’âd kitaplarında diyor ki: “Gelen insanın rûhu ile
kabirdeki zâtın rûhu, birer ayna gibidir. Birbirinin karşısına gelince, her
birinin ışığı, ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse, o toprağa bakıp, Hak
teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kazâ ve kaderine râzı
olup, nefsi kırılırsa, rûhunda marifet, feyiz hâsıl olur. Bunlar, o zâtın
rûhuna sirâyet eder. Bunun gibi, o zât, öldükten sonra, rûh âleminden ve
rahmet-i ilâhîden ona gelmiş olan ilimler, kuvvetli eserler, onun rûhundan,
gelen insanın rûhuna sirâyet eder, geçer”.
(El a’lâm) kitâbının sâhibi diyor ki, Peygamberlerin rûhları
(aleyhimüsselâm) göklerde ve diledikleri yerlerde ve kabirlerinde zuhûr eder.
Kabirlerinde her ân bulunmadıkları gibi, hep de ayrı kalmazlar. Kabirleri ile
ilişkileri ve o toprağa ayrı bir bağlılıkları vardır. Bunun nasıl olduğu
bilinemez. Bunun için, onları ziyâret etmek müstehaptır. Her müslimânın rûhu
ile kabri arasında, devamlı bir bağlılık vardır. Kendilerini ziyâret edenleri
anlarlar. Selâmlarına cevap verirler. Bunun içindir ki, hâfız Abdülhak-ı
İşbîlînin (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âkıbet kitâbındaki hadîs-i şerîfte,
“Bir mümin, tanıdığı bir müminin kabrine gelip selâm verince, onu tanır ve
cevap verir” buyuruldu. On sekizinci hadîs-i şerîfin açıklaması tamam
oldu...
(Râbıta-i şerîfe) kitâbının hicrî 1324 yılında
yapılan ikinci baskısı yirminci sahifesinde diyor ki, “Büyük bir zâtın kabrini
ziyâret eden kimse, ona râbıta ederse - dünya işlerini hiç düşünmeyip, kalbine hiçbir şey getirmeyip, o zâtın rûhunu, his organları ile
anlaşılamayan bir nûr farz ederek, bunu kalbinde bulundurursa - o rûhtan, kendi kalbine bir şeyler akmağa başlar. O
zâtın feyzlerinden bir feyz ve hâllerinden bir hâl, kendinde hâsıl oluncaya
kadar, bu nûru kalbinde saklamalıdır. Çünkü evliyanın rûhları, feyzlerin
kaynağıdır. Kaynağı kalbine koyan, bunun feyzine, nimetine, bilinmeyen
ihsanlarına elbette kavuşur. Rûhu kuvvetlenir, olgunlaşır.
Kişi kabir yanına gelince, önce selâm verir. Mezarın kıble tarafında,
ayakucuna yakın durur. Tanıdığı gibi, şeklini, suretini hatırına getirir. E’ûzü
ve besmele ile bir Fâtiha ve on bir İhlâs okur. Sevâbını Resûlullah efendimizin
ve bütün Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve Eshâb-ı Kirâmın ve Evliyâ-i İzâmın (aleyhimürrıdvân)
rûhlarına ve bu zâtın rûhuna hediye eder. Sonra oturur. Onun rûhunu, gönlünde
bulundurur. Kalbinde bir şey hâsıl oluncaya kadar durur. Gelen kimse almasını
bilirse, o zât da vermeğe ehil, olgun bir velî ise ve şartları gözeterek
beklerse, elbette bir şey ele geçer. Bu şartlar, o zâtın kendisini tanıdığına,
selâmını işitip cevap verdiğine, rûhunun, kâmil, olgun olduğuna, rûhunun bir
zamana ve yere bağlı olmadığına, nerede hatırlarsa, orada imiş gibi feyiz
vereceğine, Allahü teâlâ, feyzini, rûhun gıdasını, onun rûhu ile gönderdiğine
inanmalıdır…
Her şeyi yaratan, gönderen, yalnız Allahü Teâlâ’dır. Fakat her şeyi
belli bir sebeple göndermek, O’nun âdetidir. Onun nimetine kavuşmak isteyenin,
O’nun âdetine uyması, sebebine yapışması lâzımdır. Sebepleri aramamak ve
öğrenmek istememek, Allahü teâlânın âdetini bozmak olur… Bir kabirden feyz
almak için, o zâta karşı, diri imiş gibi, edeb ve saygı göstermek, kabri
üzerine basmamak da lâzımdır. O zât, mürşid-i kâmil ise, kalpteki nisbet, geç
hâsıl olup, uzun zaman kalır. Mürşid olmayan velî ise, hâsıl olan feyz ve
nisbet, keskin ve çabuk gelip geçici olur. Bu hâlleri bilmeyenler, yukarıdaki
hadîs-i şerîfe inanmaz, mevdûdur derler. Usûl-i hadîs âlimleri, bir hadîsin
sahîh olması için koydukları şartları taşımayan bir hadîse (Mevdû’) der
ki, “Benim içtihadıma göre sahîh olmamıştır” demektir. Hadîs değildir demezler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mubârek rûhundan
feyz almağa ermiş olan bir zât, bulunduğu yerden Ona teveccüh edince, Resûl-i
Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mubârek rûhu, Medine-i
Münevvere’de bulunan kabr-i saâdetinden, bu zâta feyz verir. Bunun gibi, ehil
olan, başarabilen de, evliyanın ruhlarından fayda görür…
Muhtasar kitâbının sâhibi, Mâlikî âlimlerinden şeyh Halîl (rahmetullahi
teâlâ aleyh) diyor ki, “Allahu teâlâ, Evliyânın rûhlarına öyle bir kuvvet
verir ki, çeşitli şekillerde görünebilirler. Bedenleri mezardan çıkmaz. Rûhları
şekil alıp görünür”…
Bir kimse, kendi memleketinde iken, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve
sellem) rûhâniyyetine teveccüh ederse, fayda bulur. Fakat Medîne-i Münevvere’ye
giderse, faydalanması öyle çok olur ki, memleketinde iken olan fayda, onun
yanında hiç kalır. Evliyâ-i kirâm, bu bildirdiğimizi kalpleri ile duyarak
anlamaktadır.
Celâleddîn-i Rûmî (kuddise
sirruh), son hastalığında buyurdu
ki, “Ben ölünce üzülmeyiniz! Her
yerde benimle olunuz, beni düşününüz! İmdadınıza yetişir, size yardım ederim.
Rûhumun, bu dünyada iki türlü bağlılığı vardır: Biri, bedenime olan bağlılığı,
ikincisi, sizlere olan bağlılığı. Allahü teâlânın inâyeti ile rûhum bedenden
ayrılınca, bedene olan bağlılığı da, size olur”.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllah-ı Dehlevî (kaddesallahu teâlâ sirrehul’azîz),
(Mekâtib-i şerîfe) kitâbının
sekizinci mektubunda buyuruyor ki, “Bâtındaki, ya’nî kalbindeki nisbetin
[bağlılığın] artmasına çalış! Allah ismini, bazan da Kelime-i tehlîli
çok zikr ederek, bazan salevât okuyarak, Kur’ân-ı kerîm okuyarak,
Allahü teâlâya yaklaşmağa uğraş! Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakîrin
rûhaniyyetine teveccüh ediniz! Yâhut Mirzâ Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın kabrine
geliniz! Ona teveccüh edince, çok terakki edilir. Ondan hâsıl olan fayda, bin
dirinin faydasından daha çoktur. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ile ve
Behâeddîn-i Buhârî ile de murâkabe ediniz!”
Sâlihlerin kabrlerini ziyâret ve bunlara tevessül ve istigâse etmenin
câiz olduğu, Et-tevessül-ü bin-Nebî ve bis-sâlihîn kitâbında ve mevlânâ
Hamdullah Sehârenpûrînin El-besâir-li-münkirit-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir kitâbında
uzun yazılıdır…
[1] Adı geçen kitaptaki yanlışlar ve Selefilik hakkında uyarıcı
incelemeler için bakınız:
·
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2015/05/03/8190/diyanet-camisinde-selefi-vehhabi-propaganda
·
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2014/06/30/7681/selefiler-kimdir-selefilik-nedir
·
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2014/09/29/7774/bir-guvenlik-tehdidi-olarak-selefilik
[2] Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi, Hazırlayan:
Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân), Berekât Yayınevi, 1983, I. Cild, s. 313-14.
[3] Reşahât Ayn-ül Hayât. Müellif Alî bin Hüseyn. Sadeleştiren
Süleyman Kuku(A.Fârûk Meyân), Fenomen Yayınları, 2010, Erzurum. 523s. 56. Reşha için bakınız, s.139-140.
[4] Kabr Ziyâreti ve Kur’ân-ı Kerîm Okumak
başlığı altındaki bilgileri hocam rahmetli Hüseyin Hilmi Işık
tarafından hazırlanan ve elli yıldır ülkemizde en çok okunan Tam İlmihâl
Seâdet-i Ebediyye(s:1008-1018) kitabından kısaltarak aldım. Daha geniş
bilgi edinmek isteyen okuyucularımız kitabın aslına müracaat edebilirler. Farklı
kaynaklara bakmak isteyen okuyucularımız aşağıdaki kitapları da
inceleyebilirler:
Hanefî mezhebine göre yazılmış en geniş fıkıh
kitabı olan “İbn-i Âbidîn, Redd’ül - Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar, Çeviren
Ahmed Davudoğlu, Şamil Yayınevi, 1983,
3. Cild s: 501-505.
Hüccetü’l
İslâm İmâm Gazâlî; İhyâu Ulûmi’d-Dîn. Tercüme Ahmet
Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, 4. Cild s: 873-880.
Büyük
İslâm İlmihali, Ömer Nasûhi Bilmen; Sadeleştiren
Mehmet Talû, Çelik Yayınları s: 278-280.