2 Nisan 2009 Perşembe. Hâlid, bizi 2130
da Havaalanına bıraktı. Kâfile arkadaşlarımızla buluştuk. Çoğu tanıdık kimseler.
Biniş kartlarımızı alıp, pasaport kontrolünden geçince “30 yıldır
olamamıştı, galiba bu sefer oluyor” dedim içimden “gidiyoruz”…
İki saatlik uçuşla 0130’da
Halep’e indik. Bagajlarımızı alıp rehberlerimizin eşliğinde otelimize hareket
ettik.
3 Nisan 2009, Cuma
Riga Palas Otelinin Halep’i çepeçevre
görmeye yarayan camlı terasında kahvaltımızı yaptık. Halep Kalesi ve Arap -
Osmanlı mimarisini yansıtan çok sayıda minare, kubbe, taş binalar. Hava ılık ve
puslu.
Önce Halep Emeviye Câmiîne gittik. Geniş taş avlu, etrafında odalar.
Camîin içinde Zekeriya
Aleyhisselâmın kabri
var. Ziyaret ettik, okuduk. Beraberimizde getirdiğimiz okunmuş hatm-i şerîfler,
hatm-i tehlîller ile diğer sûre ve duâların sevabını rûhlarına hediye ettik…
Suriye gezimiz müddetince yaptığımız
bütün ziyaretlerimizde Seyyid Mehmed Said Arvas hocamız hediyelerimizi arz ve
duâ ettiler. Ayrı bir bereket oldu…
Cum’a namazını Halep Emeviye Camîinde
kıldık. Yaşlı, genç herkes var. İmâmın hutbesini anlamadım. Bir saat sürdü. Namazda gördüklerimiz Mekke ve
Medine’dekilerden farklı değil. Tâdil-i erkân ile kılmıyorlar. Gönül elbet daha
vakarlı bir cemaat ve insan kalitesi arzu ediyor…
Halkın çoğu Şafiî imiş. Cuma
namazından sonra bir gurup insan “Zuhr-ı âhır”ı da cemâatle kıldılar! M. Said Arvas
Bey “Cumaya hürmeten, cemaat ile değil, tek tek kılmaları lâzımdı” dedi.
Camiin kıble istikametinde Halep
Kapalıçarşısına açılan bir kapı var. Gidenler oldu. Biz camide kalmayı tercih
ettik. Bu Câmiin avlusunda Moğollar 5000 kişiyi şehid etmişler. Moğol istilâsı
ve katliâmının ardından Emevî Devleti de çökmüş, dağılmış.
Halep kalesini gece uçakta şehrin
üzerinden inerken tahmin etmiştim. Dik bir tepede kurulmuş. Tarihte hiç
fethedilerek alınmamış, ancak hile ile alınabilmiş.
Güneş parlıyordu, hava oldukça
sıcaktı. Bir kısım arkadaşlar otobüste kalmayı, bir kısmı da yarı yoldan dönmeyi
tercih ettiler. Biz devam dedik. Yüksek basamaklı taş merdivenlerden, döne
dolaşa tırmandık. İlk tarihinden itibaren Hititler, Grekler, Romalılar,
Emeviler, Selçuklular, Osmanlılar ve şimdikiler bir şeyler ilâve etmiş. Kat
kat, büklüm büklüm bir kale. Henüz turizme hazır değil, harabe hâlde. Bir yere
vardık ki dehliz, yol bitti. 1,5 metrelik bir sekiden atlamamız lâzım! Ama geri
dönmek de zahmetli… Bir arkadaşın eline tutunarak ben indim. O arkadaş gitti.
Hanıma “korkma gel” deyip “sırtıma hop” ettim, salimen indik…
Halep’i panaromik seyrettik. Güneşte
kavrulmuş taş binalar ve dalga dalga tarih vardı…
Dışarılarda bir semtte Hz. Hüseyin
(radıyallahü anh) efendimiz Kerbelâ’da şehid edildikten sonra, mübarek bedeninden
ayrılan başının getirilip konulduğu taşı gördük. İçim burkuldu. Tenha bir
yerde, demiryolu kenarında müze gibi bir yerdi. Daha çok Şiiler ziyaret
ediyormuş.
4 Nisan 2009, Cumartesi
Otelin o aydınlık terasında erkenden
kahvaltımızı ettik. Hama, Humus, Malula(Nasara) üzerinden Şam’a varacağız. Tam
güneye 350 km.lik yolumuz var.
Halep’ten ayrıldığımızda rahmet yağıyordu.
M. Said Arvas efendinin özlü açıklamalarını dinleyerek gittik. Yol bizim E-5
diye bildiğimiz yol. Hâc yolu. Yer yer Hicâz demiryoluyla kesişerek
ilerliyoruz. Yoldan 7 km kadar sapıp Deyr es-Sim’an denilen köye girdik. Ömer bin Abdülaziz rahmetullahi aleyh hazretlerinin
türbesine vardık. 8. Emevî halifesi. Hz Ömer efendimizin oğlu Âsım’ın torunu.
Zamanın âlim ve zâhidleri onun için “Biz bu zâtın sözüne aykırı fiilini
görmedikçe ondan ayrılmayız” dedikleri büyük zât.
Sâde bir türbede, sandukasız, kenar
taşlarıyla çevrili bir kabirde yatıyor. Arkadaşlar örtüyü kaldırıp torba torba
toprak aldılar. Hanımefendisi Fatımâ bin Mervan da ayakucunda yatıyor. Orada
tehiyyet-ül mescid kıldık, fatiha okuduk, duâlar ettik...
Yol üzerinde hayvan pazarı kurulmuş.
Davar, beygir, tay vardı. Meraklılar resim aldılar. Yol boyunca; ekin
tarlaları, zeytinlikler, verimli düz araziler, taş yapılı çıplak evler, köyler
geçtik. Diktatörlere mahsus “Esat” posterlerini bolca gördük.
Hama, Asi nehri üzerinde kurulu su dolapları ile
meşhur. Rivayete göre Yunus Emre “dertli dolap” şiirini bu dolaplar için
söylemiş. Ama hiçbiri çalışmıyordu. Kanalda su değil, koyu çamur birikintisi
vardı. Etraf bakımsız ve kirliydi.
Otobüsten çeyrek saatine indiğimizde
bir şeyler satmak isteyen veya dilenen insanlar gördüm. Bir kısım arkadaşlar da
50 metrelik(!) yolda deveye binip resim çektirdiler.
Humus, Suriye’nin üçüncü büyük şehri imiş.
Bizim için önemi Hz.
Hâlid Bin Velid
radıyallahü anh hazretlerinin kabrinin orada olması. Seyfullah lakaplı şanlı sahâbi, büyük
kumandan. Yüze yakın muharebede bulunmuş, bedeninde ok, kılıç yarasından boş
yer kalmamış. Ama savaş alanında değil, burada vefat etmiş. Türbesini sultan
İkinci Abdülhamid Hân tâmir ve tezyin ettirmiş.
Mescidin diğer köşesinde Hz. Ömer efendimizin oğlu
Ubeydullah yatıyor.
Abdestler tazelendi, öğle namazlarımızı
kıldık, huzurlarında bulunduk, duâlar ettik. Aleyhimerrıdvan…
Humus’ta Hz. Vahşî ve Hz. Sevbân radıyallahü anhüm hazretlerinin kabirleri
dehlizimsi yollardan geçilerek varılan dar bir sokakta. Duvarında bir kitabe
var. Ziyaret ve dua ettik. Cenâb-ı Hakk şefaatlerine kavuştursun…
Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem azatlı kölelerinden Sefine radıyallahü anh ve Ebu Cehl’in oğlu İkrime radıyallahü anh’ın da buralarda medfun bulunduğu söylenir. Ziyaretin
ayrıntılarını hatırlayamadım…
Güneye gidişimizde yine yoldan 10 km
kadar saparak Malula(Nasara) denilen yere uğradık. Rivayete göre Hz Meryem vâlidemiz oğlu İsa aleyhisselâm ile
17 yıl buradaki mağaralarda yaşamış. Zamanın müşrikleri onları öldürmek için
gelmişler. Ama Cenâb-ı Hakk o kayalardan dar bir yol açmış, oradan kaçıp
kurtulmuşlar. Dağ yüksek tortul kitlelerden oluşuyor. Bizim Toros’ların bazı
kesimlerini andırıyor. İki kişinin ancak geçebileceği dar bir çıkış koridoru yaparak,
kıvrım büklüm sürüp gidiyor. İki yüz metre kadar gidip döndük. Aramî dili
dünyada sadece burada konuşulup, öğretiliyormuş. Hıristiyanlar her izi
değerlendirip 17 kilise yapmışlar. Dağ tepelerine putlar dikmişler. Oldukça
turist aldığı anlaşılıyor. İki de cami gördük.
Yamaçlarda zeytinlik ve şam fıstığı ağaççıkları vardı.
İkindi geç vakit Şam’a vardık. Şehrin
dış taraflarında bulunan otelimize yerleştik. Yol üzerinde Arap Birliği
konferansı vesilesiyle krallar için yapılmış geniş avlulu, tek katlı “gecekondu
villalar” gördük. Otlar bürümüştü, artık kullanılmıyormuş. Otelimiz çok
ihtişamlı, devlet oteli imiş. Kaldığımız sürece KİT mantığı ile işletildiğini
gördük…
Şam, 5 Nisan Pazar
Kahvaltımızı erken yapıp 0800’de
otobüsümüze koştuk. Hemen not etmeliyim. Yemek kültüründeki farklılığın ve
bilinmezlerin faturasını ödememek için bildik, garanti gıdalar seçtim.
Süt-mısır gevreği, yeşillik, sütlü kahve, meyve salatası…
Şam; Asr-ı Saâdetten sonra Emevîlerin
baş şehri olmuş. 14 Emevî hükümdarı 92 yıl hükümrân olmuş. Bunun iki önemli
sonucu görülüyor. Birincisi her payitaht gibi Şam önemli îmar görmüş, çok eser
bırakılmış. İkincisi Eshâb-ı kirâmın birçoğu buralara göçüp, vefat etmişler.
Yanımda götürdüğüm “Suriye Evliyaları” kitabında[1]
90 âlim / velî zâtın biyografisi yazılı. Çoğu seyahat güzergâhımızda bulunuyor.
Ama zaman darlığından pek azını ziyâret edebileceğiz.
İlk durağımız Emeviye Câmiine çok
yakın olduğunu sonradan anladığım Selâhhaddin Eyyubî türbesi. Haçlı ordularına karşı koyan şanlı mücâhid, büyük devlet adamı…
1986 yılında Bağdad ziyaretimiz sırasında kuzeyde Samarra’ya gitmiştik. Orada
Malviya (helezonî yapılı, tuğla minare) ve yanındaki 140 x 260 m
boyutlarındaki, üstü açık, zemini taşla kaplı Camîi Kebir’i de görmüştük.
Selâhaddin Eyyubî 100 bin kişilik ordusuyla orada konaklamış, ordusuyla namaz
kılıp ilerlemiş. Onu hatırladım…
Türbesi o saatte ne yazık ki
açılmamıştı. Türbedarlar saat 10’da gelirlermiş! Avlusunda 1914 yılında düşen
üç hava şehidimizin mezarı vardı. Fatihalar okuduk, dualar ettik, ayrıldık.
Buradan Peygamber efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem “Her ümmetin bir hakîmi vardır. Bu ümmetin
hakîmi Ebudderdâdır” buyurdukları Ebudderdâ radıyallahü anh hazretlerinin kabrine gittik. Kale olduğunu sandığım
yüksek taş duvarları takiben, arabaların kirli atık su birikintilerini etrafa,
üstümüze sıçratmasından sakınarak, bir kemer altından geçip bitişik mescide
girdik. Edeble kabrin önünde oturup ziyaret ve dua ettik, hediyelerimizi (hatimler…)
arz ettik. Resûllullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem O’nu ve Selmân-ı
Fârisî’yi (radıyallahü anhüm) kardeş yapmışlar. Çok hadisi şerîf nakletmiş,
Emeviye Câmiinde verdiği derslere orada bulunan sahabe-î kirâm da devam
etmişler. Öyle büyük bir sahabî. Allah-ü teâlâ şefaatlerine kavuştursun. Âmin.
Ziyaret sırası merkezî bir yerde
bulunan Süleymaniye
Külliyesi idi.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında, hac kafilelerine hizmet edecek bir menzil
küliyesi olarak inşa edilmiş. Mimar Sinan’ın “kalfalık eserlerimden biridir”
dediği yalın, abartısız bir eser. Cami ve aşhâne ortada karşılıklı yer alıyor.
Aşhânenin iki yanında birer kervansaray bulunuyor. Külliye sâdece Türk
ziyâretçilere açık. Başkalarını içeri almıyorlar. Arkadaşlardan bazıları “burada
kendimizi öz vatanımızda hissettik” diyorlardı. Cami ve etrafındaki medrese
aslına uygun olarak, Türk mimar ve mühendislerince tamir ediliyordu. Bahçesinde
son padişah Vahideddin
Hânın ve birçok Osmanlı
hânedân torununun kabirleri vardı. İlk Rahmetli Özal el atmış, iki yıl önce
Erdoğan hükümeti destek vermiş. Külliye virane olmaktan kurtarılmış. Birkaç aya
kadar tamiratın tamamlanacağını söylediler.
Yıllardır orada türbedârlık yapan
Suriyeli Ahmet Efendi, her kabrin başında durarak yatanların kimliklerini
anlattı ve ekledi “Şam’da, şu mahallelerde her tür böcek ve haşarât vardır.
Ama bu külliyede hiç olmadı. Olmaz da” dedi. Sebebini şöyle izah etti: “Bu
kabirlerde yatanların her biri Şam dışında garip olarak vefat etmiş
kimselerdir. Vasiyetleri üzerine buraya nakil ve defnedilmişlerdir. O
Gariplerin bereketi sebebiyle hiçbir haşarat buraya gelmemektedir!”
İçimiz burkularak dinledik. Rûhları
için fatihalar okuduk. Vedâ ettik…
Türbeden Emeviye Câmiine giderken Şam Tren istasyonunun önünden geçtik. Hicâz Demiryolu
ile birlikte inşa edilmiş, güzel bir Osmanlı eseri.
Şam Emeviye Câmiîni çok merak ediyordum. Nihayet
oradayız. Bizim Kapalı çarşıyı andıran Hamidiye çarşısından yürüyerek vardık.
Cami’e geniş, dikdörtgen bir avludan giriliyor. Yerler taş ve mermer. İlk
zamanlarından beri burası mâbet imiş. Hz Ömer’in hilâfeti döneminde Hz. Hâlid
bin Velid kumandasındaki ordu tarafından fethedilince, kilise câmie çevrilmiş.
Halep Emeviye Câmiinde kabrini ziyaret ettiğimiz Zekeriya Aleyhisselamın oğlu Yahya aleyhisselâmın kabri burada. Çok Eshâb, tabiîn, tebe-i tâbiîn, nice âlim ve evliya
(rahmetullahi aleyhim ecmaîn) burada ders vermiş, ilim öğretmiş veya
öğrenmişler. Hâcca giderken uğramışlar, konaklamışlar. Allah dostlarının manevî
havası sinmiş bu mâbede. Gönül öyle birkaç saatte ayrılmak istemiyor. Ebudderdâ radıyallahü anh ve Abdulgânî Nablusî rahmetullahi aleyh hazretlerinin
orada ders vermelerini hayal ettim. İmâm-ı Gazalî’nin minare odasında yerleşip, yıllarca ilim tahsil ettiği, eser yazdığı
günleri düşündüm. Muhyiddin-i
Arabî hazretlerinin,
Mevlâna Hâlid hazretlerinin avluya girişlerini,
namaza duruşlarını canlandırdım zihnimde…
Ne büyük güneşler görmüş, nice mübarek
nazarlar erişmiş şu duvarlara…
Ah zaman! Geçmişle geleceğin tek
nokta olduğu zaman!
Işık hızına varmak kabil olsa da,
sarsam tarihi geriye,
Teşehhüt miktarı koklasam o demleri,
Seyretsem bir ân, önce gidenleri,
erenleri.
Birkaç nefes çeksem o ruhanî
atmosferden…
Yahyâ aleyhisselâm türbesine dönük
dua ederken, arkamda oturup bizi izleyen ak giysili esmer biri vardı.
Kalkacağım zaman sırtıma dokundu. İranlı bir Sünnî imiş. Biraz Türkçe de
biliyordu. Uzaktaki şiî gruplara işaret ederek; “Bize İran’da çok eziyet
ediyorlar” dedi. Sünnî olduğunu saklayarak buraya çalışmaya gelmiş. “Eğer
bilseler beni mahvederler” diye derdini döktü. Vedalaştık.
Emeviye Câmiine Sünnî, Şiî,
Hıristiyan çok sayıda ziyaretçi geliyor. Daha oracıkta Türk, İtalyan, İranlı,
Fransız ziyaretçiler gördüm. Şiî mollalar kafilelerini etraflarında yumak
yapmışlar; ellerindeki kitaptan anlatıyorlar, ağlatıyorlar, Sünnîlere
yaklaştırmıyorlar. Hac’da veya umre’de gördüğümüz kabalıkları aynen
sergiliyorlar…
Buluşma saatinde otobüsümüze binip Bab-üs Sagîr kabristanına vardık. Bâb-üs Sagir kabristanında
350’den fazla sahabî kabri bulunduğu söylenir. Çoğunun izi kalmamış, yerleri
tam belli değil. Ama kalan türbeler Mekke ve Medine’de gördüğümüz tahribata
uğramamış. Vehhabî fanatikler gibi yıkıp, tahrip etmemişler. Korumuşlar…
Önce aynı türbe içinde bulunan Bilal Habeşî ve Ümmü
Mektum radıyallahü
anhüm hazretlerinin kabirlerini ziyaret ettik. Her ikisi de Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) efendimize müezzinlik etmişler. Ne güzel buluşma Rabbim… O
Bilâl(radıyallahü anh) Habeşli bir köle. Eshâb olmakla şereflenmiş. Müslüman
olduğu için nice işkenceler görmüş, eziyet çekmiş. Müezzin olmakla şereflenmiş.
Sevincini Mescid-i Nebînin kumları üzerinde oynayıp zıplayarak belli etmiş.
Efendimiz, bu hareketinin sebebini sorduktan sonra “Oyna ya Bilâl,
hakkındır” buyurdukları sahabe.
Peygamberimizin vahiy kâtibi Hazret-i Muaviye Türbesi 300 metre ötede. Ama kabrin etrafı çelik hasırla çevrilmişti, kapısı
kapalı idi. Taşkın Şiîler ellerine geçirdikleri taş, sopa, demir her şeyle
saldırıp tahrip ettikleri, kırdıkları için bu tedbiri almışlar. Nitekim
çevresinde bol miktarda taş ve moloz parçaları vardı. Eshâbın bazılarını sevmek
için, bâzılarına düşmanlık etmek Müslümanlığa yakışmıyor. Allah onları ıslah
eyleye…
Kabristanda ezvâc-ı tâhirat ve başka
sahabelerin de medfun bulunduğunu biliyoruz. Ama yerlerinin belli olmayışı ve
zaman darlığı sebebiyle daha fazla dolaşamadık. Güneş yakıyordu, sık mezarlar
arasında yol almak da zordu.
Merakla beklediğim ve 17 ciltlik
eserini aldığım günden beri sevgimin, hayranlığımın arttığı son asırlarda
yetişmiş en büyük Hanefî fıkıh âlimi, Mevlâna Hâlid hazretlerinin büyük
halifelerinden İbn-i
Âbidîn (rahmetullahi
aleyh) hazretlerinin kabri başına vardık. Demir kafes içinde sâde bir kabir.
Kitâbesinin resmini aldım. İrfan Özfatura
ve başka arkadaşlar da ziyaret resimlerimizi çektiler. Fatihalar okuduk,
hediyelerimizi arz ettik, dualar yaptık. Bizden duâ isteyen dostlarımızı
hatırladık. Onları vesile ederek tüm Müslümanlar için de dua ve niyazda
bulunduk. Gönlüm orada takılıp kaldı. Ayrılmak istemiyorum. Kafilemiz sık
mezarlar arasında dağılmış durumdaydı. Toparlandığım zaman etrafta kimseler
yoktu. Güneşte parlayan ak mezar taşlarından başka bir şey görmüyordum.
Kaybolduğumu düşündüm…
10-15 dakika rasgele dolaştım, hiçbir
hareket yok. İrfan Özfatura elinde kamerasıyla mezar taşları arasından çıkıverdi.
O da kaybolmuş…
Birlikte on dakika kadar daha çıkış
aradık, türbedarın bizi görüp avaz etmesi ile bir yön tutup caddeye çıktık.
Adamcağızın gözü not tuttuğum Amerikalı dostumuz Günay hanımdan hatıra kaleme
takılıp kalmıştı. Ona hediye ettim…
Çok ilerilerde bizimkilere
benzettiğimiz birkaç siluet gördük, yetiştik. Onlar da ellerinde telefon
kafileyi arıyorlarmış. Sonunda buluştuk. “Sultan” beni önde zannediyormuş
bereket. Tasasız, tadını çıkara çıkara, dolaşmış!
Otobüsümüze bindiğimizde ikindi vakti
çoktan girmişti. Günün son ziyaretlerini yapacağız. İlk uğrak yerimiz Abdülgânî Nablûsî (1640-1731) camîi. Nablûsî
hazretleri Osmanlının yetiştirdiği en büyük âlimlerden. Yazdığı 180 kitabın adı
Kâmûs-ül Âlâm’da sayılıyormuş. Bunlardan biri Beydavî tefsirine yaptığı şerh.
Biyografisi hakkında kitaplarda geniş bilgi bulunmaktadır. Avluya inilen
merdivenin başında durup, ikindi güneşinin vurduğu çalışma odasını seyrettim.
Avludaki turunç çiçeklerinden yayılan enfes koku hepimizi büyüledi…
Kasiyûn(Kasyon) dağına yöneldik.
Yamaca doğru ilk vardığımız yer Salihiye semtinde bulunan Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî (kuddise sirruh) külliyesi. Geniş,
aydınlık bir mescid, abdest ihtiyacını rahat görecek bir avlu. Avludan
merdivenle inilen, mescid altında mübarek kabirleri… Şeyh-i Ekber Endülüs’te
doğmuş. Afrika’yı, Hicaz’ı, Anadolu’yu dolaşmış. Burada vefat etmiş. Konya’da
ziyaret yerimiz olan Sadreddin Konevînin üvey babası ve hocalarından. Hakkında kitaplarda geniş malûmat
bulunmaktadır. Menkıbeleri pek çoktur. Ziyaret ve dua ettik. Cenâb-ı Hakk
şefaatlerine kavuştursun. Âmin…
1987 yılında Cezayir seyahatimiz
sırasında ismini duyup, okuduğumuz, ömrünü Cezayir halkını Fransızların
istilasından kurtarmak üzere cihadla geçirmiş olan Abdülkâdir Cezâyirî (rahmetullahi aleyh)’nin son yıllarını
Şam'da ilim ve ibâdetle geçirdiğini ve 1883(h.1300)'te vefat ettiğini öğrendim.
Muhyiddîn Arabî türbesine defnedilmiş. Devrin târihçileri "Gabe bedrün
kâmilün(Mükemmel dolunay battı) diyerek ölümüne tarih düşmüşler.
Ve günün son ziyâreti Mevlâna Hâlid Bağdadî (kaddesallahü sırrehül aziz)
hazretlerine.
Yamacın eteğinde bir yol kenarında
durduk. Sıra sıra bekleyen kamyonetler. Bunlarla çıkılırmış oralara. Beşer,
yedişer bindik, tutunduk kenarlıklardan. Kaç derece meyil bilmem ama çok dik ve
dar yollardan tırmanarak çıktık. Karşıdan başka araba gelemez. Yollar öylesine
dar. Zaten son noktaya varıldığında arka arkaya diziliyorlar. İneceğimiz zaman
da en arkadaki en önce, 200 m kadar geri giderek, güçlükle manevra yapıp aşağı
yöneliyor. Hayli eğlenceli oldu diyebilirim.
Mevlâna Hâlid hazretlerinin gönlümüzde ve
zihnimizde ayrı bir yeri var. Bir kere tam 45 yıl önce İtikadnâme (İman ve
İslâm)[2] kitabını okuduğum zamandan biliyor
ve seviyorum. İlk itikad bilgilerimiz onlardan…
O vakitler Işık Kitabevi’nin arka
bölmesinde hocamızdan (rahimehullah) dinlemiştim: “Efendim”
buyurmuşlardı “Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar büyüktür, öyle yüksektir ki,
bir peygamberde bulunan bütün kemâlâta sahip idi. Bir eksiği vardı: Peygamber
değildi”.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh), Silsile-i Aliyye’nin son en büyük halkası ve İslâm bilgilerinin
mütehassıslarından. Üçüncü halîfe Osmân (radıyallahü anh) soyundan geldiği
kayıtlarda bildiriliyor. Hayâtı, (Mecd-i
tâlid) ve (Şems-üş-şümûs) kitaplarında anlatılmaktadır. Hindistan ziyaret
notlarımızda temas ettiğimiz üzere; 1809 da Bağdâd’dan yola çıkıp, bir senede Delhi’ye
varıyorlar. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetlerine kavuşuyorlar,
halifeleri olarak Osmanlı diyarına gönderiliyorlar…
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Hindistan ve havâlisinde yaptığı gibi,
Mevlânâ Hâlid hazretleri de Türkiye ve tüm Ortadoğuyu aydınlatmış, irşad nûru
ve feyizleri Türkistan’dan Balkanlara, Dağıstan’dan Arabistan’a, Mısır’a,
Bağdad’a, Girit’e, Güney Amerika’ya kadar yayılmış.
Seyyid Abdullah Dehlevî (kuddise
sirruh), Mekâtib-i Şerîfe kitabının 109. mektûbunda (s. 283) şöyle yazıyor: “Hâce
Muhammed Bâkînin eshâbı içinde Hazreti Müceddid İmâm-ı Rabbânî, Hazreti Müceddidin eshâbı arasında Seyyid Âdem Bennûrî ve bu işe yaramazın eshâbı içinde Mevlâna Hâlid’in apayrı yeri vardır. Hattâ
diyebilirim ki, bu kadar feyz, o büyüklerin sohbetlerinde bile yoktu…” Yüzlerce büyük âlim
yetiştirmişler. Şâm’da 1826(h.1242) de vefât etmişler. Cenâze nemâzını,
yukarıda zikrettiğimiz allâme İbni Âbidîn kıldırmışlar.
Bizim mahdûm doğduğunda İzmir’den
hocamıza telefon açmıştık. “Adını ne koyalım?” diye. “Efendim,
Mevlâna Hâlid hazretlerini okuyorduk. İsmi Hâlid olsun” buyurmuşlardı…
Bu seyahatimizde ziyaretle
şereflendiğimiz, eşiğini öptüğümüz her büyüğümüzün yeri ayrı. Ama benim ve
birçok arkadaşın birinci arzusu burayı ziyaret edebilmekti. Mevlâna Hâlid
hazretlerinin hayatını küçük kitapçıklardan[3] okumuştum. Ama “Silsile-i Aliyyenin
Son En Büyük Halkası Ziyâeddin Mevlânâ Hâlid” kitabını[4] çizerek, işaretleyerek, notlar
düşerek, adeta yudum yudum içerek okumuştum. Günün birinde Şam’a seyâhat imkânı
bulursak, eksik kalmasın diye niyet etmiştim.
Allah nasip etti, oradayız.
Gül dibinde, toprağa da nasip varmış.
Büyükler kapısına geleni boş
çevirmezlermiş,
Kara yüzümüzle de olsa, mübarek
kabirlerinin ayakucundayız.
…
Türbe eskiden bakımsızmış. Türkiyeden
bir işadamı tamiratını üstüne almış, biz oradayken bitmek üzereydi. Çevremiz
mezarlık. Buradan şehre bakınca, yokuş aşağı üst üste yığılmış hissi veren
‘kutu evler’ görülüyor. Mübarekler öyle bir yer tutmuşlar ki, ancak niyet
edenler oraya çıkarlar. Ya da çekilenler…
Bazılarına garip geliyor; “Bu ne
iş?” diyorlar, “Onca para veriyorsunuz, sonra viraneliklere gidiyor,
kabristanları dolaşıyorsunuz!”
Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân)
efendiler adı geçen kitabı takdim ederken şöyle yazıyorlar “… Mevlâna Hâlid
efendimiz gibi büyükleri bilmeyen İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbat
kitabını anlayamaz. Mektubata el ve gönül uzatmayan Eshab-ı Kirâmı
(aleyhimürrıdvan) tanıyamaz. Eshab-ı Kirâmı tanıyamayan, Allahü teâlânın
Resûlünü ve Habîbini (sallallahü aleyhi ve sellem) tanıyamaz. Böyle
tanıyamayanların, dinleri, marifetleri, kemalleri, ilimleri, hürmetleri, hatta
muhabbet ve akılları bile noksan olur…”
Gün batıyor, Kasiyun Dağı loşluğa
bürünüyordu. Çıktığımız gibi indik. Kesmedi tabiî. Ama son gün bir vedâ
ziyareti yaparız diye avunduk. Kabir yenilenirken çıkan topraktan teberrüken
aldık. Biz ebedî beraber olmak istediklerimizi arıyoruz. Sonsuzluk kervanının
peşine takılmış, üçayakla seken topal köpek misali, keremlerinden birkaç
kırıntı arzuluyoruz…
6 Nisan 2009, Pazartesi
Şam – Neva – Busrâ – Şam yolumuz.
Yine erkenden ve kahvaltımızı
tedbirli yaparak otobüste yerimizi aldık. Güneydeki Busrâ şehrine gidip
döneceğiz. Yol üzerinde Neva’ya sapıp İmâm-ı Nevevî hazretlerini de ziyâret
edeceğiz. Gidiş, dönüş 300 km tutuyor.
Şam’dan çıkıp tam güneye ilerliyoruz.
Arazi düz, kırmızı kahverengi toprağın oldukça verimli olduğu anlaşılıyor.
Bakımlı genç zeytinlikler, askıya alınmış bağ tesisleri, ara sıra yağmurlama
tekniğiyle sulanan ekinler, sebzelikler geçiyoruz. Hayvancılık pek yaygın
değil. Yer yer davar otlatanları gördük. Gençler başka ülkelerde işçi olarak
çalışmayı tercih ettiğinden tarımla uğraşanlar azalıyormuş. O güzelim arazi
işlenmeden duruyor. İstanbul’a nazaran iklim üç hafta kadar ilerde; daha sıcak,
çiçeklenme tam mevsiminde, tek tük kuzulamış koyunlar yol üstünde…
Esnaf ve atölyeler desen 50-60’lı
yılların Konya’sını hatırlatıyor. Araçlar eski, köhne, çevre bakımsız. Ara sıra
Esat/Beşar posterleri, heykel ve kabartmaları bulunan cümle kapılar,
nizamiyeler de gördük. Dökülen kışlalarda nasıl bir ordu yatıyordur, bilmem…
Bazen Hicaz demiryoluyla yollarımız
kesişiyor. Kaba yapılı kavşaklardan geçiyoruz. Sağımız, yani batı istikametinde
20-30 km sonrası Lübnan toprakları imiş.
50-60 km ilerledikten sonra Neva
kasabasına saptık. Uzaktan cami ve minaresi görünen yerde İmâm-ı Nevevî hazretleri. Tek katlı, rasgele serpiştirilmiş
hissini veren evler arasından geçtik. Câmiin avlusunda çok asırlık olduğu
anlaşılan tamamen kurumuş, içi oyuk, çınar olduğunu sandığım bir ağaç var. Bizim Eyüp Sultan türbesindeki kuru çınarın
çok dallı ve tıknazı diyebilirim. Ulu ağaç türbe gibi, kabrin üzerine kanat
germiş…
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh) hazretleri Şafiî mezhebinde müçtehid. Hicrî 7.
asırda yaşamış büyük âlim. Şam’da ders görmüş, ders vermiş. Hiç evlenmemiş,
zamanının sultanlarına, valilerine emr-i mâruf nehy-i anil münker yapmış. Çok
eser yazmış: Riyâz-üs-Salihîn, Sahih-i Müslim Şerhi, Tıbyân, Minhâc bunlar
arasında.
Fatihalar okuduk, dualar ettik…
Tenhâda doğmuş, ilim hazinesi olmuş,
doğduğu yerde ölmüş.
Daha kimler uğrar bilinmez. Ama
gönlümün bir parçası sanki o dallara takılı kaldı.
Ağacın çürümüş dokusundan birkaç
parçacık koparıp, avucumda ufaladım. “Öpülesi İzlerin tozları” arasına
karıştıracağım…
Busrâ’ya vardığımızda öğle oluyordu.
Busrâ tarihi çok eski. Romalılar ve
öncesine dayanıyor, vaktiyle önemli bir ticaret merkezi imiş. Saray harabeleri,
amfiteatr kalıntıları, krallar yolu, manastırı, sütunları ile eski medeniyetlerin
izleri duruyor. Bizim Efes antik kentini hatırlatan yapılar var. Güneydeki
Ürdün sınırına 15 km, kuzey batıdaki Golan tepelerine 75 km mesafedeyiz.
Bizim için önemi Resûlullah
efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) burayı iki defa şereflendirmiş
olmasından kaynaklanıyor. İlkini 12 yaşında iken amcaları Ebû Talip ile.
İkincisi 25 Yaşında henüz evlenmeden, Hazreti Hatice validemizin kölesi Meysere
ile ticâret kervanını götürdüklerinde. Her iki seferde de ticaret kervanı ile
ve Şam’a kadar gitmek için yola çıkıyorlar. Busrâ’ya geldiklerinde konaklıyorlar.
İlkinde Râhip Bahira, ikincisinde
rahip Nastura okuduklarından ve güvenilir bilgilerden hareketle O genci
(sallallahü aleyhi ve sellem) teşhis ediyorlar. O’nun bütün belirtileri
taşıdığını, âhir zaman peygamberi olacağını bildiriyorlar. Şam’a giderlerse
Yahudilerin zarar vereceğini ısrarla söyleyip, geri dönmelerini sağlıyorlar.
İşte o kutlu, hatırası büyük belde, Busrâ!
Onlar bu beldeyi şereflendirdiği,
birkaç gün kaldıkları için, mübarek nazarları şu düzlüğe, kim bilir şu eski
yapılara, taşlara nazarları eriştiği için, belki de bu yollardan geçtikleri
için kutludur, güzeldir bu belde.
İlk seferlerinde gelip ağaç
gölgesinde durdukları, develerinin de çöktüğü yeri Selâhaddîn Eyyûbî (rahmetullahi
aleyh) koruma altına almış. Devenin çöktüğü yere bir blok taş yerleştirmiş,
üstüne işâretler kazıtmış. Sırtlarını verdikleri ağacın bulunduğu yeri de
mihrap gibi yaptırmış. O mekânı küçük bir oda haline getirmiş. Girdik, kokladık
asırlar ötesini, hayal ettik. Sanki Onlar Mekke’den kalkıp bin km kuzeye teşrif
ettiler, biz İstanbul’dan 1500 km güneye geldik, orada buluştuk!
Hayâl işte…
Yermük savaşı da buraların güneyinde
cereyan etmiş. Hicretin 12. yılında Hâlid bin Velid (radıyallahü anh)
kumandasındaki 45 bin kişilik İslam ordusu Heraklius’un 240 bin kişilik ordusunu
bu coğrafyada bozguna uğratıp, kuzeye, Şama
ilerlemişler…
Tarihî taş yoldan, yıkıntılar
arasından geçerek havuz kenarına kadar yürüdük.
Busrâ’yı anlatan kitabı orada
çocuklar satıyorlardı almadım. Sonra da bulamadım! İkindiyi geçerek Şam’a
döndük. Arkadaşlar hediyelik “Şam şekeri” aldılar.
7 Nisan Salı
İstanbul’a dönüş günümüz. Ama 1400’e
kadar zamanımız var. Önce şehrin dış mahallelerinden birinde Ebû Süleyman Dârânî hazretlerinin kabrini ziyaret ettik.
İbrahim bin Edhem, Şakîk-i Belhî, Şeyh Mârûf-ı Kerhî, Seriyy-üs Sekâtî ve daha
nice büyük velilerle sohbet etmiş bir büyük velî. Çok hikmetli sözleri var.
Teberrüken not aldım:
“İbret almakla ilim, tefekkür ile de
Allah korkusu artar. Dünya sevgisinin yerleştiği kalpten âhiret düşüncesi
gider”,
“Gözünüzü ağlamaya, kafanızı
düşünmeye alıştırın”,
“Bir âyet-i kerimeyi okurum, dört gece
üzerinde durur tefekkür ederim. Üzerinde iyice tefekkür etmeden, derin manâları
ve murâd-ı ilâhiyi düşünmeden diğer âyete geçmem” buyuruyor. Fatiha okuyup rûhlarına hediye ve
dualar ettik.
Oradan hareketle Kasiyun Dağı’na
tekrar çıktık. Şam’ı tepeden, bütünüyle görmek ne güzeldi. İki gündür
gezdiğimiz şehrin nirengi noktalarının yerlerini kestirmeye çalıştım. Birkaç fotoğraf
da çektik. Kasiyun Dağının hikâyesi büyük. Süleyman aleyhisselâmın sarayı
burada imiş. Belkıs’ın tahtı buraya taşınmış.
Kabil kıskandığı kardeşi Hâbil’i bu dağda öldürmüş. Çok sayıda
peygamberin(aleyhimüsselam) kabri varmış. Tarihin mihenk taşlarından biri
burası.
Dağın diğer cephesinden şehre indik.
Doğruca Muhyiddin-i
Arabî hazretlerinin
camîine gittik. Abdestlerimizi tazeledik, tehiyyet-ül mescid kıldık.
Kabirlerine inip okuduk, dua ettik, vedâ ettik…
Son vedâ ziyâretimizi Mevlâna Hâlid hazretlerine yapacağız.
Yine bildik kamyonetlere doluştuk,
yokuşu tırmandık.
Türbede çalışan işçilerin arasından
sıyrılıp, kabir çevresinde durduk. Yerler oturmaya, etraf yayılmaya müsait
değil. Ayakta, huzurlarındayız…
40 yıllık merak, onca hasret bir ânda
diner mi?
Bu kadar kavuşmuşken insan, bırakıp
gider mi?
Gelirken yanıma aldığım Câliyet-ül-ekdâr[5] kitâbını çantamdan çıkarıp, kabrin
üzerine koydum. Oradan öğrendiğim bir ifâdeyle hâlimi onlara arz ettim:
“Yâ seyyidinâ Mevlâna Ziyaeddîn Hâlid
(kaddesallahü sırrehül azîz), tevesseltü biküm veltemestü fîküm”…
Bu Suriye seyâhatimizde ve bunca
yıldır yapabildiklerimizle büyüklerin eşiğini öpmeye çalıştık. Bütün bunların
tek sebebi var: Sevgi, aşk, muhabbet kelimeleriyle ifâde edilen şey. Bunun da
kaynağı Server-i âlem Habîbullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz. Diyâr
diyâr, kabir kabir dolaştıklarımız Onu (sallallahü aleyhi ve sellem) seviyorlardı.
Öyle ki; Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için
alnında nûr parlıyordu. Bu büyükler de Ondan (sallallahü aleyhi ve sellem)
dereceleri nispetinde izler taşıyorlar. Onları o yüzden çok seviyoruz. Peşleri
sıra gidiyoruz. Gideceğiz de inşâallah. Molla Câmî (rahmetullahi aleyh)
divânında:
“Yâ Resûlallah nemi gûyem / Ki
mihmâni tuem…” diye
başlayan beyitte söylediği gibi:
“Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir
köpeğim.
Senin ihsan denizinden bir damla
dilenirim!”
…
Mevlâna Hâlid divânından birkaç
beyt(145-146):
“Server-i âlem meni dildâde-î
hayrân-ı tuem
Vâlihû serkeşte-i sevdâyı hicrân-ı
tuem
Şâh-ı taht-ı kâb-ı kavseyn tu men
kemter gedâ
Key buved yârân-ı en kuyem ki
mihmân-ı tuem”
…
“Koca dünyayı haşhaş tohumuna
yerleştirmek belki mümkün,
Fakat Onun (sallallahü aleyhi ve
sellem) methine sözler yetmez”(188).
Yüce Rabbim; sevgili Habîbini (sallallahü
aleyhi ve sellem), Onun mübarek eshâbını (radıllahü anhüm ecmaîn) ve onların
izinde gidenleri (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) seviyorum. Onların birine
ulaşan, hepsine kavuşurmuş. Bizi onlardan ayırma, doğru yoldan saptırma Ya
Rabbi!
Ne zaman “seviyorum” desem aziz
hocamdan (rahimehumullah) 46 yıl önce işittiğim şu söz hatırıma gelir: “Seviyorum
diyoruz. Ama sevmeyi, sevmenin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Fakat yine de
‘seviyorum’ diyeceğiz efendim. Seviyorum diye diye Allah-ü teâlâ bir gün hakikî
sevgiyi ihsan eder!”
Mevlâna Hâlid hazretlerinin kabri
başında bunlar geçti kalbimden. Çevreye, ötelere daha bakmak geçmedi içimden.
Zaman ve mekânla sınırlı dünyada
ayrılık kaçınılmazmış.
“Firâk-ı dôsitân, ez dûzah bâşed,
Maazallah galet guftem kî duzah zû
nişân bâşed”.
Son nazar ve geri geri adım atarken
bir daha arz ettim: “Yâ seyyidinâ Mevlâna Ziyaeddîn Hâlid, Tevesseltü biküm veltemestü
fîküm”…
Ve döndük!
[1] Suriye Evliyâları, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul, 400 s.
[2] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî; Îmân ve İslâm. Tercüme: Hüseyn Hilmi
Işık, Işık Kitabevi, İstanbul, 1969, 80 s.
[3] Mecd-i Tâlid(Büyük Doğuş); Hazırlayan Yakup Çiçek, Umran, 144
s. Şems-üş-Şümûs(Güneşler Güneşi); Hazırlayan Yakup Çiçek, Umran, 1987,
127 s. Hâlidiye Risâlesi, Hazırlayan Yakup Çiçek, Umran, 1987, 63 s.
[4] Silsile-i Aliyyenin Son En
Büyük Halkası Ziyâeddin Mevlânâ Hâlid (kuddise sirruh); Süleyman Kuku, damra, 2008, 312 s.
[5] Mevlânâ Ziyâeddin Hâlid-i Bağdadî; Câliyet-ül ekdâr; Hakîkat
Kitabevi yayını, 2005, 42 s. Allahü teâlânın doksandokuz ism-i şerîfini ve
Bedir Harbinde bulunan Sahabe-i kirâmın isimlerini bildirmekte, Peygamber
Efendimize (sallalahü aleyhi ve sellem) salâvat getirmektedir. Arapça dua
kitabıdır.