Süleymaniye’nin
bereketi, havası sürüyor. Devamını arzu ettik. Bir hafta sonra sabah erken
vakitte Ali ağabeyim ve sevgili Akif’le birlikte Edirne yolundayız. Selimiye
Camiîni göreceğiz. Benim için otuz yıllık bir arzu idi. Mimar Sinan’ın şah eseri
olarak Selimiye’yi duyar ve doya doya temaşâ ve ulvî kubbesinin altında iki
rekât namaz kılabilmeyi hayâl ederdim. Nitekim Selimiye Camii bahsini kısa da
olsa araştırıp okudum. Yolculuk boyunca serhat şehrimizin siluetini hayalimde
canlandırdım. Ceddimiz ordular halinde bu kıvrımlardan bükülerek, tatlı
yamaçlardan akarak Rumeli’ye ilerliyor diye düşündüm.
Ceddimiz
asırlarca bu yollardan aktılar,
Geçtikleri
yerlere çil çil kubbeler saçtılar.
Yenibosna’dan
Edirne’ye taş kolyeler gibi dizilmiş köprüler geçtik. Selimiye, uzun ince yolun
ta sonunda sanki iki minareli imiş gibi görünüyor. Kanûnî'nin oğlu İkinci Selim
tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmış, Osmanlı sanatının ve dünya mimarlık
tarihinin şaheserlerinden. Mimar Sinan 80 yaşında yaptığı bu cami için “ustalık eserim” diyor. Cami, medrese ve dârü’l
hadîs, eğitim yapıları 190x130 metre ebadındaki avlunun içine simetrik olarak
yerleştirilmiş. Kesme taşla örülmüş dış avlu boyunca uzanan park yerine arabamızı
bırakıp, yürüdük. Avlusunda dolaştım. Daha aşağılarda inşa edilmiş başka
camilerin minareleri yükseliyor. Sanki gıptayla Selimiye’nin avlusuna uzanıyor
gibiler…
Resimlerini
çokça gördüğümden, aşina bir mabede varmanın telaşsızlığı var içimde. Yedi gün
önce Süleymaniye’yi teneffüs etmiştik. Şimdi Selimiye ile ceddimizin rûh iklimi
devam ediyor.
Kalabalıklar
vardı. Etraf ziyaretçilerin sesleriyle boğulmuştu. Körpecik yavrular
annelerinin eteklerinden asılıyor, sabırsızlanıyor, soruyorlardı. Ne güzel
merak içindeydiler. Ah bir de cevap bulabilselerdi, bir bulabilselerdi… Bir baba
elinde kamera, mermer şadırvanın çevresinde dizilmiş abdest alanları çekiyor,
çocuk soruyor, adeta yalvarıyordu:
-
“Baba biz de abdest alalım mı?” Cevap:
-
“Ne abdesti yavrum, namaz kılmayacağız ki!”
Bu
cevabı keşke duymasaydım…
Aynı
baba ve yavruyu namazdan sonra, cami iç süslemelerini filme alırken gördüm.
Günahsız çocuk, o saflığı içinde bir şeyler hissediyor, namaza özeniyor, lâkin namazı
sâdece bayram günlerinde hatırlayan modern(!) babanın ardınca sürüklenmekten de
kurtulamıyordu. Öte tarafta mazbut görünüşlü, altmışlı yaşlarda bir baba,
mihrap önünde poz veren; saçları belinde, baldırı çıplak yetişkin kızlarının resmini
çekmeye çalışıyordu… Dayanamadım, câhil adamı ikaz ettim; Câmi adabı bu mudur?
Kızlarını ateşten korumak senin görevin değil mi? diye. İstanbul camilerinde de
yabancı turistler, yerli yabancılar(!) gezinir. Ama hiç bu kadar fütursuz
olmazlar. Burada tam bir lakaydi var. Ulu mabed sahipsiz kalmış. İnsanlar
pazaryerinde dolaşırcasına kudsiyete bigâne.
Nereye baksam, hangi tarafa yönelsem? Bari gözümü koruyayım diye mihraba
yaklaştım. Bir Mushaf-ı şerîf arıyorum, yok. Hayret bir şey! Sağda, solda,
rafta, minberde arıyorum. Nihayet şamdanın arkasına gizlenmiş bir Kur’ân-ı
Kerîm bulabildim. Camiin banîsine, mimarına ve emeği geçenlere ve bu kubbenin
altında nefes almış nice mübarek zevâtın rûhlarına okumak istiyorum. Yasin
sûresini açtım. O da nesi! Kelimelere, aslında olmayan harekeler, rastgele
işâretler eklenmesin mi? Çoğu harfe, kalemle birden fazla hareke konmuş.
Bilmeyen doğru okuyamaz, hatta hiç okuyamaz…
Bu
duygular ve şaşkınlık içinde bocalarken, şimdiye kadar ortalarda görünmeyen
cübbeli ve göbekli birtakım kimseler peydahlandı. Bir tanesi, kubbenin izdüşümüne
yakuttan bir yüzük gibi oturtulmuş müezzin mahfiline çıktı. Elinde mikrofon,
Tepebaşı- Maksim Gazinolarının şarkıcılarını aratmayan edayla başladı. O kubbe
en mükemmel akustik ölçülerle örülmüş. Ama müezzin efendi mikrofonuyla kubbeyi
adeta başımıza yıkarcasına ses bombardımanı yapıyor… Koyu mafya gözlüklü ve
uzun saçlı olan diğeri de mihraba geçti. Ses aynı şiddetiyle çınlıyor, makam
endişesi öne çıkmış. Ama huşû yok, rûhaniyet yok!
Hayır,
hayır, bin kere hayır! Bu din ve mukaddesat gasıplarına uymam. Bunlara imam ve
müezzin diyemem! Ayrı bir yerde namazımı yeniden kıldım.
Çoğu
namazsız gezginlerimiz o çapulcu kılıklı adamların etrafını sarmış, soruyorlar,
dinliyorlar, kimileri de ellerini öpüyorlar. Fırsattan istifade, o çizilmiş,
okunmaz hâle sokulmuş Kur’an-ı Kerîmi alıp, cübbeli, zülüflü, mafya gözlüklü
adama gösterdim. Adamcağız, ilk anda beni de el öpmeye gelen hayranlarından
biri sanmış olmalı ki elini yüzüme doğru yükseltti, hadi öp dercesine…
İkaz
ettim. Biraz bozuldu. Ama gösterdiklerimden sonra, sükûttan başka yapabileceği
bir şeyi de yoktu…
Görmediğini,
müftülüğe bildireceğini söylemekle yetindi.
…
Mübârek
mabedde şaşkınlık ve üzüntüyle dolaştım.
…
Edirne’nin
işgali sırasında, Rus generali Camideki Sultan mahfilinin çiçekli çinilerini söktürüp,
Moskova’ya götürmüş. İçimizdeki gafiller, hainler ve yerli müstevliler de huşûunu
çalmışlar…
Taşı
ve ihtişamı yerinde, ama ruhâniyeti gitmiş bir Selimiye gördüm…
Edirne’ye
gelmişken Hasan
Sezâi(rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin türbesini de ziyaret etmek isterdik. Belki
Selimiye’deki hüznümüz geçerdi. Vakit geç, yolumuz uzunca olunca, gidemedik.
Fatihalar okuyup, mübarek rûhlarına hediye ettik. Yüce Rabbimiz şefaatlerine
kavuştursun. Âmin.