GİRİŞ


İslâm ilim dinidir. İlmin olmadığı yerde mukaddes dinimizi doğru olarak anlamak ve uygulamak da mümkün değildir.
Günümüzde halk arasında bu konuda bilgi eksikliğinden, yanlış bilgiler edinmekten veya vehhabilik/mezhepsizlik akımlarının etkilerine maruz kalmaktan kaynaklanan yanlış anlamalar ve uygulamalar görülmektedir.
Bunlardan ziyaretlerimiz sırasında gördüğümüz bazı yanlışlara yeri geldikçe temas edeceğiz. En çok rasladıklarımız; kabirler veya türbe etrafında tavaf yaparcasına dönenler, türbelere ip, bez bağlayanlar, kabre karşı namaz kılanlar, türbelerde bağırışan, sesli ağlaşan, dövünenler…
Bir de tam tersine kabir ziyaretlerini ve orada yatanların rûhlarına okunmasını, onlara hediye edilmesini ve kabirde yatan âlim-velî zatların ruhâniyetini vesile ederek Allah-ü Teâlâdan niyazda bulunmayı kabul etmeyen, hatta şirk sayanlar bulunmaktadır.
Bu ikinci kısım aşırılıklar günümüzde kendilerini Selefî diye tanıtan Vehhabî meşrepli kimseler içinde yaygındır. Bunun örgütlü, uzun vadeli hedefleri olan ve Sünnî-Hanefî-Şafiî mezhepleri tahrip etmek hedefine yöneldiğini düşünüyor ve Müslümanları dikkatli ve tedbirli olmaya davet ediyoruz.
Bugün, Körfez Ülkelerinde basılarak müslüman ülkelerde ücretsiz dağıtılan selefîlik/vehhabilik fikir ve telkinleriyle dolu “Son Üç Cüzün Tefsiri” adlı kitap,  Hac ibadetinden dönenTürk hacılara da dağıtılmakta, piyasada satılmaktadır. 200 sayfalık kitapta hak mezheplerden, mezheb imâmlarımızdan hiç bahsedilmemekte,  yarısından itibaren Ehl-i Sünnet itikadına, Hanefî mezhebine uymayan sayfalar dolusu fikirler bulunmaktadır[1].
Bu itibarla; okuyucularımıza kabir ziyâreti, ölülerin rûhları için Kur’ân-ı Kerîm ve duâlar okumak, âlim, velî,  sâlih kulların kabir ve türbelerini ziyaret etmek hakkında kısa bilgiler sunmak faydalı olacaktır.
Sofiyye-i âliyyeden olup, 1335(h.736) da vefat eden Alâüddevle Semnânî(kuddise sirruh) hazretlerine soruyorlar: “Mezardaki beden ruhsuzdur, işitmez. Rûh ise mekânsızdır, her yerde hâzır olabilir. Evliyânın mezarına gidip ziyâret etmeğe ne lüzum var? Nerede olursa olsun, bir velînin rûhuna teveccüh olunursa, rûhu orada hâzır olmaz mı?”
Şöyle cevap veriyorlar: “Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü(kalben yönelmesi) her adımda artar. Mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifadesi artar. Evet, ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde, Allahü teâlânın izniyle hazır olurlar. Fakat dünyada iken yıllarca beraber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için rûhun o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlerde olandan daha çoktur.” [2]
Bir âlim ve velinin kabrini/türbesini ziyaret arzusu doğunca, önce o mubarek zâtın hayatını, hizmetlerini, eserlerini okumak, sorup bilgi edinmek suretiyle bir ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Onların beldesine varıp coğrafyasında, ikliminde yaşamak, yıllarını geçirdiği mekânları tanımak, kullandıkları eşyaları ve yaşayış tarzını incelemek, o zamanın ve toplumun sosyal ilişkilerini de dikkate almak, düşünmeye ve anlamaya daha büyük katkılar sağlamakta, ayrı bir derinlik kazandırmaktadır. Sevgiye yol açan her merak, ilgi ve bilginin istifadeyi artırdığı, yaşayanların anlatmalarıyla sabittir.
Reşahâtda Hâce Alâeddîn Attâr (kaddesallahü teâlâ sırreh)  hazretlerinden şöyle nakledilir: “Buyurdular: Büyük meşâyıhın mezarlarını ziyâret etmelidir. Ziyâret eylediği ulunun sıfatlarından ne kadar anlamış ve ne sıfatla, hangi hâl ile azîzin kabrine yönelip gelmiş ise, o kadar feyiz alabilir. Gerçi o mubârek yerlerin ziyâretinde bedenî yakınlığın çok tesirleri vardır. Ama hakîkatte o mubârek rûhlara teveccühte bedenî uzaklık mani değildir. ‘Nerede olursanız bana salât okuyun’ hadîs-i şerîfi bu sözümüzün doğruluğunu göstermektedir. Ve kabir ehlinin misâl-i sûretlerini müşâhade etmeğe[kendisini kalben görmeğe] itibâr yoktur. Asıl itibâr onlara teveccüh edip(kalben yönelip), onları ziyâret etmekte ve sıfatlarını anlamaktadır. Bütün bunları ifâde makamında Hâca Bahâeddin Nakşîbend(kuddise sirruh) hazretleri buyurdular ki: Hâk teâlânın halkına yakınlıktan, Allahu teâlâya yakın olmak evlâdır.”
Ve şu beyit onların mubârek dillerinden çok duyulurdu:
Beyt:
Mertlerin kabrine tapınmada yok değer,
Onların yaptığını sen de yap, maksada er.
Ehlullahın kabirlerini ziyâretten maksat, Allahu teâlâya teveccüh olmalıdır. Oradaki velînin rûhâniyetini kemal-i tevecühe vesîle etmelidir…[3]
Kabir Ziyâreti ve Kur’ân-ı Kerîm Okumak[4].
İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi aleyh) Etfâl-ül Müslimîn kitabında buyuruyor ki, müslümanların kabirlerini ziyâret etmek sünnettir... Hâtim-i Esâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)“Kabristandan geçen kimse, onları düşünmezse ve dua etmezse, kendine ve onlara hıyanet etmiş olur” diyor Fâtıma (radıyallahü anhâ),  hazret-i Hamza’nın kabrini her sene ziyâret eder, düzeltir, tamir ederdi.
Hadîs-i şerifte, “Ana-babasının veya ikisinden birinin kabrini her Cuma günü ziyâret edenin günahları afv olur. Haklarını ödemiş olur” buyruldu. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), mü’min olan akrabasının ve eshâbının kabirlerini ziyâret ederdi. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “Bir müminin kabrini ziyâret ederken, Allahümme innî es’elüke-bi-hurmet-i Muhammed aleyhisselâm en lâ tü’azzibe hâzelmeyyit derse, o meyyitin azâbı kıyâmete kadar ref’ olur”.
Şir’at-ül İslâm kitabı şerhinde diyor ki, “Sünnete uygun ziyâret yapmak için, abdest alınır. İki rekât namaz kılıp,  sevabı meyyitin(ölünün) ruhuna gönderilir. Kabristana gelince ve aleyküm selâm denir. Yukarıda yazılı dua okunup, meyyitin yüzüne karşı oturulur. Yasîn-i şerîf veya bildiği sûreleri okur. Tesbîh okuyup, meyyit(ölmüş kimse)  için duâ eder”. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki, “Bir kimse, tanıdığının kabri yanından geçerken selâm verirse, meyyit bunu tanır ve selâmına cevap verir”.  Abdullah ibni Ömer (radıyallahü anh), bunun için, bir kabir yanından geçerken durup selâm verirdi.
Nâfi’ diyor ki, Abdüllah ibni Ömer, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabri yanına gelir, (Esselâmü alennebiyy, esselâmü alâ Ebî Bekr, esselâmü alâ Ebî) derdi. Böyle söylediğini yüzden fazla gördüm.
İmâm-ı Gazalî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İhyâu Ulûmi'd-Dîn kitabında “Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin kabirlerinden bereketlenmek müstehaptır…  Kabir ziyâret ederken, kıbleyi arkada bırakıp, meyyitin yüzüne karşı oturup selâm vermek müstehaptır. Kabre el, yüz sürülmez, öpülmez”.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “Bir kimse, kabristandan geçerken, on bir İhlâs sûresi okuyup sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir”. Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki, “Kabristâna girince, Fâtiha, Kul-e’ûzüler ve İhlâs sûrelerini okuyunuz! Sevâbını meyyitlere gönderiniz! Sevâbı hepsine vâsıl olur…”
Vefat edenin ruhu için, çeşitli kimseler farklı cüzleri aralarında paylaşıp Kur’ân-ı Kerîmin tamamını okurlar ve her biri okuduğunun sevâbını ölünün rûhuna gönderir veya biri hepsi için hediye ederse/dua yaparsa, okuyanlar da (Âmîn) derlerse câiz olur ve çok faydalıdır.  Fakat bu suretle hatim sevabı hâsıl olmaz. Hatim olması için bir kişinin bütün Kur’ânı okuması ve sevâbını hediye etmesi lâzımdır…
İbni Âbidîn buyuruyor ki, “Mevtâ, Cum’a günü kabrini ziyâret edeni tanır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her sene Uhud şehitlerini ziyâret edip, “Esselâmü aleyküm bi-mâ sabertüm fe-ni’me ukbeddâr” okurdu…
Fetâvâ-i Fıkhiyye kitâbında “sevâb hediye etmek için, izin lâzım değildir” buyurulmaktadır.  Kabir ziyâret ederken, kabir üzerinde oturmak, uyumak mekruhtur. Bir kabre Kur’ân-ı kerîm okumak için, yanındaki eski kabirlerin üstüne basmak ve oturmak icap ederse, mekruh olmaz. Yeni kabir üzerine oturulmaz…
Abdül’Azîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh), Abese sûresinin tefsirinde diyor ki, “Allahü teâlâ, meyyitin toprağa gömülmesini emreyledi. Hindû kâfirleri ölülerini yakıyorlar. Ölü yakılınca, beden gözden kayboluyor. Rûhun beden ile bağlılığı hiç kalmıyor. Ölü gömülünce, rûh bedene ve bedenin bulunduğu mezara bağlı kalır. Rûhun bağlı bulunduğu belli yer olur. İnsanlar burasını ziyâret ederek, ruhları meyyitin rûhu ile tanışırlar,  faydalaşırlar. Okunan âyetlerin, duâların ve sadakaların sevapları ruha kolay vâsıl olur. Dirilerin de, evliyanın, sâlihlerin ruhlarından istifadeleri kolay olur”.

Kabir Ziyaretinin Faydası
Mezhepsizler, ölüden fayda ve zarar gelmez diyorlar… Mezhepsizlerin bu yalanlarına karşı Ehl-i sünnet âlimleri (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) vesikalarla, misallerle cevaplar verdiler…
Fahrüddîn er-Râzî, Kehf Sûresi tefsîrinde, diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın cenazesini, vasiyeti üzerine, Resûlullahın kabri yanına getirdiler. Selâm verip, kapına gelen Ebû Bekir’dir yâ Resûlallah dediler. Türbenin kapısı açıldı. İçerden (Sevgiliyi sevgilinin yanına koyunuz!) sesi işitildi…
Beyhekî ve Vâkıdî bildiriyorlar ki;  Fâtıma-i Huzâ’ıyye, hazret-i Hamza’nın kabrini ziyâret etti. Selâm verince “Ve aleyküm selâm” denildiğini işitti… İbni Mende, Talha bin Übeydullah’tan haber veriyor: Talha, bir gece, Abdullah bin Amr bin Hirâmın kabrini ziyâret etti. Kabirden Kur’ân sesi işitti. Gelip Resûlullaha söyledi. “O Abdüllahdır. Allahü teâlâ, şehitlerin rûhlarını Cennete koyar. Her gece ruhları bedenleri ile buluşur. Sabah olunca, yine Cennette olurlar” buyurdu…  Beyhekî, Sa’îd bin Müseyyibden haber veriyor ki, hazret-i Alî ile Medîne Kabristanına geldik. Selâm verip, “Hâlinizi bize bildirir misiniz? Yoksa biz mi hâlimizi haber verelim?” dedi. Bir ses işittik: “Ve aleykesselâm yâ Emîr-el mü’minîn. Bizden sonra olanları sen söyle!” dedi…
Büyük İslâm âlimi Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa (rahmetullahi aleyh) hicrî 934 yılında yazdığı Kırk Hadîs-i Şerîf’in, on sekizincisi olan “Bir işinizde şaşırırsanız ölmüşlerden yardım isteyiniz!” hadîs-i şerîfini açıklarken diyor ki: “Rûhun bedene bağlanması, kuvvetli bir aşk ile olmuştur. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Fakat rûh ayrıldıktan sonra, bu aşkı bitmez. Rûhun bedene olan sevgisi, kuvvetli çekmesi, öldükten sonra, uzun zaman bitmez. Bunun içindir ki, ölülerin kemiğini kırmak, mezarı üstüne basmak yasaktır”… Bir insan, kuvvetli, olgun ve tesiri çok olan bir zâtın mezârı yanında durup, o toprağı ve o zâtın bedenini düşünse, o zâtın rûhunun, bedenine ve dolayısı ile o toprağa bağlılığı olduğundan, bu iki rûh karşılaşır. Gelen insanın rûhu, o zâtın rûhundan çok şeyler edinir ve güzelleşir, olgunlaşır. İşte bu faydadan dolayı, kabir ziyâretine izin verilmiştir. Bundan başka sebepler de yok değildir.
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), Metâlib-i âliyye ve Zâd-ı Me’âd kitaplarında diyor ki: “Gelen insanın rûhu ile kabirdeki zâtın rûhu, birer ayna gibidir. Birbirinin karşısına gelince, her birinin ışığı, ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse, o toprağa bakıp, Hak teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kazâ ve kaderine râzı olup, nefsi kırılırsa, rûhunda marifet, feyiz hâsıl olur. Bunlar, o zâtın rûhuna sirâyet eder. Bunun gibi, o zât, öldükten sonra, rûh âleminden ve rahmet-i ilâhîden ona gelmiş olan ilimler, kuvvetli eserler, onun rûhundan, gelen insanın rûhuna sirâyet eder, geçer”.
(El a’lâm) kitâbının sâhibi diyor ki, Peygamberlerin rûhları (aleyhimüsselâm) göklerde ve diledikleri yerlerde ve kabirlerinde zuhûr eder. Kabirlerinde her ân bulunmadıkları gibi, hep de ayrı kalmazlar. Kabirleri ile ilişkileri ve o toprağa ayrı bir bağlılıkları vardır. Bunun nasıl olduğu bilinemez. Bunun için, onları ziyâret etmek müstehaptır. Her müslimânın rûhu ile kabri arasında, devamlı bir bağlılık vardır. Kendilerini ziyâret edenleri anlarlar. Selâmlarına cevap verirler. Bunun içindir ki, hâfız Abdülhak-ı İşbîlînin (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âkıbet kitâbındaki hadîs-i şerîfte, “Bir mümin, tanıdığı bir müminin kabrine gelip selâm verince, onu tanır ve cevap verir” buyuruldu. On sekizinci hadîs-i şerîfin açıklaması tamam oldu...
(Râbıta-i şerîfe) kitâbının hicrî 1324 yılında yapılan ikinci baskısı yirminci sahifesinde diyor ki, “Büyük bir zâtın kabrini ziyâret eden kimse, ona râbıta ederse - dünya işlerini hiç düşünmeyip,  kalbine hiçbir şey getirmeyip,  o zâtın rûhunu, his organları ile anlaşılamayan bir nûr farz ederek, bunu kalbinde bulundurursa - o rûhtan,  kendi kalbine bir şeyler akmağa başlar. O zâtın feyzlerinden bir feyz ve hâllerinden bir hâl, kendinde hâsıl oluncaya kadar, bu nûru kalbinde saklamalıdır. Çünkü evliyanın rûhları, feyzlerin kaynağıdır. Kaynağı kalbine koyan, bunun feyzine, nimetine, bilinmeyen ihsanlarına elbette kavuşur. Rûhu kuvvetlenir, olgunlaşır.
Kişi kabir yanına gelince, önce selâm verir. Mezarın kıble tarafında, ayakucuna yakın durur. Tanıdığı gibi, şeklini, suretini hatırına getirir. E’ûzü ve besmele ile bir Fâtiha ve on bir İhlâs okur. Sevâbını Resûlullah efendimizin ve bütün Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve Eshâb-ı Kirâmın ve Evliyâ-i İzâmın (aleyhimürrıdvân) rûhlarına ve bu zâtın rûhuna hediye eder. Sonra oturur. Onun rûhunu, gönlünde bulundurur. Kalbinde bir şey hâsıl oluncaya kadar durur. Gelen kimse almasını bilirse, o zât da vermeğe ehil, olgun bir velî ise ve şartları gözeterek beklerse, elbette bir şey ele geçer. Bu şartlar, o zâtın kendisini tanıdığına, selâmını işitip cevap verdiğine, rûhunun, kâmil, olgun olduğuna, rûhunun bir zamana ve yere bağlı olmadığına, nerede hatırlarsa, orada imiş gibi feyiz vereceğine, Allahü teâlâ, feyzini, rûhun gıdasını, onun rûhu ile gönderdiğine inanmalıdır…
Her şeyi yaratan, gönderen, yalnız Allahü Teâlâ’dır. Fakat her şeyi belli bir sebeple göndermek, O’nun âdetidir. Onun nimetine kavuşmak isteyenin, O’nun âdetine uyması, sebebine yapışması lâzımdır. Sebepleri aramamak ve öğrenmek istememek, Allahü teâlânın âdetini bozmak olur… Bir kabirden feyz almak için, o zâta karşı, diri imiş gibi, edeb ve saygı göstermek, kabri üzerine basmamak da lâzımdır. O zât, mürşid-i kâmil ise, kalpteki nisbet, geç hâsıl olup, uzun zaman kalır. Mürşid olmayan velî ise, hâsıl olan feyz ve nisbet, keskin ve çabuk gelip geçici olur. Bu hâlleri bilmeyenler, yukarıdaki hadîs-i şerîfe inanmaz, mevdûdur derler. Usûl-i hadîs âlimleri, bir hadîsin sahîh olması için koydukları şartları taşımayan bir hadîse (Mevdû’) der ki, “Benim içtihadıma göre sahîh olmamıştır” demektir. Hadîs değildir demezler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mubârek rûhundan feyz almağa ermiş olan bir zât, bulunduğu yerden Ona teveccüh edince, Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mubârek rûhu, Medine-i Münevvere’de bulunan kabr-i saâdetinden, bu zâta feyz verir. Bunun gibi, ehil olan, başarabilen de, evliyanın ruhlarından fayda görür…
Muhtasar kitâbının sâhibi, Mâlikî âlimlerinden şeyh Halîl    (rahmetullahi teâlâ aleyh) diyor ki, “Allahu teâlâ, Evliyânın rûhlarına öyle bir kuvvet verir ki, çeşitli şekillerde görünebilirler. Bedenleri mezardan çıkmaz. Rûhları şekil alıp görünür”
Bir kimse, kendi memleketinde iken, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) rûhâniyyetine teveccüh ederse, fayda bulur. Fakat Medîne-i Münevvere’ye giderse, faydalanması öyle çok olur ki, memleketinde iken olan fayda, onun yanında hiç kalır. Evliyâ-i kirâm, bu bildirdiğimizi kalpleri ile duyarak anlamaktadır.
Celâleddîn-i Rûmî  (kuddise sirruh),  son hastalığında buyurdu ki,  “Ben ölünce üzülmeyiniz! Her yerde benimle olunuz, beni düşününüz! İmdadınıza yetişir, size yardım ederim. Rûhumun, bu dünyada iki türlü bağlılığı vardır: Biri, bedenime olan bağlılığı, ikincisi, sizlere olan bağlılığı. Allahü teâlânın inâyeti ile rûhum bedenden ayrılınca, bedene olan bağlılığı da, size olur”.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllah-ı Dehlevî (kaddesallahu teâlâ sirrehul’azîz),  (Mekâtib-i şerîfe) kitâbının sekizinci mektubunda buyuruyor ki, “Bâtındaki, ya’nî kalbindeki nisbetin [bağlılığın] artmasına çalış! Allah ismini, bazan da Kelime-i tehlîli çok zikr ederek, bazan salevât okuyarak, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmağa uğraş! Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakîrin rûhaniyyetine teveccüh ediniz! Yâhut Mirzâ Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın kabrine geliniz! Ona teveccüh edince, çok terakki edilir. Ondan hâsıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ile ve Behâeddîn-i Buhârî ile de murâkabe ediniz!”
Sâlihlerin kabrlerini ziyâret ve bunlara tevessül ve istigâse etmenin câiz olduğu, Et-tevessül-ü bin-Nebî ve bis-sâlihîn kitâbında ve mevlânâ Hamdullah Sehârenpûrînin El-besâir-li-münkirit-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir kitâbında uzun yazılıdır…


[1] Adı geçen kitaptaki yanlışlar ve Selefilik hakkında uyarıcı incelemeler için bakınız:
·         http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2015/05/03/8190/diyanet-camisinde-selefi-vehhabi-propaganda
·         http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2014/06/30/7681/selefiler-kimdir-selefilik-nedir
·         http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2014/09/29/7774/bir-guvenlik-tehdidi-olarak-selefilik
[2] Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi, Hazırlayan: Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân), Berekât Yayınevi, 1983, I. Cild, s. 313-14.
[3] Reşahât Ayn-ül Hayât. Müellif Alî bin Hüseyn. Sadeleştiren Süleyman Kuku(A.Fârûk Meyân), Fenomen Yayınları, 2010, Erzurum. 523s.  56. Reşha için bakınız, s.139-140.

[4] Kabr Ziyâreti ve Kur’ân-ı Kerîm Okumak başlığı altındaki bilgileri hocam rahmetli Hüseyin Hilmi Işık tarafından hazırlanan ve elli yıldır ülkemizde en çok okunan Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye(s:1008-1018) kitabından kısaltarak aldım. Daha geniş bilgi edinmek isteyen okuyucularımız kitabın aslına müracaat edebilirler. Farklı kaynaklara bakmak isteyen okuyucularımız aşağıdaki kitapları da inceleyebilirler:
 Hanefî mezhebine göre yazılmış en geniş fıkıh kitabı olan “İbn-i Âbidîn, Redd’ül - Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar, Çeviren Ahmed Davudoğlu, Şamil Yayınevi, 1983,  3. Cild s: 501-505.
Hüccetü’l İslâm İmâm Gazâlî; İhyâu Ulûmi’d-Dîn. Tercüme Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, 4. Cild s: 873-880.
Büyük İslâm İlmihali, Ömer Nasûhi Bilmen; Sadeleştiren Mehmet Talû, Çelik Yayınları s: 278-280.