1989/90
yıllarında Sovyetler Birliği dağıldı. Eskiden Türkistan diye bildiğimiz ata
yurdumuz, şimdilerde ayrı devletler halinde bölünmüş de olsalar, bağımsızlıklarına
kavuştular. Kapılarını turizme açtılar. Giderek canlanan bir talep var. Biz de “Maverâü’n-nehr” hazırlığındayız. Bir seyahat
organizasyonuna ailece kaydımızı yaptırdık. Allah nasip ederse ay sonlarına Özbekistan’dayız.
Mahdum Hâlid 15 gündür Paris’te stajda idi. Vize işlemlerini yetiştirebilirsek,
o da gelecek inşallah.
Heveslerimiz
yoğunlaştı. Buhârâ’da bayram namazı kılmanın hayallerini kuruyoruz…
Geçtiğimiz
günlerde idi, sabah namazına kalkma vakti, uyku ile uyanıklık arası bir haldeyim;
bir türbe yanındayız. Bir ses işittim: “Ne hediye getirdin?” diye soruyordu!
Şimdi
bütün gayretimizle Hatm-i Şerîf okumaya çalışıyoruz.
Yola
çıkacağımız günlere yakın, bir abla,
Sultan’ı rüyasında görmüş: Ev ev dolaşıp, çubuk topluyormuş. Topladığı çubuklar
büyük bir demet olmuş. Sonra bu demeti götürüp Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin
kabrinin ayakucuna dikmiş…
Ne
güzel bir rüya, görene gıpta ettik.
Nitekim
24 hatm-i şerîf, 13 hatm-i tehlîl, 2500’den fazla Yâsîn-i şerîf, binlerce
âyet-el-kürsî, İhlâs-ı şerîf, 8888 salât-ı tefricî, 40 bin Fetih sûresi hediye
edilmiş.
O hediye
demeti oluştu, götürüyoruz…
26
Nisan 1996, Taşkent
Hâlid’in
vize işlemi dört günde tamamlanamadı. Ama oralarda âdetmiş, yetişmeyince Taşkent
Havaalanında vizesizlere vize verirlermiş.
İstanbul-Taşkent
arası kuş uçuşu 3500 km. Gece 0430 te Taşkent havaalanına indik. Ama
grup içinde Hâlid’in adı geçmiyor. İstanbul -Taşkent- Buhara arasında
haberleşme tam olmamış. Hâlid’in ismi Buhara polis Şefliğinde var, ama Taşkent
listesinde yok! Ancak sabah 0900 da bürolar açılınca polis
şefliğinden sorabiliriz, diyorlar. Bizi getiren THY uçağı transit yolcuları
almak için bekliyor. Havaalanı görevlileri ile konuşup, meramımızı anlatmağa
çalışıyoruz. Bir keşmekeşliktir gidiyor. Bir saat sonra polis noktasına döndüğümüzde
Hâlid’i aynı uçakla geri gönderdiklerini söylediler! Vedalaşamadan üstelik...
Yandım
ki, ne yandım! Yazık ettiler Hâlid’ime.
Önce
infaz ediyorlar, sonra soruşturma yapıyorlar. Oysa vize müracaat ve işlem
bilgisi Buhara’ya gelmiş…
Hayır,
hayır. Burası henüz komünizmden, polis devletinden çıkmamış…
***
Havaalanı,
otel, binalar ahır seviyesinde, hizmet
kalitesi desen sıfır. Medenî olmaktan çok uzaklar. Kafalar aynı kafa, düzen
hâlen Sovyet düzeni…
Ülkemizde
çok eksikler, el atılacak sahalar var. Ama buranın Türkiye seviyesine gelmesi
için en az elli sene ister.
Aklımız
Hâlid’de. Yorgun, kırgın, mahzun haldeyiz. Az uyuyabildik. Bu sıkıntılı safhayı
kısa kesmek istiyorum…
…
İlk
günün programına başladık.
Taşkent
ilk dönemlerden beri zengin bir iş merkezi olduğundan büyük mimarî yapılar,
kervansaraylar, camiler ve medreseleri içinde barındırıyor. 1965 yıllarındaki
depremle şehir yerle bir olmuş. Kolektivist anlayışla, cetvelle çizilmişçesine
“hizaya getirilerek” yeniden inşa edilmiş. Eski Taşkent’ten 10 civarında
medrese bulunduğunu söylüyorlar. Tamiratı tamamlanan yerlerden bazılarını görme
fırsatımız oldu.
Taşkent
Barak Han Camiinde Cuma namazlarımızı kıldık.
Bitişiğindeki medreseyi gezdik. Ardından Zengî Atâ(kuddise sirruh) türbesini ziyaret ettik. Zengi Atâ hazretleri, Türkistan'ın büyük velîlerinden Seyyid
Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) yolunu devam ettiren büyüklerden. Reşâhât kitabında uzunca
anlatılmaktadır. 1300’lü yıllarda(h.7.asır) vefat etmiş. Fatihalar okuyup
ayrıldık. 16. yy. da yapılan Kukeltaş
Cami ve Medresesi de önemli kültür
merkezlerinden. Sovyet istilâsından sonra sâdece burada dini tedrisata izin
verilmiş.
Hava
gün boyunca üç kere karardı, dört kere güneşlendi. Şimdi gece yarısı, rahmet
yağıyor…
27-28
Nisan 1996 [9-10
Zilhicce 1416]
Sabah
erken Buhara’ya uçmak üzere havaalanına gittik.
Allah nasip ederse üç gün kalacağız. Taşkent-Buhâra kuş uçuşu 500 km.
Burada
tuhaflıklar bitmiyor. Şehirlerarası uçuşlarda bile çantalar aranıyor, pasaport
kontrolleri yapılıyor. İlk gün yazdığım gibi, Sovyetlerden kalma totaliter
uygulamalar aynen devam ediyor. İnsanlar ancak bu kadar horlanabilir. İşler
ancak bu kadar sorumsuzca ve baştan savma yapılabilir. Benzer uygulamaları
Hindistan ve Cezayir’de görmüştük. Ama burada bir başka aymazlık var…
Taşkent
Havalanında iki kontrol hattı açılmış. Birinde bizim grup, diğerinde Japonlar
var. Uzun sorgular, üst aramalar, pasaport incelemeler saatler alıyor. İş
uzayınca kuyruklar dağıldı, kalabalık birbirine karıştı. Ayaklarımız
hareketlensin diye salonda dolaşıyorum. Bir Japon turist elinde fotoğraf
makinesi ile yaklaştı ve işaret etti. Makinesiyle bir fotoğrafını almamı
istiyor zannettim elimi uzattım. Hayır, diye işaret etti. Ne demek istediğini
anlamaya çalışırken, etrafımı yirmi kadar Japon turist sardı. Sultan ve
bizimkiler şaşkın gözlerle bakıyorlar. Onlara “Açık etmeyin, bunlar Uzakdoğulu
hayranlarım!” diye takıldım. Fotoğraflar alıp dağıldılar. Meğer bir haftadır
gezmişler, aradıkları Özbek tipini görünce hatıra fotoğrafı çekmek istemişler.
Başımda, Beyoğlunda Kürkçü Ramazan’a yaptırdığım astragan başlık vardı. Yüz
hatlarım zaten soy çizgilerimi çok iyi yansıtıyor. Başlıkla birleşince böyle
bir ilgi doğurmuş olmalı.
Delhi
yolculuğumuzda bin zorluklar yaşamış, Umre’yi ne çilelerle yapabilmiştik. Şimdi
Mâverâü’n-nehr’de gördüklerimiz aynı çileyi hatırlatıyor.
“Sevgiliye
kavuşmak ele geçer mi acaba,
Korkunç
dağlar ve tehlikeler var arada…”
Pervaneli,
iki motorlu bir tayyareye aldılar. Hiçbir
lüksü olmayan, kemersiz kontrplak sandalyeleri, yer yer rüzgâr alan pencereleri
ile oldukça eğlenceli geçti. Yağmurlu günlerde tepeden su damlarmış! Göz
alabildiğine düz ve yeşil arazi üzerinde, en fazla 2000 metre yüksekten, ufku
seyredip, ata yurdunu tanımaya çalıştık. “möhterem seyyahlar tayyaremiz az
sonra düşecek(!)” anonsunu duyuncaya kadar. Şaşırdık, sıkıca tutunduk! Şaşkınlığımız
devam ederken buralarda “inmek” yerine “düşmek” kelimesi kullanıldığını
öğrendik. Neyse, süzülerek hava meydanına salimen düştük!
Buhara’da
hava oldukça sıcak. Tek katlı, toprak damlı, kerpiç evleri ile çocukluk
yıllarımın Karaman’ını andırıyor. Arazi Konya’dan daha düz. Her yer pamuk
ekili. Otelimize yerleştik…
Kahvaltımızı
yapıp, hemen Buhara’ya onbeş km. kadar mesafedeki Kasr-ı Ârifân’a hareket ettik. Kasr-ı Ârifân, Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin beldesi. Şâh-ı Nakşîbend Muhammed
Bahâeddîn Buharî(kaddesallahu
sırrehü’l azîz) hazretleri sâdece bu belde insanının değil, tüm Müslümanların
manevî önderlerinden. Silsile-i Âliye olarak bilinen büyükler silsilesinin 15.
Halkası. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için, “nakşîbend”
denilmiş.
Onların
türbesini ziyaret etmek Özbekistan seyahatimizin en önemli amacıydı. İnsan
severse, sevdiğinin yolu üzerindeki her taşa, toprağa, ağaca, uçan kuşa bir
başka bakıyor. Rüzgârın uğultusundan, savrulan tozun zerresinden haber soruyor…
Öylece
gittik.
Tarlalar,
bahçeler arasından geçerek Kasr-ı Ârifân’a
vardık. Önce, geniş bir külliye ve avlu içinde yer alan Şâh-ı Nakşîbend
hazretlerinin kabirlerini ziyaret ettik. Kabrin etrafı boy mesafesinden daha
yüksek işlemeli mermerle çevrilmiş. Genişçe bir alanı kaplıyor. Avluda yerli
halktan kadın, erkek, çocuk, ihtiyar kimseler de var. Bazılarının kabir
çevresinde dolaşıp, döndüklerini gördük. Bir nevi tavaf eder gibiydiler. Yanlış
bir hareket, ama onlar yanlış olduğunu da bilmiyorlar. 70 yıllık Sovyet zulmü
altında, komünist telkin ve uygulamalarla mukaddesata dair her şeylerini unutmuşlar.
Âdet ve örf olarak yapıyorlar.
Biz
varıp kabrin ayakucuna yakın sessizce oturarak, çömelerek okumaya, dua etmeye
başlayınca, az uzaktaki dut ağacının altına çekildiler. Kimileri de gelip yanımıza
oturdular. Seslerini de kesip, bu yabancı ziyaretçileri gözlemeye, okunanları
dinlemeye başladılar.
Önceki
sayfalarda yazmıştım, İstanbul’dan hareket etmezden birkaç gün önce “Ne hediye
getirdin?” sorusuna muhatap olmuştuk. Âcizane derlediğimiz “demeti”,
sahiplerine arz ettik.
Kıymetli
dostumuz Ramazan Ayvallı hoca çok güzel dua ettiler, âmin dedik. Bizi gözleyen
tüm Özbek kardeşlerimiz de ellerini açarak duaya iştirak ettiler. Yerimizden
ayrılmadan çevreye nazar ettiğimizde, bütün avlunun insanlarla dolmuş olduğunu
gördük. Tek bir hareket yoktu, ne de bir ses. Sessizce ağlayanlar çoktu…
Bir
şeye daha şahit oldum. Avluda sadece okuyan kardeşimizin sesi vardı. Başkaca ne
bir hareket, ne bir ses yoktu. Öyle bir kuş sesi ortalığı kapladı ki, hep bir
ağızdan ötüyorlardı.
Baktım,
ne uçan, ne de konmuş bir kuş görünmüyor,
Bir beste
ki, kalb vuruşlarımıza kafiye tutuyor!
…
Mescidde
namazlarımızı kıldık. Dergâhı, misafirhaneyi ve diğer müştemilatı gezdik.
Burası türbeleri, medreseleri, mescidleri ve diğer yapılarıyla geniş bir
külliye. Avluyu çevreleyen oyma işlemeli ağaç direklerin her biri şaheser.
Tavan işlemeleri de öyle. Burada vaktiyle gönüller tutuşturan sohbetler olmuş.
Kimler gelmiş, kimler geçmiş. Ne büyük âlimler, veliler yetişmiş, cihana nur
saçmışlar[1].
Avlunun
kenarında küçük bir yapıyı gösterdiler. Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin
çilehanesi imiş. Girdim. Teberrüken bir teşehhüd miktarı durdum, Onları
düşündüm…
Günlerden
arefe. Yarın Kurban Bayramı namazımızı burada kılmak üzere ayrıldık.
Şâh-ı
Nakşîbend hazretlerinin hocaları Seyyid Emir Külâl (kuddise sirruh) kabri buraya 5-6 km uzaklıktaki Suhârî köyünde. Buhârâ’da
çömlekçilik yapanlara “Külâl” denirmiş. 1370 (h.772) yılında vefat etmişler.
Köyün kenar semtlerindeki kabri yenilenip, üzerine türbe yapmışlar. Henüz
inşaat izleri kaybolmamıştı, çevre düzenlemesi devam ediyordu. Kabirlerinin ayakucunda oturup, okumalarımız
yaptık, rûhlarına hediye ettik. Onları vesile ederek, Allah-ü Teâlâya niyazda
bulunduk. Türbeden çıkışta işçilerden biri kabri yenilerken içerden
çıkardıkları toprak ve taş parçalarını gösterdi. Teberrüken aldık. Bu ve başka
yerlerde ziyaret ettiğimiz mübarek zatların kabir topraklarını bir kavanozda
topladım. Çalışma odamda onlara bakıp, binbeşyüz senenin dersini düşünüyorum…
Yüce
Rabbim ilmimizi, amelimizi ve ihlâsımızı artırsın. Hakikî sevgiye
kavuştursun. Sonrası kolay: “El mer’ü meâ men ehabbe” Kişi bu, dünyada kim(ler)i severse,
ahirette de onlarla beraber olur…
Seyyid
Emir Külâl hazretleri
buyuruyorlar:
“Ey
dostlarım, elbiseyi temiz su nasıl temizlerse, biliniz ki, dili Allahü teâlâyı
zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât vermek temizler.
Yolunuzu insanların sizden hoşnut olması temizler. İhlâs sahibi oluncaya kadar
ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar kurtuluşu arayınız”.
Seyyid
Emir Külâl hazretleri
hakkında Reşahat’da ve kitabın sonunda bildirdiğimiz kaynaklarda çok geniş bilgiler
bulunmaktadır. Biz ancak o mübarek zâtların isimlerini anıp geçiyoruz.
Maksadımız okuyucularımızı asıl kaynaklara yönlendirerek, o bitmez tükenmez
feyz pınarlarından doyasıya içmeye teşvik etmektir.
Sonra
Mîr Arab Türbe ve
Câmiini ziyâret
ettik. Ardından Buhârâ Kal’asını(Ark) gördük.
***
28
Nisan 1996 günü erken vakitte Kurban Bayramı namazını kılmak üzere tekar Kasr-ı
Ârifân’a gittik. Alacakaranlıkta otobüsümüzün farlarının aydınlattığı yollarda
yaşlı, genç, çocuk, kadın yüzlerce insanın oraya yürümekte
olduğunu gördük…
Sabah
namazını Kasr-ı Ârifân’da Şâh-ı Nakşîbend (kaddesallahü teâlâ sırrehu’l azîz) kabrinin
bulunduğu avluda, Kurban Bayramı namazımızı da Dergâhlarında kıldık. Ayvallı
kardeşimiz okudu, Esmâ-i Hüsnâ’yı saydı, dua etti. Cemaate gelen Buhârâ’lı
kardeşlerimiz için de farklı ve güzel bir vakit oldu.
Bayram
namazını müteakib, kardeşlerimizle bayramlaştık. Son ziyâretlerimizi yapıp, dualar ederek ayrıldık. Yanımızda bulunan
Türkçe, Rusça kitapları dağıttık.
***
Öğleden
sonra, kırsal alanda dolambaçlı yollardan geçerek yamaç üzerinde bulunan Hâce Ali Râmîtenî(kuddise sirruh) hazretlerinin türbesini
ziyâret ettik. İçeride üç kabir var. İkisi oğullarına aitmiş. Okuduk, sevabını
mübarek rûhlarına gönderdik, dualar ettik, ayrıldık. Allahü teâlâ o sevgili
kullarının şefaatlerine kavuştursun. Âmin.
***
Râmîten’den
sonra, birkaç km uzakta bulunan Semmâs köyüne vardık. Burası Hâce Ali Râmîtenî
hazretlerinin yetiştirdiği ve kendilerinden sonra irşâd makamına bıraktıkları
büyük velî Muhammed
Bâbâ Semmâsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh)’nin köyü. 1354(h.755) yılında vefat etmişler. Muhammed Bâbâ
Semmâsî hazretleri çok talebe yetiştirmişler. Talebeleri arasında az önce
adlarını zikrettiğimiz Seyyid Emir Külâl ve Şâhı Nakşîbend Muhammed Bahaeddîn
Buhârî hazretleri de var. Düzlük alanda seyrek kabirler arasında, iki yıl önce etrafı
çevrilip yenilenmiş kabirlerini ziyaret ettik. Dualarımızı yapıp, biraz da
eğleşerek ayrıldık.
Az
ötede bir çiftlik evi vardı. Hanımlar hemen dostluk kurup, kaynaşmışlar bile!
Gidenler ne için gittiğini, ora halkı da gelenlerin neden geldiklerini bilince
böyle bereket ve güzellikler oluyor...
***
Dönüşte
Buhârâ’nın tarihî yapılarını gezdik.
Sarı/beyaz tuğladan farklı bir mimarîyle inşa edilmiş Samanî Türbesini, Leb-i Havuzu, Eyyûb Çeşmesini, medreseleri gezdik. Bir Buhârâ
kitabı aldım. Kiril alfabesiyle yazılmış, ingilizce açıklamalar yapılmış.
Fotoğraf çekmemize gerek kalmadı, anlaşılıyor. Bazen kendimi elli yıl öncesi Konya/Karaman’da
toprak damlı, ak cilalı evlerinin arasında geziyormuş gibi hissediyorum.
Sokaklarda dizlerine varan deri çizmeleriyle yavaş adımlarla yürüyen
soydaşlarımızı seyrediyorum. Avucunda getirdiği iri kuru üzümleri ikram eden şu
amcamızın güleç ve samimî hali her şeyi anlatıyor.
***
Kurban
Bayramı ikinci günü erken vakit kara yoluyla Semerkand istikametine hareket ettik.
Akşamı ve yarını orada geçireceğiz inşallah.
Buhârâ’da
son olarak Tacik Mahallesinde bulunan dört minareli(Çhar Minar) Niyazi Kul Medresesini ziyaret ettik. Burası Hind Müslümanları
tarafından inşa edilmiş. Çevresinde vaktiyle 5000 abdest alma yeri varmış… Şimdilerde
sadece turistik ziyaretçilerin uğradığı, terk edilmiş bir mahal. Sokağın
başındaki kalabalığı sorduk. Cenaze var dediler. Gittik. Etrafında odaların yer aldığı geniş
bir avlunun girişinde erkekler oturmuş. Herkesin gözü yaşlı idi. Cenaze sahipleri
iç bölmede kadınların bulunduğu tarafta ayakta bekliyor, yabancılar ötesine
geçmiyor. Taziyede bulunduk. Vefat
edenin rûhuna fatihalar okuduk. İstanbul’dan gelip bu kardeşimize Fatiha okumak
da ayrı bir nasip…
Semerkand
istikametinde yol boyunca dut ağaçları var. Ekili tarım arazileri arasında
toprak yollardan geçerek, tenha bir yerde bulunan Mahmûd İncir Fagnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kabrini
ziyâret ettik. Dut, alma ağaçları ve asmalar altında ak toprakla sıvalı bir
kabir. Hemen yanında da dergâhları var. Çevrede ekili nâne kokularını teneffüs
ederek, dergâhlarında namaz kıldık. Kabir ayakuçlarında okuyup, dualar ettik.
Yüce Rabb’imiz şefaatlerine kavuştursun, bizleri o büyükler silsilesinin
mensuplarından, takipçilerinden eylesin. Âmin.
Mahmûd
İncir Fagnevî (rahmetullahi aleyh) insanları Hakk’a davet eden, onlara ebedî
saadet yolunu gösterip, kavuşturan büyük velîlerden. Silsile-i Âliye’nin on
birinci halkası. Mîmarlık yaparak geçinmişler. (h.715/1315) senesinde vefat
etmişler. Yetiştirdikleri talebeleri arasında en büyüğü daha önce zikrettiğimiz
Hâce Alî Râmıtenî hazretleridir.
Mahmûd
İncir Fagnevî hazretleri “sesli zikrin sınırı(şartı)”
üzerine sual edilince şu cevabı verirler: “Sesli zikri ancak; dili yalandan
ve gıybetten, boğazı-midesi haram ve şüphelilerden temiz bulunanlar, kalbi
riyâdan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka şeylere teveccühten münezzeh
olanlar yapabilir” buyuruyorlar.
Semerkand
tarafına bir müddet daha yol alıp, birkaç defa sorarak Rîvgir Köyüne vardık.
Bir tepenin eteğinde L planlı tek katlı bir dergâh ve kırmızı kahverengi tuğladan
örülü Ârif-i
Rîvegerî
hazretlerinin kabrini bulduk. Kabre bakan revakın altında oturmuş, yarenlik
eden kimseler vardı. Kasr-ı Ârifân’da gördüğümüz cinsten işlemeli ağaç direkler
burada da dikkatimizi çekti. Hemen yakında inşaatı bitmek üzere olan bir cami bulunuyor.
Köye ve dergâha hâkim tepeyi hummalı bir şekilde ağaçlandırıyorlardı. Bizim
varışımızdan sonra yüz kadarı dergâh civarına geldiler. Kimler olduğumuzu merak
etmiş olmalılar.
Ârif-i
Rîvegerî(kaddesallahü
sırrehul azîz) az önce kabrini ziyâret ettiğimiz Mahmûd İncir Fagnevî
hazretlerinin mürşîdi. Az sonra zikredeceğimiz Abdülhâlık Gocdüvânî
hazretlerinin ise talebesi oluyorlar. Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.1315(h.715)
senesinde vefat etmişler. Yüksek hocaları Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri ilk
sohbetlerinde Ârif-i Rîvegerî hazretlerine buyururlar:
“Hak
yolcusu bir talebe,
vaktin değerini çok
iyi bilmelidir. Geçen vakitler içinde kendisinin ne halde olduğunu sezmeye
bakmalı. Huzurlu olduğu her ân için ‘Allah’ıma şükürler olsun’ demelidir.
Gafletle geçen vakti için ise, hemen telâfi etme yolunu seçmeli, istiğfar edip,
Allah-ü teâlâdan bağışlamasını dilemelidir”.
Öğle
vaktinde Buhârâ’dan takriben 35 km mesafedeki Gucdevân kasabasına vardık ve
mola verdik. Hâce Abdülhâlık
Gucdevânî hazretlerinin
geniş bir meydan içinde yer alan külliyesini ve kabirlerini ziyâret ettik.
Külliyenin çok yüksek cepheli kapısı, içeri girerken insana küçüklüğünü
hissettiriyor. Çini ve taş işçiliğinin pek güzel örneklerini gördük. Buralara
has geniş tabanlı tuğla örme minarelerin üzerinde leylek yuvalarını da görmek
mümkün.
Abdülhâlık
Gucdevânî hazretlerinin kabri mermer bir sanduka ile örtülü. Çevresi de çok
bakımlı, külliyenin girişine yakın. Annelerinin kabirleri de yanlarında
bulunuyor. Ayakuçlarında oturup okuduk, sevabını mübarek rûhlarına hediye
ettik. Onları vesile ederek dualarda bulunduk.
Hâce
Abdülhâlık Gucdevânî (kaddesallahü
teâlâ sırrehül azîz) insanları hakka davet edip, doğru yolu gösteren ve ebedî
saadete kavuşturan Silsile-i Âliye’nin dokuzuncu halkası. Sohbette üstadları Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, zikir taliminde ise
hocaları Hızır aleyhisselam. Babaları, imâm olarak tanınan Malatya’lı Abdülcelîl
Efendi, bu taraflara göçüp yerleşmiş. Hazreti Hâce burada dünyaya gelmiş ve
yetişmiş. Hâcegân yolunun temel terimleri Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerine aittir[2].
Buhara-Semerkand
arası doğrudan 220 km. Yer yer güzergâh değiştirip, yukarıdaki ziyaretlerimizi
yaparak, akşam namazı vaktinde Semerkand’a geldik. Gönlümüz geçip geldiğimiz
yerlerde ziyâret ettiğimiz büyüklerin rûhâniyeti ile mesrûr. Onlardan kopmak
istemiyoruz.
Otelimize
yerleştik. Günün son ışıklarıydı. Otel odamızın balkonundan şehre baktım. Muhteşem
bir manzara vardı. Sanki tarih; abide olup, düz ve münbit arazide boy vermiş
gibiydi…
Elimdeki
listeye bakıyorum. Ne kadarını ziyâret edebileceğiz bilmiyorum. Ama Buhâra gibi,
burada da, “öpülesi izleri” sürmek için en az bir hafta, on gün lâzım diye
düşünüyorum. Semerkant'ta İslâm Mimarisinin en güzel örnekleri var. UNESCO Dünya
Mirası Listesi'ne de eklenmiş:
·
Şâh-ı Zinde (Kusam bin Abbas-
radıyallahü anh) türbesi,
·
Hâce Ubeydullah-i Ahrâr Külliyesi,
·
İmâm-ı Buhârî Külliyesi,
·
Uluğ Bey Rasathanesi (1421-1449),
·
Afrasiyab müzesi,
·
Gur Emîr(Timur Han) türbesi,
·
Bibi Hanım Camii ve Türbesi,
·
Hazreti Hızır Camii,
·
Zümrüt Hoca Camii,
·
Çarsu Antik Ticaret Merkezi
·
Aksaray Türbesi,
·
Nisbatdor Hoca Cami,
·
Abdu Darun Hoca türbesi,
·
Namazgâh Camii,
·
Registan(kumla kaplı) Meydanı ve üç yanında yer alan üç medrese.
Semerkant
dünyanın en eski şehirlerinden biri. Tarihte İpek Yolu'nun önemli bir kavşağı
olmuş. Timur Han zamanı 14-15. yy'lar, Semerkant'ın
altın dönemi olarak kabul ediliyor. Eserlerin çoğu o vakitten kalma.
30 Nisan
Sabahı ilk işimiz evliyânın önderlerinden, Silsile-i Âliye’nin 18. Halkası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr(kaddesallahü teâlâ sırrahü’l azîz)
hazretlerinin kabrini ziyaret etmek oldu. Otelimize 6-8 km mesafede mescid,
medrese ve türbe ile tam bir külliye. Ağaçlı geniş bir avlunun içinde, tuğladan
örülmüş set üstünde birçok kabirler var. İki metre boyunda, heybetli bir mezar
taşı diğerlerinden hemen ayırt ediliyor. 1490(h.895) senesinde vefât etmişler. Edeple
kabirlerinin önünde, ayakuçlarına yakın oturduk. Okuduk, mübarek rûhlarına
hediye ettik. Onları vesile ederek Yüce Rabbimizden niyazda bulunduk...
Masmavi,
hafif esintili, ılık bir hava vardı. Ağaçların tomurcukları patlamış, kır
çiçekleri açmıştı. Buradan ayrılasımız gelmiyor…
Ubeydullah-ı Ahrâr daha küçük yaşlarından itibaren
akranlarından sakin ve olgun davranışları ile ayrılır. Taşkent ve civarındaki
evliya kabirlerini gece gündüz, yakın uzak demeden ziyaret eder, rûhaniyetlerinden
istifade ederlermiş. Sonraları Semerkand ve Buhâra’da bulunan âlimlerin
derslerine, sohbetlerine devam etmiş. Önceki sayfalarda bahsi geçen Hâce
Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunup yetişmiş zâtlardan Seyyid Kâsım Tebrîzî ile tanışır ve çok istifade eder. Sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de, Behâeddîn Ömer
hazretleridir. Dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devam etti. Tasavvuf ilminde en başta gelen
hocaları Ya’kûb-i Çerhî hazretleridir, onların sohbetinde kemâle
ulaşırlar.
İstanbul’un fethine yardım:
Ubeydüllah-i Ahrâr’ın torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan nakledilmiştir:
“Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir perşembe günü öğleden sonra atının
hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkand’dan sür’atle çıktı.
Talebelerinden bir kısmı da kendilerini ta’kib ettiler. Biraz yol aldıktan
sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durun”
buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrası denilen sahraya doğru sürdü. Talebeleri
arasında Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden
gidip takip etmişti. O şöyle anlattı: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ile
sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”
Ubeydüllah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve ne
maksatla gittiğini sordular; “Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih),
kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü
teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu Hâce
Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir: “Anadolu’ya gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih
Hân’ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydüllah-i Ahrâr’ın
şeklini ve şemâlini tarîf etti ve “O zâtın beyaz bir atı var mıydı?”
diye sordu. Ben de tarîf ettiği bu zâtın, babam Ubeydüllah-i Ahrâr olduğunu ve
beyaz bir atı bulunduğunu, bazan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan
Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: “Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şöyle
anlattı: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir
ânında, Şeyh Ubeydüllah-i Ahrâr Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim.
Şeklini ve şemâlini ta’rîf ederek, şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at
üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Ben de “Nasıl
endişelenmeyeyim, küffâr çok” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden
bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm, “İşte bu ordu ile sana yardıma
geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücum
emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği
ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı, İstanbul’un fetih işi
gerçekleşti.”
İstanbul’un birçok yerinde “Yedi Emirler” adıyla türbeler/toplu
mezarlar bulunmaktadır. Bunlardan Fâtih Câmii civârı Malta semtinde Yedi
Emîrler olarak bilinen kabirlerin Hâce Ubeydullah hazretlerinin
ordusundaki Buharâlı mücâhitlere ait olduğu rivayet edilir.
Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; Nefehât’ül Üns kitabını yazan Molla Camî ile Reşahât Ayn’ül Hayât’ı yazan Ali b. Hüseyin el-Vaiz'ın (rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecmaîn) mürşidi. Her iki müellif de eserlerinde hocaları
Ubeydullah Ahrâr hazretlerinden geniş olarak bahsederler. Oralardan okuyarak
bereketlenmek lâzımdır. Biz bu kadarcığını bildirmekle iktifa edelim.
Oradan
otelimize yakın bir yerde bulunan Timur Hân
Türbesine gittik. Heybetli kubbesi, geniş avlusu on metrelerce yüksek cümle kapısı
ile ihtişamlı bir eser. Doğumunun 660. Yılı dolayısıyla hummalı bir tamirat vardı.
Bu yüzden kabre kadar ilerleyemedik. Dışarıdan ziyaret ettik. Resmî/ulusalcı
tarihlerimiz küçüklüğümüzden buyana bizleri hep şartlandırdı, yanılttı. Çin
seddinden Anadolu’ya, Ege sahillerine uzanan geniş coğrafyada etkili olmuş.
1400 başlarında Yıldırım Bayezid Hân ile Ankara Savaşını yaşamış. Âlimlere çok
değer verir, Allah adamlarını çok sayarmış. İslâma büyük hizmetlerde bulunmuş.
Fatihalar okuduk, ayrıldık.
Registan
Meydanı “kumla kaplı
meydan” anlamına geliyor. Şehrin en tanınmış, gerçekten görülmeye değer bir
yeri. Vaktiyle Sultanlar burada halka hitabederlermiş. Geniş alanın üç tarafı
üç şaheser ile çevrili; alanın tam karşısında Tillâ Kârî Medresesi, sağda Şîr- Dor(Aslanlı)
Medrese, solda Uluğ Bey Medresesi. Günlerce vakit harcanması gereken
bu mekânda iki saat neye yeter ki? Kitaplar ve birkaç hatıra eşya aldık.
***
Buralarda
Şâh-ı Zinde diye bilinen Kusam bin Abbas(radıyallahü teâlâ anh) ve bazı
yakınlarının bulunduğu semte gitmek üzere çıktık. Türbe, şehrin bir hayli
dışında yüksekçe bir tepede bulunmaktadır. Oraya taştan yapılmış dar bir
merdiven-yoldan çıktık. Yamaç boyunca türbeler dizilmiş. Her biri san’at cehdi ile
eşsiz güzellikte, el emeği, göz nûru ile işlenmiş. Moğol istilâsında yıkılmış,
Timur Hân yeniden yaptırmış.
Kusam
bin Abbas (radıyallahü
teâlâ anh) Peygamber Efendimizin(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) amcaları
Hazreti Abbas(radıyallahü teâlâ anh)’ın oğlu. Hazret Alî (kerremallahü vecheh)
efendimizle kardeş çocukları. Mekke’den cihâd için çıkmışlar. İslamiyeti
anlatarak insanlara hizmet etmek yolunu seçip, buralara gelmişler ve şehid
olmuşlar. Kabirlerinin bulunduğu türbeye girdik, ziyaretlerimizi yaptık. Yüce
Rabbimiz onların ve onların izinde yürüyenlerin derecelerini âlî eyleye.
Bizleri de şefaatlarına kavuşanlardan eyleye. Âmin.
Türbeye
girip çıkan yerli halktan da çok kimse var. Ama ziyâret âdâbını bilmiyorlar. 70
yıllık komünist rejim insanları dininden mahrum bırakmış. Mukaddesata dair her
şeyi unutturmuş ve bozmuş. Toparlanmaları zaman ister.
Hava
ılık ve güneşli, güzergâhımız yemyeşil. Günün son ziyaretini Semerkant-Taşkent
istikametinde, yoldan 30-40 km saparak, İmâm-ı Buharî (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin Hartenk kasabasında bulunan
külliyesine giderek yaptık.
İmâm-ı
Buharî hazretleri Kur’an-ı Kerîmden sonra dinimizde en kıymetli kitab olan Sahih-i Buhârî adıyla meşhur hadîs kitabını yazan
büyük âlim. 870 (h. 256) senesinde burada vefat etmişler.
Daha çocukluk
yaşlarında kalbine hadîs ezberlemek ilhâm olur. Hadis âlimlerinin derslerine
devam ederler, on beş yaşına vardıklarında 70.000 hadis-i şerif ezberlerler.
Hadis-i şeriflerin metnini ezberlediği gibi, o hadis-i şerifi rivayet
eden kimselerin, künyelerini, doğum ve ölüm tarihlerini, ahlâk ve
yaşayışlarını, kimden rivayette bulunduklarını, o raviden başka kimlerin
hadis-i şerif aldığını öğrenir ve ezberlerler.
İmam-ı
Buhari hazretleri Sahih-i Buhari kitabını Mescid-i Haram’da yazar.
Bir hadis-i şerifi yazmadan önce istihare yapar. Gusledip, iki rekât namaz
kılar. Sonra koyduğu sağlam usûllere göre sahih olan hadis-i şerifleri kitabına
yazar. Kitabın temize çekme işini, Mescîd-i Nebî’nin Ravda-i Mutahhara olarak
bilinen yerinde yaparlar. Sahih-i Buhari bu titizlikle, on altı yılda
tamamlanır…
Gittiği
her yerde, etrafı onlardan hadis-i şerif almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup
taşar. İmâm Buhârî hazretlerinin kendilerinden hadîs işittiği üstadlarının ve
kendisinden hadîs alan talebelerinin isimleri Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi 1. Cildin
başlarında anlatılmaktadır[3].
İmâm
Buhârî hazretlerinin kabirlerini ziyaretle okumalarımızı yaptık, sevabını mübârek
rûhlarına hediye ettik. Onları vesile
ederek Cenâb-ı Hakk’dan niyazda bulunduk. Kabrin ayakucunda Ramazan Ayvallı
kardeşimizle birlikte idik. Üniversitede hadîs dersleri okutacaktı. Hazret-i İmâmın
kabrine teveccühle “izin” istediler…
Sonra
külliyeyi gezdik. Çeşmelerinden abdestlerimizi aldık, mescidlerinde
namazlarımızı kılıp, ayrıldık.
1
Mayıs 1996
Semerkand’dan
bu sabah Taşkent’e dönüyoruz. Dün Kusam bin Abbas (radıyallahü anh) türbesine
giderken yol üzerinde bir levha görmüştük. Efrasiyab yazıyordu. Bu isme yabancı değildik. Bu sabah gittik. Semerkand dışında
ve en hâkim tepe üzerinde MÖ. 300 yıllarında kurulmuş, bir şehir kalıntısı anlatılıyor.
Burasının tarihteki Mete Han (Oğuz Kağan)
diyarı olduğu söyleniyor. Kazılar sırasında bulmuşlar. Bulgulardan bir kısmı ve
bazı resim ve çizimler müzemsi bir binada sergileniyor. Civardaki bir tepeciğe
tırmandım. Tüm arazi kazı yapılmak üzere koruma altına alınmış. Kerpiç o
zamanın en önemli yapı elemanı olduğundan evler, duvarlar geçen zaman içinde, metrelerce
toprağın altında belirsizleşmiş. Çocukluğumdan âşina olduğum için, sarı topraktan
kerpiç duvarların yağmurda erimiş, rüzgârda aşınmış izlerini tanımakta zorluk
çekmedim. Tarihçi Osman Turan, Karahanlıların, Uygur Devletinin ve Selçuklu
Hânedanlarının Efrasiyab'a mensup olduklarını ve tarihî ve
millî ananeye uygun olarak, Oğuzhan ile birleştiğini belirtir[4]. Kutadgu Bilig’de[5], dünya hükümdarları içinde en
adaletli olanların Türk hükümdarları olduğu ve adı en meşhur olanın İranlıların
Efrasiyab dedikleri Alp Er Tonga olduğu yazıyor. Oğuz ve Selçuk Türkleri Abbasî
halîfesi el-Mutî zamanında 946(h.334) Müslüman oldular. Buralarda ceddimizin bıraktığı
izleri görüyor ve ruhlarına fâtiha okuyoruz…
Dönüşte
yol üzerinde çok işlemeli, yamaçta yüzük taşı gibi duran Hızır Aleyhisselâm Mescidini gördük. Oradan Bibi Hanım Medresesine gittik; Orta Asya İslâm mimarisinin en büyük ve en önemli eserlerinden biri.
1390-1404 yıllarında yapılmış. Masmavi kubbesi, dört minaresi, türbe ve
avlusuyla görenleri büyülüyor. Muhteşem taç kapısından girerken insan
küçüldüğünü, boyutlarının çok küçük kaldığını hissediyor. Her tarafta hummalı
bir tamirat var. Yüzlerce taşçı, işçi, usta karıncalar gibi çalışıyordu…
Timur
Hân’ın torunu Uluğ
Bey tarafından,
Semerkand’ın dışında kurulmuş olan Rasathaneyi ve
müzesini gezdik. 600 yıl önce güneşin, yıldızların hareketlerini, mevsimleri
incelemişler, namaz vakitlerini tam doğru olarak tespit etmişler. Uluğ bey bu
güzel eseri ve hesaplamaları kazandırmış, ama saltanat hırsındaki oğlu
tarafından öldürtülmüş. Kabri Timur Hân (Gûr Emîr) türbesinde bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hakk rahmet eyleye…
***
Semerkand-Taşkent
arası yaklaşık 300 km. otobüsle günboyu etrafı seyrederek yol aldık Orta
Anadolu’da bir gezinti yapıyormuşuz gibi geldi. Mola verdiğimiz yerde şaşlık (şiş
kebap) yedik. Boş bir tarlada cemaatle namaz kıldık. Geçtiğimiz bir nehir
vardı. Sriderya olduğunu söylediler. Yolboyunca kontrol istasyonları, rus
şapkalı polisler, tektip kolkhoz evleri gördük. Evler arasında tehlizle
yalıtılmış soba borusu gibi borular vardı. Doğalgaz boruları imiş, merkezî
ısıtma yapılıyormuş. Kolkhoz evlerinin önünde küçük özel parseller var. Orada
kendi üretimlerini yapıyor, isterlerse ürettiklerini satıyorlarmış. Ama kolkhoz
sitesinin hemen yanında eni boyu km.lerle ifade edilen dev tarlalar uzanıyor.
Yer yer eski model, hantal tarım makineleri ve ağaç altında gölgelenen kolkhoz
çalışanları(!) var. Gördüklerimiz buradaki idarî yapıyı ve iş verimliliğini tahmin
etmeye yetiyor.
Özbekistan
henüz bağımsız devlet olma yolunda. Alınacak daha çok mesafe var; köklerini hatırlayıp kendilerini
bilecekler, dünyadan haberdar olup yenilikleri öğrenecekler. Özel mülkiyet ve
hür teşebbüs mantığını yakalayacaklar…
Bitmedi,
sonra en zor safhaya sıra gelecek; devleti yeniden kuracaklar, müesseseler
oluşacak, değişim yaşanacak… Zor, çok zor işleri var.
Şimdilik
uykudan uyanmaya çalışıyorlar. Asıl zorluk uyandıktan sonra.
Türkiye
elli yıldır çokşeyi öğrendi, gerçekleştirmek de istiyor. Ama daha devlet yapısı
ıslah edilemedi. Devletin kalıbı, milletin hasletleriyle örtüşmüyor henüz.
Millet özelleştirme istiyor, devlet bırakmıyor. Halk demokrasiyi tattı, anladı,
devlet resmî ideoloji peşinde. Millet kendi değerleriyle kalkınmak ve yarışmak
istiyor, devlet silik batı taklitçiliği peşinde. Millet müsamahalı, çok olgun, devlet
vatandaşını bir tehdit unsuru, adeta düşman gibi görüyor. Türkiye için daha
çook ister. Özbekistan ne yapsın! Bugünkü Türkiye seviyesine gelmek için bile
en az elli sene lâzım. Cenâb-ı Hakk bu kardeşlerimizi komünist artığı devletçi,
tekelci, yasakçı zihniyetten ve eski tüfeklerden kurtarsın…
***
Kafiledeki
birkaç arkadaş geceleyin gidip araştırmışlar, İtikadda mezhep imâmımız Ebû Mansur Matüridî(radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin
kabrini bulduklarını söylediler. Devletin 1940’larda bir yahudiye sattığı evin
bahçesinde imiş. Tahribedilmiş, tamire muhtaç bir halde olduğunu görmüşler. Biz
ziyaret edemedik. İstanbul’a dönüşte, İmâm
Matürîdî hazretlerinin kabri ve çevre düzenlemesi için bazı temaslarda bulunacağız
inşallah[6]…
Büyük
fıkıh, hadîs ve tefsîr âlimi Burhâneddîn Mergınânî hazretlerinin kabrinin de bir yahudinin arazisinde olduğunu öğrendik.
Hazreti Ebû Bekr efendimizin soyundan gelen, büyük müçtehid âlim. 1197 (h.593)
yılında Moğol istilâcılar tarafından şehid edilmişler. Rahmetullahi teâlâ
aleyh.
2
Mayıs 1996
Taşkent
pazaryerini dolaştık. Asırlardır aynı yerde kurulurmuş. Altyapısı 1950’lerin
Türkiye’sini andırıyor. Kavurmacı ile kumaşçının yan yana tezgâh açtığı bir
düzen. Fazla mal yok. Kumaş ve küçük ev eşyaları satılıyor. Hatıra olarak;
dobba(başlık), kehribar tesbih ve Registan Meydanından görüntü işlenmiş büyükçe
bir vazo aldık.
Yarın
sabah 0500’te THY ile Taşkent-Alma Ata-İstanbul yolculuğumuz var.
Dokuz saat süreceği söyleniyor…
Dönüş
yolculuğumuz; birkaç gündür ziyâret edegeldiğimiz büyüklerimizle ilgili bilgi
ve gördüklerimizi tekrarlamak ve hâfızâmıza nakşetmekle geçti. Baba evimizden
ayrılıyormuşuz gibi bir burukluk var içimizde. Vâ-hasretâ…
[1] Şâh-ı Nakşîbend hazretleri ve
yolundakiler hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler Muhammed İhsan Oğuz; Ârifler Silsilesi, İkinci cild, Oğuz Yayınları, İstanbul,
1997, 639 s. ve Yahya Oğuz; Kasr-ı Ârifan’dan İstanbul’a Mihverdeki Mürşîd-i Kâmiller, Seher Ofset,
1997, 480 s. kitablara müracaat edebilirler. MA
[2] Bu terimleri açıklamak bu
âcizin haddi değil. Faydalanılan kaynakları bildirdiğimiz son bölümdeki
kitaplardan, özellikle de Reşahât s.19-35 ve Son Halkalar 2. Cild
sonunda geniş olarak açıklanmaktadır. MA
[3] Ebû Abdillah Muhammed ibn İsmâîl el-
Buhârî: Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi. Mütercim Mehmed Sofuoğlu,
Ötüken, 16 cild + Indeks cildi. 2009,
İstanbul.
Sahîh-i Buhârî 99 Kitab’dan meydana gelmektedir. Her kitâb Bâblara(alt
bölümlere) ayrılmış. Her Bâbla ilgili Hadîs-i Şerifler numara ile
sıralanmıştır. 16 cild 7637 sayfa tutmaktadır. Mükerrerlerle birlikte 7275
Hadîs-i Şerîf yer almaktadır. Hadîs Âlimlerinden bazılarının şerhlerine
dipnotlarında yer verilmiştir. MA
[4] Osman Turan; Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul,
1978, s. 69.
[5] Yusuf Has Hacib. Kutadgu Bilig II. Çeviri: R.R. Arat,
Ankara.1988. s. 31.
[6] Sonraki yıllarda Özbekistan Devletince “İmâm Matüridî’nin gerçek
kabri” olarak bildirilen yerde geniş istimlâk yapılmış, Hazreti İmâm’ın türbesini
inşa edip, çevresi de düzenlemişler. MA