MAVERÂÜ’N-NEHR, Nisan 1996


1989/90 yıllarında Sovyetler Birliği dağıldı. Eskiden Türkistan diye bildiğimiz ata yurdumuz, şimdilerde ayrı devletler halinde bölünmüş de olsalar, bağımsızlıklarına kavuştular. Kapılarını turizme açtılar. Giderek canlanan bir talep var. Biz de “Maverâü’n-nehr” hazırlığındayız. Bir seyahat organizasyonuna ailece kaydımızı yaptırdık. Allah nasip ederse ay sonlarına Özbekistan’dayız. Mahdum Hâlid 15 gündür Paris’te stajda idi. Vize işlemlerini yetiştirebilirsek, o da gelecek inşallah.
Heveslerimiz yoğunlaştı. Buhârâ’da bayram namazı kılmanın hayallerini kuruyoruz…
Geçtiğimiz günlerde idi, sabah namazına kalkma vakti, uyku ile uyanıklık arası bir haldeyim; bir türbe yanındayız. Bir ses işittim: “Ne hediye getirdin?” diye soruyordu!
Şimdi bütün gayretimizle Hatm-i Şerîf okumaya çalışıyoruz.
Yola çıkacağımız günlere yakın,  bir abla, Sultan’ı rüyasında görmüş: Ev ev dolaşıp, çubuk topluyormuş. Topladığı çubuklar büyük bir demet olmuş. Sonra bu demeti götürüp Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin kabrinin ayakucuna dikmiş…
Ne güzel bir rüya, görene gıpta ettik.
Nitekim 24 hatm-i şerîf, 13 hatm-i tehlîl, 2500’den fazla Yâsîn-i şerîf, binlerce âyet-el-kürsî, İhlâs-ı şerîf, 8888 salât-ı tefricî, 40 bin Fetih sûresi hediye edilmiş.
O hediye demeti oluştu,  götürüyoruz…
26 Nisan 1996, Taşkent
Hâlid’in vize işlemi dört günde tamamlanamadı. Ama oralarda âdetmiş, yetişmeyince Taşkent Havaalanında vizesizlere vize verirlermiş.
İstanbul-Taşkent arası kuş uçuşu 3500 km. Gece 0430 te Taşkent havaalanına indik. Ama grup içinde Hâlid’in adı geçmiyor. İstanbul -Taşkent- Buhara arasında haberleşme tam olmamış. Hâlid’in ismi Buhara polis Şefliğinde var, ama Taşkent listesinde yok! Ancak sabah 0900 da bürolar açılınca polis şefliğinden sorabiliriz, diyorlar. Bizi getiren THY uçağı transit yolcuları almak için bekliyor. Havaalanı görevlileri ile konuşup, meramımızı anlatmağa çalışıyoruz. Bir keşmekeşliktir gidiyor. Bir saat sonra polis noktasına döndüğümüzde Hâlid’i aynı uçakla geri gönderdiklerini söylediler! Vedalaşamadan üstelik...
Yandım ki, ne yandım! Yazık ettiler Hâlid’ime.
Önce infaz ediyorlar, sonra soruşturma yapıyorlar. Oysa vize müracaat ve işlem bilgisi Buhara’ya gelmiş…
Hayır, hayır. Burası henüz komünizmden, polis devletinden çıkmamış…
***
Havaalanı, otel, binalar ahır seviyesinde,  hizmet kalitesi desen sıfır. Medenî olmaktan çok uzaklar. Kafalar aynı kafa, düzen hâlen Sovyet düzeni…
Ülkemizde çok eksikler, el atılacak sahalar var. Ama buranın Türkiye seviyesine gelmesi için en az elli sene ister.
Aklımız Hâlid’de. Yorgun, kırgın, mahzun haldeyiz. Az uyuyabildik. Bu sıkıntılı safhayı kısa kesmek istiyorum…
İlk günün programına başladık.
Taşkent ilk dönemlerden beri zengin bir iş merkezi olduğundan büyük mimarî yapılar, kervansaraylar, camiler ve medreseleri içinde barındırıyor. 1965 yıllarındaki depremle şehir yerle bir olmuş. Kolektivist anlayışla, cetvelle çizilmişçesine “hizaya getirilerek” yeniden inşa edilmiş. Eski Taşkent’ten 10 civarında medrese bulunduğunu söylüyorlar. Tamiratı tamamlanan yerlerden bazılarını görme fırsatımız oldu.
Taşkent Barak Han Camiinde Cuma namazlarımızı kıldık. Bitişiğindeki medreseyi gezdik. Ardından Zengî Atâ(kuddise sirruh) türbesini ziyaret ettik. Zengi Atâ hazretleri, Türkistan'ın büyük velîlerinden Seyyid Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yolunu devam ettiren büyüklerden. Reşâhât kitabında uzunca anlatılmaktadır. 1300’lü yıllarda(h.7.asır) vefat etmiş. Fatihalar okuyup ayrıldık. 16. yy. da yapılan Kukeltaş Cami ve Medresesi de önemli kültür merkezlerinden. Sovyet istilâsından sonra sâdece burada dini tedrisata izin verilmiş.
Hava gün boyunca üç kere karardı, dört kere güneşlendi. Şimdi gece yarısı, rahmet yağıyor…
27-28 Nisan 1996 [9-10 Zilhicce 1416]
Sabah erken Buhara’ya uçmak üzere havaalanına gittik. Allah nasip ederse üç gün kalacağız. Taşkent-Buhâra kuş uçuşu 500 km.
Burada tuhaflıklar bitmiyor. Şehirlerarası uçuşlarda bile çantalar aranıyor, pasaport kontrolleri yapılıyor. İlk gün yazdığım gibi, Sovyetlerden kalma totaliter uygulamalar aynen devam ediyor. İnsanlar ancak bu kadar horlanabilir. İşler ancak bu kadar sorumsuzca ve baştan savma yapılabilir. Benzer uygulamaları Hindistan ve Cezayir’de görmüştük. Ama burada bir başka aymazlık var…
Taşkent Havalanında iki kontrol hattı açılmış. Birinde bizim grup, diğerinde Japonlar var. Uzun sorgular, üst aramalar, pasaport incelemeler saatler alıyor. İş uzayınca kuyruklar dağıldı, kalabalık birbirine karıştı. Ayaklarımız hareketlensin diye salonda dolaşıyorum. Bir Japon turist elinde fotoğraf makinesi ile yaklaştı ve işaret etti. Makinesiyle bir fotoğrafını almamı istiyor zannettim elimi uzattım. Hayır, diye işaret etti. Ne demek istediğini anlamaya çalışırken, etrafımı yirmi kadar Japon turist sardı. Sultan ve bizimkiler şaşkın gözlerle bakıyorlar. Onlara “Açık etmeyin, bunlar Uzakdoğulu hayranlarım!” diye takıldım. Fotoğraflar alıp dağıldılar. Meğer bir haftadır gezmişler, aradıkları Özbek tipini görünce hatıra fotoğrafı çekmek istemişler. Başımda, Beyoğlunda Kürkçü Ramazan’a yaptırdığım astragan başlık vardı. Yüz hatlarım zaten soy çizgilerimi çok iyi yansıtıyor. Başlıkla birleşince böyle bir ilgi doğurmuş olmalı.
Delhi yolculuğumuzda bin zorluklar yaşamış, Umre’yi ne çilelerle yapabilmiştik. Şimdi Mâverâü’n-nehr’de gördüklerimiz aynı çileyi hatırlatıyor.
“Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba,
Korkunç dağlar ve tehlikeler var arada…”

Pervaneli, iki motorlu bir tayyareye aldılar.  Hiçbir lüksü olmayan, kemersiz kontrplak sandalyeleri, yer yer rüzgâr alan pencereleri ile oldukça eğlenceli geçti. Yağmurlu günlerde tepeden su damlarmış! Göz alabildiğine düz ve yeşil arazi üzerinde, en fazla 2000 metre yüksekten, ufku seyredip, ata yurdunu tanımaya çalıştık. “möhterem seyyahlar tayyaremiz az sonra düşecek(!)” anonsunu duyuncaya kadar. Şaşırdık, sıkıca tutunduk! Şaşkınlığımız devam ederken buralarda “inmek” yerine “düşmek” kelimesi kullanıldığını öğrendik. Neyse, süzülerek hava meydanına salimen düştük!
Buhara’da hava oldukça sıcak. Tek katlı, toprak damlı, kerpiç evleri ile çocukluk yıllarımın Karaman’ını andırıyor. Arazi Konya’dan daha düz. Her yer pamuk ekili. Otelimize yerleştik…
Kahvaltımızı yapıp, hemen Buhara’ya onbeş km. kadar mesafedeki Kasr-ı Ârifân’a hareket ettik. Kasr-ı Ârifân, Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin beldesi. Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Bahâeddîn Buharî(kaddesallahu sırrehü’l azîz) hazretleri sâdece bu belde insanının değil, tüm Müslümanların manevî önderlerinden. Silsile-i Âliye olarak bilinen büyükler silsilesinin 15. Halkası. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için, “nakşîbend” denilmiş.
Onların türbesini ziyaret etmek Özbekistan seyahatimizin en önemli amacıydı. İnsan severse, sevdiğinin yolu üzerindeki her taşa, toprağa, ağaca, uçan kuşa bir başka bakıyor. Rüzgârın uğultusundan, savrulan tozun zerresinden haber soruyor…
Öylece gittik.
Tarlalar, bahçeler arasından geçerek Kasr-ı Ârifân’a vardık. Önce, geniş bir külliye ve avlu içinde yer alan Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin kabirlerini ziyaret ettik. Kabrin etrafı boy mesafesinden daha yüksek işlemeli mermerle çevrilmiş. Genişçe bir alanı kaplıyor. Avluda yerli halktan kadın, erkek, çocuk, ihtiyar kimseler de var. Bazılarının kabir çevresinde dolaşıp, döndüklerini gördük. Bir nevi tavaf eder gibiydiler. Yanlış bir hareket, ama onlar yanlış olduğunu da bilmiyorlar. 70 yıllık Sovyet zulmü altında, komünist telkin ve uygulamalarla mukaddesata dair her şeylerini unutmuşlar. Âdet ve örf olarak yapıyorlar.
Biz varıp kabrin ayakucuna yakın sessizce oturarak, çömelerek okumaya, dua etmeye başlayınca, az uzaktaki dut ağacının altına çekildiler. Kimileri de gelip yanımıza oturdular. Seslerini de kesip, bu yabancı ziyaretçileri gözlemeye, okunanları dinlemeye başladılar.
Önceki sayfalarda yazmıştım, İstanbul’dan hareket etmezden birkaç gün önce “Ne hediye getirdin?” sorusuna muhatap olmuştuk. Âcizane derlediğimiz “demeti”, sahiplerine arz ettik.
Kıymetli dostumuz Ramazan Ayvallı hoca çok güzel dua ettiler, âmin dedik. Bizi gözleyen tüm Özbek kardeşlerimiz de ellerini açarak duaya iştirak ettiler. Yerimizden ayrılmadan çevreye nazar ettiğimizde, bütün avlunun insanlarla dolmuş olduğunu gördük. Tek bir hareket yoktu, ne de bir ses. Sessizce ağlayanlar çoktu…
Bir şeye daha şahit oldum. Avluda sadece okuyan kardeşimizin sesi vardı. Başkaca ne bir hareket, ne bir ses yoktu. Öyle bir kuş sesi ortalığı kapladı ki, hep bir ağızdan ötüyorlardı.
Baktım, ne uçan, ne de konmuş bir kuş görünmüyor,
Bir beste ki, kalb vuruşlarımıza kafiye tutuyor!
Mescidde namazlarımızı kıldık. Dergâhı, misafirhaneyi ve diğer müştemilatı gezdik. Burası türbeleri, medreseleri, mescidleri ve diğer yapılarıyla geniş bir külliye. Avluyu çevreleyen oyma işlemeli ağaç direklerin her biri şaheser. Tavan işlemeleri de öyle. Burada vaktiyle gönüller tutuşturan sohbetler olmuş. Kimler gelmiş, kimler geçmiş. Ne büyük âlimler, veliler yetişmiş, cihana nur saçmışlar[1].
Avlunun kenarında küçük bir yapıyı gösterdiler. Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin çilehanesi imiş. Girdim. Teberrüken bir teşehhüd miktarı durdum, Onları düşündüm…
Günlerden arefe. Yarın Kurban Bayramı namazımızı burada kılmak üzere ayrıldık.
Şâh-ı Nakşîbend hazretlerinin hocaları Seyyid Emir Külâl (kuddise sirruh) kabri buraya 5-6 km uzaklıktaki Suhârî köyünde. Buhârâ’da çömlekçilik yapanlara “Külâl” denirmiş. 1370 (h.772) yılında vefat etmişler. Köyün kenar semtlerindeki kabri yenilenip, üzerine türbe yapmışlar. Henüz inşaat izleri kaybolmamıştı, çevre düzenlemesi devam ediyordu.  Kabirlerinin ayakucunda oturup, okumalarımız yaptık, rûhlarına hediye ettik. Onları vesile ederek, Allah-ü Teâlâya niyazda bulunduk. Türbeden çıkışta işçilerden biri kabri yenilerken içerden çıkardıkları toprak ve taş parçalarını gösterdi. Teberrüken aldık. Bu ve başka yerlerde ziyaret ettiğimiz mübarek zatların kabir topraklarını bir kavanozda topladım. Çalışma odamda onlara bakıp, binbeşyüz senenin dersini düşünüyorum…
Yüce Rabbim ilmimizi, amelimizi ve ihlâsımızı artırsın. Hakikî sevgiye kavuştursun.  Sonrası kolay: “El mer’ü meâ men ehabbe” Kişi bu, dünyada kim(ler)i severse, ahirette de onlarla beraber olur…
Seyyid Emir Külâl hazretleri buyuruyorlar:
“Ey dostlarım, elbiseyi temiz su nasıl temizlerse, biliniz ki, dili Allahü teâlâyı zikretmek temizler. Bedeninizi namaz kılmak, malınızı zekât vermek temizler. Yolunuzu insanların sizden hoşnut olması temizler. İhlâs sahibi oluncaya kadar ihlâsı, kurtuluşa erinceye kadar kurtuluşu arayınız”.
Seyyid Emir Külâl hazretleri hakkında Reşahat’da ve kitabın sonunda bildirdiğimiz kaynaklarda çok geniş bilgiler bulunmaktadır. Biz ancak o mübarek zâtların isimlerini anıp geçiyoruz. Maksadımız okuyucularımızı asıl kaynaklara yönlendirerek, o bitmez tükenmez feyz pınarlarından doyasıya içmeye teşvik etmektir.
Sonra Mîr Arab Türbe ve Câmiini ziyâret ettik. Ardından Buhârâ Kal’asını(Ark) gördük.
***
28 Nisan 1996 günü erken vakitte Kurban Bayramı namazını kılmak üzere tekar Kasr-ı Ârifân’a gittik. Alacakaranlıkta otobüsümüzün farlarının aydınlattığı yollarda yaşlı,  genç, çocuk,  kadın yüzlerce insanın oraya yürümekte olduğunu gördük…
Sabah namazını Kasr-ı Ârifân’da Şâh-ı Nakşîbend (kaddesallahü teâlâ sırrehu’l azîz) kabrinin bulunduğu avluda, Kurban Bayramı namazımızı da Dergâhlarında kıldık. Ayvallı kardeşimiz okudu, Esmâ-i Hüsnâ’yı saydı, dua etti. Cemaate gelen Buhârâ’lı kardeşlerimiz için de farklı ve güzel bir vakit oldu.
Bayram namazını müteakib, kardeşlerimizle bayramlaştık. Son ziyâretlerimizi yapıp,  dualar ederek ayrıldık. Yanımızda bulunan Türkçe,  Rusça kitapları dağıttık.
***
Öğleden sonra, kırsal alanda dolambaçlı yollardan geçerek yamaç üzerinde bulunan Hâce Ali Râmîtenî(kuddise sirruh) hazretlerinin türbesini ziyâret ettik. İçeride üç kabir var. İkisi oğullarına aitmiş. Okuduk, sevabını mübarek rûhlarına gönderdik, dualar ettik, ayrıldık. Allahü teâlâ o sevgili kullarının şefaatlerine kavuştursun. Âmin.
***
Râmîten’den sonra, birkaç km uzakta bulunan Semmâs köyüne vardık. Burası Hâce Ali Râmîtenî hazretlerinin yetiştirdiği ve kendilerinden sonra irşâd makamına bıraktıkları büyük velî Muhammed Bâbâ Semmâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)’nin köyü. 1354(h.755) yılında vefat etmişler. Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri çok talebe yetiştirmişler. Talebeleri arasında az önce adlarını zikrettiğimiz Seyyid Emir Külâl ve Şâhı Nakşîbend Muhammed Bahaeddîn Buhârî hazretleri de var. Düzlük alanda seyrek kabirler arasında, iki yıl önce etrafı çevrilip yenilenmiş kabirlerini ziyaret ettik. Dualarımızı yapıp, biraz da eğleşerek ayrıldık.
Az ötede bir çiftlik evi vardı. Hanımlar hemen dostluk kurup, kaynaşmışlar bile! Gidenler ne için gittiğini, ora halkı da gelenlerin neden geldiklerini bilince böyle bereket ve güzellikler oluyor...
***
Dönüşte Buhârâ’nın tarihî yapılarını gezdik.  Sarı/beyaz tuğladan farklı bir mimarîyle inşa edilmiş Samanî Türbesini, Leb-i Havuzu, Eyyûb Çeşmesini, medreseleri gezdik. Bir Buhârâ kitabı aldım. Kiril alfabesiyle yazılmış, ingilizce açıklamalar yapılmış. Fotoğraf çekmemize gerek kalmadı, anlaşılıyor. Bazen kendimi elli yıl öncesi Konya/Karaman’da toprak damlı, ak cilalı evlerinin arasında geziyormuş gibi hissediyorum. Sokaklarda dizlerine varan deri çizmeleriyle yavaş adımlarla yürüyen soydaşlarımızı seyrediyorum. Avucunda getirdiği iri kuru üzümleri ikram eden şu amcamızın güleç ve samimî hali her şeyi anlatıyor.
***
Kurban Bayramı ikinci günü erken vakit kara yoluyla Semerkand istikametine hareket ettik. Akşamı ve yarını orada geçireceğiz inşallah.
Buhârâ’da son olarak Tacik Mahallesinde bulunan dört minareli(Çhar Minar) Niyazi Kul Medresesini ziyaret ettik. Burası Hind Müslümanları tarafından inşa edilmiş. Çevresinde vaktiyle 5000 abdest alma yeri varmış… Şimdilerde sadece turistik ziyaretçilerin uğradığı, terk edilmiş bir mahal. Sokağın başındaki kalabalığı sorduk. Cenaze var dediler.  Gittik. Etrafında odaların yer aldığı geniş bir avlunun girişinde erkekler oturmuş. Herkesin gözü yaşlı idi. Cenaze sahipleri iç bölmede kadınların bulunduğu tarafta ayakta bekliyor, yabancılar ötesine geçmiyor.  Taziyede bulunduk. Vefat edenin rûhuna fatihalar okuduk. İstanbul’dan gelip bu kardeşimize Fatiha okumak da ayrı bir nasip…
Semerkand istikametinde yol boyunca dut ağaçları var. Ekili tarım arazileri arasında toprak yollardan geçerek, tenha bir yerde bulunan Mahmûd İncir Fagnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kabrini ziyâret ettik. Dut, alma ağaçları ve asmalar altında ak toprakla sıvalı bir kabir. Hemen yanında da dergâhları var. Çevrede ekili nâne kokularını teneffüs ederek, dergâhlarında namaz kıldık. Kabir ayakuçlarında okuyup, dualar ettik. Yüce Rabb’imiz şefaatlerine kavuştursun, bizleri o büyükler silsilesinin mensuplarından, takipçilerinden eylesin. Âmin.
Mahmûd İncir Fagnevî (rahmetullahi aleyh) insanları Hakk’a davet eden, onlara ebedî saadet yolunu gösterip, kavuşturan büyük velîlerden. Silsile-i Âliye’nin on birinci halkası. Mîmarlık yaparak geçinmişler. (h.715/1315) senesinde vefat etmişler. Yetiştirdikleri talebeleri arasında en büyüğü daha önce zikrettiğimiz Hâce Alî Râmıtenî hazretleridir.
Mahmûd İncir Fagnevî hazretleri “sesli zikrin sınırı(şartı)” üzerine sual edilince şu cevabı verirler: “Sesli zikri ancak; dili yalandan ve gıybetten, boğazı-midesi haram ve şüphelilerden temiz bulunanlar, kalbi riyâdan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka şeylere teveccühten münezzeh olanlar yapabilir” buyuruyorlar.
Semerkand tarafına bir müddet daha yol alıp, birkaç defa sorarak Rîvgir Köyüne vardık. Bir tepenin eteğinde L planlı tek katlı bir dergâh ve kırmızı kahverengi tuğladan örülü Ârif-i Rîvegerî hazretlerinin kabrini bulduk. Kabre bakan revakın altında oturmuş, yarenlik eden kimseler vardı. Kasr-ı Ârifân’da gördüğümüz cinsten işlemeli ağaç direkler burada da dikkatimizi çekti. Hemen yakında inşaatı bitmek üzere olan bir cami bulunuyor. Köye ve dergâha hâkim tepeyi hummalı bir şekilde ağaçlandırıyorlardı. Bizim varışımızdan sonra yüz kadarı dergâh civarına geldiler. Kimler olduğumuzu merak etmiş olmalılar.
Ârif-i Rîvegerî(kaddesallahü sırrehul azîz) az önce kabrini ziyâret ettiğimiz Mahmûd İncir Fagnevî hazretlerinin mürşîdi. Az sonra zikredeceğimiz Abdülhâlık Gocdüvânî hazretlerinin ise talebesi oluyorlar. Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.1315(h.715) senesinde vefat etmişler. Yüksek hocaları Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri ilk sohbetlerinde Ârif-i Rîvegerî hazretlerine buyururlar:
“Hak yolcusu bir talebe, vaktin değerini çok iyi bilmelidir. Geçen vakitler içinde kendisinin ne halde olduğunu sezmeye bakmalı. Huzurlu olduğu her ân için ‘Allah’ıma şükürler olsun’ demelidir. Gafletle geçen vakti için ise, hemen telâfi etme yolunu seçmeli, istiğfar edip, Allah-ü teâlâdan bağışlamasını dilemelidir”.

Öğle vaktinde Buhârâ’dan takriben 35 km mesafedeki Gucdevân kasabasına vardık ve mola verdik. Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerinin geniş bir meydan içinde yer alan külliyesini ve kabirlerini ziyâret ettik. Külliyenin çok yüksek cepheli kapısı, içeri girerken insana küçüklüğünü hissettiriyor. Çini ve taş işçiliğinin pek güzel örneklerini gördük. Buralara has geniş tabanlı tuğla örme minarelerin üzerinde leylek yuvalarını da görmek mümkün.
Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerinin kabri mermer bir sanduka ile örtülü. Çevresi de çok bakımlı, külliyenin girişine yakın. Annelerinin kabirleri de yanlarında bulunuyor. Ayakuçlarında oturup okuduk, sevabını mübarek rûhlarına hediye ettik. Onları vesile ederek dualarda bulunduk.
Hâce Abdülhâlık Gucdevânî (kaddesallahü teâlâ sırrehül azîz) insanları hakka davet edip, doğru yolu gösteren ve ebedî saadete kavuşturan Silsile-i Âliye’nin dokuzuncu halkası. Sohbette üstadları Yûsuf-i Hemedânî hazretleri, zikir taliminde ise hocaları Hızır aleyhisselam. Babaları, imâm olarak tanınan Malatya’lı Abdülcelîl Efendi, bu taraflara göçüp yerleşmiş. Hazreti Hâce burada dünyaya gelmiş ve yetişmiş. Hâcegân yolunun temel terimleri Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerine aittir[2].

Buhara-Semerkand arası doğrudan 220 km. Yer yer güzergâh değiştirip, yukarıdaki ziyaretlerimizi yaparak, akşam namazı vaktinde Semerkand’a geldik. Gönlümüz geçip geldiğimiz yerlerde ziyâret ettiğimiz büyüklerin rûhâniyeti ile mesrûr. Onlardan kopmak istemiyoruz.
Otelimize yerleştik. Günün son ışıklarıydı. Otel odamızın balkonundan şehre baktım. Muhteşem bir manzara vardı. Sanki tarih; abide olup, düz ve münbit arazide boy vermiş gibiydi…
Elimdeki listeye bakıyorum. Ne kadarını ziyâret edebileceğiz bilmiyorum. Ama Buhâra gibi, burada da, “öpülesi izleri” sürmek için en az bir hafta, on gün lâzım diye düşünüyorum. Semerkant'ta İslâm Mimarisinin en güzel örnekleri var. UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne de eklenmiş:
·                     Şâh-ı  Zinde (Kusam bin Abbas- radıyallahü anh) türbesi,
·                     Hâce Ubeydullah-i Ahrâr Külliyesi,
·                     İmâm-ı Buhârî Külliyesi,
·                     Uluğ Bey Rasathanesi (1421-1449),
·                     Afrasiyab müzesi,
·                     Gur Emîr(Timur Han) türbesi,
·                     Bibi Hanım Camii ve Türbesi,
·                     Hazreti Hızır Camii,
·                     Zümrüt Hoca Camii,
·                     Çarsu Antik Ticaret Merkezi
·                     Aksaray Türbesi,
·                     Nisbatdor Hoca Cami,
·                     Abdu Darun Hoca türbesi,
·                     Namazgâh Camii,
·                     Registan(kumla kaplı) Meydanı ve üç yanında yer alan üç medrese.
Semerkant dünyanın en eski şehirlerinden biri. Tarihte İpek Yolu'nun önemli bir kavşağı olmuş. Timur Han zamanı 14-15. yy'lar,  Semerkant'ın altın dönemi olarak kabul ediliyor. Eserlerin çoğu o vakitten kalma.
30 Nisan Sabahı ilk işimiz evliyânın önderlerinden, Silsile-i Âliye’nin 18. Halkası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr(kaddesallahü teâlâ sırrahü’l azîz) hazretlerinin kabrini ziyaret etmek oldu. Otelimize 6-8 km mesafede mescid, medrese ve türbe ile tam bir külliye. Ağaçlı geniş bir avlunun içinde, tuğladan örülmüş set üstünde birçok kabirler var. İki metre boyunda, heybetli bir mezar taşı diğerlerinden hemen ayırt ediliyor. 1490(h.895) senesinde vefât etmişler. Edeple kabirlerinin önünde, ayakuçlarına yakın oturduk. Okuduk, mübarek rûhlarına hediye ettik. Onları vesile ederek Yüce Rabbimizden niyazda bulunduk...
Masmavi, hafif esintili, ılık bir hava vardı. Ağaçların tomurcukları patlamış, kır çiçekleri açmıştı. Buradan ayrılasımız gelmiyor…
Ubeydullah-ı Ahrâr daha küçük yaşlarından itibaren akranlarından sakin ve olgun davranışları ile ayrılır. Taşkent ve civarındaki evliya kabirlerini gece gündüz, yakın uzak demeden ziyaret eder, rûhaniyetlerinden istifade ederlermiş. Sonraları Semerkand ve Buhâra’da bulunan âlimlerin derslerine, sohbetlerine devam etmiş. Önceki sayfalarda bahsi geçen Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunup yetişmiş zâtlardan Seyyid Kâsım Tebrîzî ile tanışır ve çok istifade eder. Sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de, Behâeddîn Ömer hazretleridir. Dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devam etti. Tasavvuf ilminde en başta gelen hocaları Ya’kûb-i Çerhî hazretleridir, onların sohbetinde kemâle ulaşırlar.
İstanbul’un fethine yardım:
Ubeydüllah-i Ahrâr’ın torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan nakledilmiştir: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir perşembe günü öğleden sonra atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da kendilerini ta’kib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durun” buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrası denilen sahraya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip takip etmişti. O şöyle anlattı: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ile sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”
Ubeydüllah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve ne maksatla gittiğini sordular; “Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir:  “Anadolu’ya gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hân’ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydüllah-i Ahrâr’ın şeklini ve şemâlini tarîf etti ve “O zâtın beyaz bir atı var mıydı?” diye sordu. Ben de tarîf ettiği bu zâtın, babam Ubeydüllah-i Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atı bulunduğunu, bazan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: “Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şöyle anlattı: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydüllah-i Ahrâr Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şeklini ve şemâlini ta’rîf ederek, şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Ben de “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm, “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücum emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı, İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”
İstanbul’un birçok yerinde “Yedi Emirler” adıyla türbeler/toplu mezarlar bulunmaktadır. Bunlardan Fâtih Câmii civârı Malta semtinde Yedi Emîrler olarak bilinen kabirlerin Hâce Ubeydullah hazretlerinin ordusundaki Buharâlı mücâhitlere ait olduğu rivayet edilir.
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; Nefehât’ül Üns kitabını yazan Molla Camî ile Reşahât Ayn’ül Hayât’ı yazan Ali b. Hüseyin el-Vaiz'ın (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) mürşidi. Her iki müellif de eserlerinde hocaları Ubeydullah Ahrâr hazretlerinden geniş olarak bahsederler. Oralardan okuyarak bereketlenmek lâzımdır. Biz bu kadarcığını bildirmekle iktifa edelim.
Oradan otelimize yakın bir yerde bulunan Timur Hân Türbesine gittik. Heybetli kubbesi, geniş avlusu on metrelerce yüksek cümle kapısı ile ihtişamlı bir eser. Doğumunun 660. Yılı dolayısıyla hummalı bir tamirat vardı. Bu yüzden kabre kadar ilerleyemedik. Dışarıdan ziyaret ettik. Resmî/ulusalcı tarihlerimiz küçüklüğümüzden buyana bizleri hep şartlandırdı, yanılttı. Çin seddinden Anadolu’ya, Ege sahillerine uzanan geniş coğrafyada etkili olmuş. 1400 başlarında Yıldırım Bayezid Hân ile Ankara Savaşını yaşamış. Âlimlere çok değer verir, Allah adamlarını çok sayarmış. İslâma büyük hizmetlerde bulunmuş. Fatihalar okuduk, ayrıldık.
Registan Meydanı “kumla kaplı meydan” anlamına geliyor. Şehrin en tanınmış, gerçekten görülmeye değer bir yeri. Vaktiyle Sultanlar burada halka hitabederlermiş. Geniş alanın üç tarafı üç şaheser ile çevrili; alanın tam karşısında Tillâ Kârî Medresesi, sağda Şîr- Dor(Aslanlı) Medrese, solda Uluğ Bey Medresesi. Günlerce vakit harcanması gereken bu mekânda iki saat neye yeter ki? Kitaplar ve birkaç hatıra eşya aldık.
***
Buralarda Şâh-ı Zinde diye bilinen Kusam bin Abbas(radıyallahü teâlâ anh) ve bazı yakınlarının bulunduğu semte gitmek üzere çıktık. Türbe, şehrin bir hayli dışında yüksekçe bir tepede bulunmaktadır. Oraya taştan yapılmış dar bir merdiven-yoldan çıktık. Yamaç boyunca türbeler dizilmiş. Her biri san’at cehdi ile eşsiz güzellikte, el emeği, göz nûru ile işlenmiş. Moğol istilâsında yıkılmış, Timur Hân yeniden yaptırmış.
Kusam bin Abbas (radıyallahü teâlâ anh) Peygamber Efendimizin(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) amcaları Hazreti Abbas(radıyallahü teâlâ anh)’ın oğlu. Hazret Alî (kerremallahü vecheh) efendimizle kardeş çocukları. Mekke’den cihâd için çıkmışlar. İslamiyeti anlatarak insanlara hizmet etmek yolunu seçip, buralara gelmişler ve şehid olmuşlar. Kabirlerinin bulunduğu türbeye girdik, ziyaretlerimizi yaptık. Yüce Rabbimiz onların ve onların izinde yürüyenlerin derecelerini âlî eyleye. Bizleri de şefaatlarına kavuşanlardan eyleye. Âmin.
Türbeye girip çıkan yerli halktan da çok kimse var. Ama ziyâret âdâbını bilmiyorlar. 70 yıllık komünist rejim insanları dininden mahrum bırakmış. Mukaddesata dair her şeyi unutturmuş ve bozmuş. Toparlanmaları zaman ister.
Hava ılık ve güneşli, güzergâhımız yemyeşil. Günün son ziyaretini Semerkant-Taşkent istikametinde, yoldan 30-40 km saparak, İmâm-ı Buharî (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin Hartenk kasabasında bulunan külliyesine giderek yaptık.
İmâm-ı Buharî hazretleri Kur’an-ı Kerîmden sonra dinimizde en kıymetli kitab olan Sahih-i Buhârî adıyla meşhur hadîs kitabını yazan büyük âlim. 870 (h. 256) senesinde burada vefat etmişler.
Daha çocukluk yaşlarında kalbine hadîs ezberlemek ilhâm olur. Hadis âlimlerinin derslerine devam ederler, on beş yaşına vardıklarında 70.000 hadis-i şerif ezberlerler.  Hadis-i şeriflerin metnini ezberlediği gibi, o hadis-i şerifi rivayet eden kimselerin, künyelerini, doğum ve ölüm tarihlerini, ahlâk ve yaşayışlarını, kimden rivayette bulunduklarını, o raviden başka kimlerin hadis-i şerif aldığını öğrenir ve ezberlerler.
İmam-ı Buhari hazretleri Sahih-i Buhari  kitabını Mescid-i Haram’da yazar. Bir hadis-i şerifi yazmadan önce istihare yapar. Gusledip, iki rekât namaz kılar. Sonra koyduğu sağlam usûllere göre sahih olan hadis-i şerifleri kitabına yazar. Kitabın temize çekme işini, Mescîd-i Nebî’nin Ravda-i Mutahhara olarak bilinen yerinde yaparlar. Sahih-i Buhari bu titizlikle, on altı yılda tamamlanır…
Gittiği her yerde, etrafı onlardan hadis-i şerif almak ve öğrenmek isteyenlerle dolup taşar. İmâm Buhârî hazretlerinin kendilerinden hadîs işittiği üstadlarının ve kendisinden hadîs alan talebelerinin isimleri Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi 1. Cildin başlarında anlatılmaktadır[3].
İmâm Buhârî hazretlerinin kabirlerini ziyaretle okumalarımızı yaptık, sevabını mübârek rûhlarına hediye ettik.  Onları vesile ederek Cenâb-ı Hakk’dan niyazda bulunduk. Kabrin ayakucunda Ramazan Ayvallı kardeşimizle birlikte idik. Üniversitede hadîs dersleri okutacaktı. Hazret-i İmâmın kabrine teveccühle “izin” istediler…
Sonra külliyeyi gezdik. Çeşmelerinden abdestlerimizi aldık, mescidlerinde namazlarımızı kılıp, ayrıldık.
1 Mayıs 1996
Semerkand’dan bu sabah Taşkent’e dönüyoruz. Dün Kusam bin Abbas (radıyallahü anh) türbesine giderken yol üzerinde bir levha görmüştük. Efrasiyab yazıyordu. Bu isme yabancı değildik. Bu sabah gittik. Semerkand dışında ve en hâkim tepe üzerinde MÖ. 300 yıllarında kurulmuş, bir şehir kalıntısı anlatılıyor. Burasının tarihteki Mete Han (Oğuz Kağan) diyarı olduğu söyleniyor. Kazılar sırasında bulmuşlar. Bulgulardan bir kısmı ve bazı resim ve çizimler müzemsi bir binada sergileniyor. Civardaki bir tepeciğe tırmandım. Tüm arazi kazı yapılmak üzere koruma altına alınmış. Kerpiç o zamanın en önemli yapı elemanı olduğundan evler, duvarlar geçen zaman içinde, metrelerce toprağın altında belirsizleşmiş. Çocukluğumdan âşina olduğum için, sarı topraktan kerpiç duvarların yağmurda erimiş, rüzgârda aşınmış izlerini tanımakta zorluk çekmedim. Tarihçi Osman Turan, Karahanlıların, Uygur Devletinin ve Selçuklu Hânedanlarının Efrasiyab'a mensup olduklarını ve tarihî ve millî ananeye uygun olarak, Oğuzhan ile birleştiğini belirtir[4]. Kutadgu Bilig’de[5], dünya hükümdarları içinde en adaletli olanların Türk hükümdarları olduğu ve adı en meşhur olanın İranlıların Efrasiyab dedikleri Alp Er Tonga olduğu yazıyor. Oğuz ve Selçuk Türkleri Abbasî halîfesi el-Mutî zamanında 946(h.334) Müslüman oldular. Buralarda ceddimizin bıraktığı izleri görüyor ve ruhlarına fâtiha okuyoruz…
Dönüşte yol üzerinde çok işlemeli, yamaçta yüzük taşı gibi duran Hızır Aleyhisselâm Mescidini gördük. Oradan Bibi Hanım Medresesine gittik; Orta Asya İslâm mimarisinin en büyük ve en önemli eserlerinden biri. 1390-1404 yıllarında yapılmış. Masmavi kubbesi, dört minaresi, türbe ve avlusuyla görenleri büyülüyor. Muhteşem taç kapısından girerken insan küçüldüğünü, boyutlarının çok küçük kaldığını hissediyor. Her tarafta hummalı bir tamirat var. Yüzlerce taşçı, işçi, usta karıncalar gibi çalışıyordu…
Timur Hân’ın torunu Uluğ Bey tarafından, Semerkand’ın dışında kurulmuş olan Rasathaneyi ve müzesini gezdik. 600 yıl önce güneşin, yıldızların hareketlerini, mevsimleri incelemişler, namaz vakitlerini tam doğru olarak tespit etmişler. Uluğ bey bu güzel eseri ve hesaplamaları kazandırmış, ama saltanat hırsındaki oğlu tarafından öldürtülmüş. Kabri Timur Hân (Gûr Emîr) türbesinde bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk rahmet eyleye…
***
Semerkand-Taşkent arası yaklaşık 300 km. otobüsle günboyu etrafı seyrederek yol aldık Orta Anadolu’da bir gezinti yapıyormuşuz gibi geldi. Mola verdiğimiz yerde şaşlık (şiş kebap) yedik. Boş bir tarlada cemaatle namaz kıldık. Geçtiğimiz bir nehir vardı. Sriderya olduğunu söylediler. Yolboyunca kontrol istasyonları, rus şapkalı polisler, tektip kolkhoz evleri gördük. Evler arasında tehlizle yalıtılmış soba borusu gibi borular vardı. Doğalgaz boruları imiş, merkezî ısıtma yapılıyormuş. Kolkhoz evlerinin önünde küçük özel parseller var. Orada kendi üretimlerini yapıyor, isterlerse ürettiklerini satıyorlarmış. Ama kolkhoz sitesinin hemen yanında eni boyu km.lerle ifade edilen dev tarlalar uzanıyor. Yer yer eski model, hantal tarım makineleri ve ağaç altında gölgelenen kolkhoz çalışanları(!) var. Gördüklerimiz buradaki idarî yapıyı ve iş verimliliğini tahmin etmeye yetiyor.
Özbekistan henüz bağımsız devlet olma yolunda. Alınacak daha çok mesafe var; köklerini hatırlayıp kendilerini bilecekler, dünyadan haberdar olup yenilikleri öğrenecekler. Özel mülkiyet ve hür teşebbüs mantığını yakalayacaklar…
Bitmedi, sonra en zor safhaya sıra gelecek; devleti yeniden kuracaklar, müesseseler oluşacak, değişim yaşanacak… Zor, çok zor işleri var.
Şimdilik uykudan uyanmaya çalışıyorlar. Asıl zorluk uyandıktan sonra.
Türkiye elli yıldır çokşeyi öğrendi, gerçekleştirmek de istiyor. Ama daha devlet yapısı ıslah edilemedi. Devletin kalıbı, milletin hasletleriyle örtüşmüyor henüz. Millet özelleştirme istiyor, devlet bırakmıyor. Halk demokrasiyi tattı, anladı, devlet resmî ideoloji peşinde. Millet kendi değerleriyle kalkınmak ve yarışmak istiyor, devlet silik batı taklitçiliği peşinde. Millet müsamahalı, çok olgun, devlet vatandaşını bir tehdit unsuru, adeta düşman gibi görüyor. Türkiye için daha çook ister. Özbekistan ne yapsın! Bugünkü Türkiye seviyesine gelmek için bile en az elli sene lâzım. Cenâb-ı Hakk bu kardeşlerimizi komünist artığı devletçi, tekelci, yasakçı zihniyetten ve eski tüfeklerden kurtarsın…
***
Kafiledeki birkaç arkadaş geceleyin gidip araştırmışlar, İtikadda mezhep imâmımız Ebû Mansur Matüridî(radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin kabrini bulduklarını söylediler. Devletin 1940’larda bir yahudiye sattığı evin bahçesinde imiş. Tahribedilmiş, tamire muhtaç bir halde olduğunu görmüşler. Biz ziyaret edemedik. İstanbul’a dönüşte,  İmâm Matürîdî hazretlerinin kabri ve çevre düzenlemesi için bazı temaslarda bulunacağız inşallah[6]
Büyük fıkıh, hadîs ve tefsîr âlimi Burhâneddîn Mergınânî hazretlerinin kabrinin de bir yahudinin arazisinde olduğunu öğrendik. Hazreti Ebû Bekr efendimizin soyundan gelen, büyük müçtehid âlim. 1197 (h.593) yılında Moğol istilâcılar tarafından şehid edilmişler. Rahmetullahi teâlâ aleyh.
2 Mayıs 1996
Taşkent pazaryerini dolaştık. Asırlardır aynı yerde kurulurmuş. Altyapısı 1950’lerin Türkiye’sini andırıyor. Kavurmacı ile kumaşçının yan yana tezgâh açtığı bir düzen. Fazla mal yok. Kumaş ve küçük ev eşyaları satılıyor. Hatıra olarak; dobba(başlık), kehribar tesbih ve Registan Meydanından görüntü işlenmiş büyükçe bir vazo aldık.
Yarın sabah 0500’te THY ile Taşkent-Alma Ata-İstanbul yolculuğumuz var. Dokuz saat süreceği söyleniyor…
Dönüş yolculuğumuz; birkaç gündür ziyâret edegeldiğimiz büyüklerimizle ilgili bilgi ve gördüklerimizi tekrarlamak ve hâfızâmıza nakşetmekle geçti. Baba evimizden ayrılıyormuşuz gibi bir burukluk var içimizde. Vâ-hasretâ…


[1] Şâh-ı Nakşîbend hazretleri ve yolundakiler hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler Muhammed İhsan Oğuz; Ârifler Silsilesi, İkinci cild, Oğuz Yayınları, İstanbul, 1997,  639 s. ve Yahya Oğuz; Kasr-ı Ârifan’dan İstanbul’a Mihverdeki Mürşîd-i Kâmiller, Seher Ofset, 1997, 480 s. kitablara müracaat edebilirler. MA
[2] Bu terimleri açıklamak bu âcizin haddi değil. Faydalanılan kaynakları bildirdiğimiz son bölümdeki kitaplardan, özellikle de Reşahât s.19-35 ve Son Halkalar 2. Cild sonunda geniş olarak açıklanmaktadır. MA

[3] Ebû Abdillah Muhammed ibn İsmâîl el- Buhârî: Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi. Mütercim Mehmed Sofuoğlu, Ötüken, 16 cild + Indeks cildi.  2009, İstanbul.
Sahîh-i Buhârî 99 Kitab’dan meydana gelmektedir. Her kitâb Bâblara(alt bölümlere) ayrılmış. Her Bâbla ilgili Hadîs-i Şerifler numara ile sıralanmıştır. 16 cild 7637 sayfa tutmaktadır. Mükerrerlerle birlikte 7275 Hadîs-i Şerîf yer almaktadır. Hadîs Âlimlerinden bazılarının şerhlerine dipnotlarında yer verilmiştir. MA
[4] Osman Turan; Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul, 1978,  s. 69.
[5] Yusuf Has Hacib. Kutadgu Bilig II. Çeviri: R.R. Arat, Ankara.1988. s. 31.
[6] Sonraki yıllarda Özbekistan Devletince “İmâm Matüridî’nin gerçek kabri” olarak bildirilen yerde geniş istimlâk yapılmış, Hazreti İmâm’ın türbesini inşa edip, çevresi de düzenlemişler. MA