EDİRNE, MAHZUN SELİMİYE. 23 Nisan 1991


Süleymaniye’nin bereketi, havası sürüyor. Devamını arzu ettik. Bir hafta sonra sabah erken vakitte Ali ağabeyim ve sevgili Akif’le birlikte Edirne yolundayız. Selimiye Camiîni göreceğiz. Benim için otuz yıllık bir arzu idi. Mimar Sinan’ın şah eseri olarak Selimiye’yi duyar ve doya doya temaşâ ve ulvî kubbesinin altında iki rekât namaz kılabilmeyi hayâl ederdim. Nitekim Selimiye Camii bahsini kısa da olsa araştırıp okudum. Yolculuk boyunca serhat şehrimizin siluetini hayalimde canlandırdım. Ceddimiz ordular halinde bu kıvrımlardan bükülerek, tatlı yamaçlardan akarak Rumeli’ye ilerliyor diye düşündüm.
Ceddimiz asırlarca bu yollardan aktılar,
Geçtikleri yerlere çil çil kubbeler saçtılar.
Yenibosna’dan Edirne’ye taş kolyeler gibi dizilmiş köprüler geçtik. Selimiye, uzun ince yolun ta sonunda sanki iki minareli imiş gibi görünüyor. Kanûnî'nin oğlu İkinci Selim tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış, Osmanlı sanatının ve dünya mimarlık tarihinin şaheserlerinden. Mimar Sinan 80 yaşında yaptığı bu cami için “ustalık eserim” diyor. Cami, medrese ve dârü’l hadîs, eğitim yapıları 190x130 metre ebadındaki avlunun içine simetrik olarak yerleştirilmiş. Kesme taşla örülmüş dış avlu boyunca uzanan park yerine arabamızı bırakıp, yürüdük. Avlusunda dolaştım. Daha aşağılarda inşa edilmiş başka camilerin minareleri yükseliyor. Sanki gıptayla Selimiye’nin avlusuna uzanıyor gibiler…
Resimlerini çokça gördüğümden, aşina bir mabede varmanın telaşsızlığı var içimde. Yedi gün önce Süleymaniye’yi teneffüs etmiştik. Şimdi Selimiye ile ceddimizin rûh iklimi devam ediyor.
Kalabalıklar vardı. Etraf ziyaretçilerin sesleriyle boğulmuştu. Körpecik yavrular annelerinin eteklerinden asılıyor, sabırsızlanıyor, soruyorlardı. Ne güzel merak içindeydiler. Ah bir de cevap bulabilselerdi, bir bulabilselerdi… Bir baba elinde kamera, mermer şadırvanın çevresinde dizilmiş abdest alanları çekiyor, çocuk soruyor, adeta yalvarıyordu:
- “Baba biz de abdest alalım mı?” Cevap:
- “Ne abdesti yavrum, namaz kılmayacağız ki!”
Bu cevabı keşke duymasaydım…
Aynı baba ve yavruyu namazdan sonra, cami iç süslemelerini filme alırken gördüm. Günahsız çocuk, o saflığı içinde bir şeyler hissediyor, namaza özeniyor, lâkin namazı sâdece bayram günlerinde hatırlayan modern(!) babanın ardınca sürüklenmekten de kurtulamıyordu. Öte tarafta mazbut görünüşlü, altmışlı yaşlarda bir baba, mihrap önünde poz veren; saçları belinde, baldırı çıplak yetişkin kızlarının resmini çekmeye çalışıyordu… Dayanamadım, câhil adamı ikaz ettim; Câmi adabı bu mudur? Kızlarını ateşten korumak senin görevin değil mi? diye. İstanbul camilerinde de yabancı turistler, yerli yabancılar(!) gezinir. Ama hiç bu kadar fütursuz olmazlar. Burada tam bir lakaydi var. Ulu mabed sahipsiz kalmış. İnsanlar pazaryerinde dolaşırcasına kudsiyete bigâne.  Nereye baksam, hangi tarafa yönelsem? Bari gözümü koruyayım diye mihraba yaklaştım. Bir Mushaf-ı şerîf arıyorum, yok. Hayret bir şey! Sağda, solda, rafta, minberde arıyorum. Nihayet şamdanın arkasına gizlenmiş bir Kur’ân-ı Kerîm bulabildim. Camiin banîsine, mimarına ve emeği geçenlere ve bu kubbenin altında nefes almış nice mübarek zevâtın rûhlarına okumak istiyorum. Yasin sûresini açtım. O da nesi! Kelimelere, aslında olmayan harekeler, rastgele işâretler eklenmesin mi? Çoğu harfe, kalemle birden fazla hareke konmuş. Bilmeyen doğru okuyamaz, hatta hiç okuyamaz…
Bu duygular ve şaşkınlık içinde bocalarken, şimdiye kadar ortalarda görünmeyen cübbeli ve göbekli birtakım kimseler peydahlandı. Bir tanesi, kubbenin izdüşümüne yakuttan bir yüzük gibi oturtulmuş müezzin mahfiline çıktı. Elinde mikrofon, Tepebaşı- Maksim Gazinolarının şarkıcılarını aratmayan edayla başladı. O kubbe en mükemmel akustik ölçülerle örülmüş. Ama müezzin efendi mikrofonuyla kubbeyi adeta başımıza yıkarcasına ses bombardımanı yapıyor… Koyu mafya gözlüklü ve uzun saçlı olan diğeri de mihraba geçti. Ses aynı şiddetiyle çınlıyor, makam endişesi öne çıkmış. Ama huşû yok, rûhaniyet yok!
Hayır, hayır, bin kere hayır! Bu din ve mukaddesat gasıplarına uymam. Bunlara imam ve müezzin diyemem! Ayrı bir yerde namazımı yeniden kıldım.
Çoğu namazsız gezginlerimiz o çapulcu kılıklı adamların etrafını sarmış, soruyorlar, dinliyorlar, kimileri de ellerini öpüyorlar. Fırsattan istifade, o çizilmiş, okunmaz hâle sokulmuş Kur’an-ı Kerîmi alıp, cübbeli, zülüflü, mafya gözlüklü adama gösterdim. Adamcağız, ilk anda beni de el öpmeye gelen hayranlarından biri sanmış olmalı ki elini yüzüme doğru yükseltti, hadi öp dercesine…
İkaz ettim. Biraz bozuldu. Ama gösterdiklerimden sonra, sükûttan başka yapabileceği bir şeyi de yoktu…
Görmediğini, müftülüğe bildireceğini söylemekle yetindi.
Mübârek mabedde şaşkınlık ve üzüntüyle dolaştım.
Edirne’nin işgali sırasında, Rus generali Camideki Sultan mahfilinin çiçekli çinilerini söktürüp, Moskova’ya götürmüş. İçimizdeki gafiller, hainler ve yerli müstevliler de huşûunu çalmışlar…
Taşı ve ihtişamı yerinde, ama ruhâniyeti gitmiş bir Selimiye gördüm…
Edirne’ye gelmişken Hasan Sezâi(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin türbesini de ziyaret etmek isterdik. Belki Selimiye’deki hüznümüz geçerdi. Vakit geç, yolumuz uzunca olunca, gidemedik. Fatihalar okuyup, mübarek rûhlarına hediye ettik. Yüce Rabbimiz şefaatlerine kavuştursun. Âmin.