Süleymaniye
Camiini birçok defa gezdim, hayranlıkla seyrettim. Ceddim ile iftihar ettim.
Şiirini okudum, dinledim, okuyorum da. Ama ilk defa bir bayram sabahı
geçireceğim. Bacanağım Ali Bey ve sevgili Akif’le beraberiz. Şafak sökümünden
önce loşlukta heyecanlı adımlarla ilerleyen, her cepheden kapılara akın eden
genç, ihtiyar binlerce mü’mini gördüm.
Sabah
Namazı, Va’z, Bayram namazı, hutbe ve duadan sonra, cemaatin sıraya girip
topluca bayramlaşması ayrı bir güzellikti. Çıkışta sanki rüyadan uyanır
gibiydik. Ortalık aydınlanmıştı. Eserin ihtişamı, ahengi, inceliği, tekniği,
ruhaniyeti ayrı ayrı, inceden inceye düşünülmeye değer.
Bu
mabed 440 yıldır ayakta. Tekrar yapılabilir mi diye düşünüyorum. Cevabını şöyle
buldum: Yapılabilir. Ama o şartlar ve o imkânlar olursa; Bir Muhteşem Kanûnî Sultan Süleyman olmalı, bir Mimar Sinan, neccarlar olmalı ve taşçılarla
işçiler olmalı…
Gusül
abdesti icap ettiği halde alamayan işçinin, sırtına vurduğu taşı merdivende bir
yukarı bir aşağı taşıyıp da, geri bırakmakla duvara koymak arasında saatler
süren vicdan muhasebesini yapabilecek idrakli işçiler olmalı. Bütün bunları
aynı zamanda bir arada var kılacak Osmanlı’nın maneviyat iklimi olmalı. O iklim
olmadan bu meyveler yetişmez. Bu temel atılamaz, sütunlar dikilemez, bu kubbe
çatılamaz.
Yahya
Kemal ne güzel söylemiş:
“Ulu
mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben
de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum,
Bir
zaman hendeseden âbide zannettimdi,
Kubben
altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden
beri rüyâda görüp özlediğim
Cedlerin
mağfiret iklimine girmiş gibiyim”.
Süleymaniye
Külliyesi tamamlandığında nasıl bir manzara meydana geleceği, şehrin diğer taraflarından
nasıl görüneceği Mimar Sinan ve yardımcıları tarafından bin titizlikle kâğıda
işlenir. Kanûnî Süleyman’ın hazır bulunduğu temel atma töreninde Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi(Rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk taşı
mihrap duvarının yükseleceği yere yerleştirir. Yedi yıl sonra 1557 tarihinde
bir cuma günü külliyenin açılışı yapılır. O ânı Mimar Sinan şöyle anlatır: “Anahtarını
padişahın dest-i mübâreklerine verdim ve dua eyleyip el kavuşturup durdum.
Padişah da odabaşına teveccüh ederek, ‘Cami açmaya kim elyaktır?’ dediklerinde o da; ‘Padişahım, ağa
bendeniz bir pîr-i azîzdir, bu babda elyak ol emektar kulunuzdur’ deyince padişah,
‘Bu bina eylediğin beytullahı yine sen açmak evlâdır’ deyü dua ve senâ edip
miftahı cânü dilden verince ‘yâ fettâh’
deyip açtım.[1]”
Cami
avlusunun dört köşesinde ikisi üç şerefeli, ikisi de iki şerefeli dört minare
var. Bunların her biri bir anlam taşıyor: Dört minare, Kanuni’nin İstanbul’un
fethinden sonraki dördüncü padişah oluşunu; minarelerdeki on şerefe ise, Osmanlı
tarihinin onuncu padişahı oluşunu ifade ediyor. Külliyede altı tane medrese
bulunuyor. Fetva yokuşu ile Mîmâr Sinân caddesinin kesiştiği köşede bu ve daha
nice şaheserin mimarı Sinan’ın(rahmetullahi aleyh) mütevazı türbesi görünüyor.
Külliye haziresinde ise dönemin ileri gelenlerinin kabirleri var.
Kânûnî
Sultan Süleyman Türbesi’ni ziyaret ve Fatiha okuduktan sonra, kıble duvarına bitişik,
demir parmaklıklarla çevrili diğer kabre yöneldik. Bu kabir 1893 ‘te vefat eden
büyük âlim ve velî Ahmed
Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî (Rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait. Fatiha okuyup, mübarek
ruhlarına hediye ettik. Mezar taşlarındaki kitabede yolları ve makamları ifade
ediliyor:
Nazar
kıl çeşm-i ibretle, makâm-ı ilticâdır bu!
Erenler
dergâhı, bâb-ı füyûzât-ı Hüdâ’dır bu!
Ziyâüddîn-i
Ahmed, mevlidi anın Gümüşhâne,
Şehîr-i
şark u garbın, mürşid-i râh-ı Hudâdır bu!
Muhakkak
ehl-i Hak ölmez, ebed haydır bil ey zâir!
Sarây-ı
kalbini pâk eyle, bâb-ı evliyâdır bu!
Şu’a-ı
dürr-i vahdet, menba’-ı ilm-i ledünnîdir.
Mükemmel
vâris-i şer’-ı Mahmmed Mustafâ’dır bu.
Hilâfet
müddetinden, “İrcii” vaktine dek Hakk’a,
Tarîk-i
Hâlidî’yi neşreden, Hakk-reh-nümâdır bu.
Cilâ-yı
ruhdur zikri, mürîdana gıdâdır bu!
…
Anlatmakla
bitmez.
“Bir
mehâbetli sabah oldu Süleymaniye’de”.
Kuşluk
vakti Erenköy’deki evimize döndük…