HAC NOTLARI; 11-27 Nisan 1997


Ekim 1988 tarihli ilk Umre ziyaretimizi yazmıştık. Burada tekrardan kaçınarak, Hac farîzâsını ifa ederken gördüğümüz ve yaşadığımız farklılıklara temas edeceğiz inşallah.
İyi bir Hac iyi bir hazırlıkla oluyor.
Gitmeden önce birlikte olduğumuz arkadaşlarımızla üç ay iyi bir fikrî ve bedenî hazırlık yaptık. Haccın nasıl yapılacağı ile ilgili kitapçıklarla yetinmeyip, İslâm Tarihi ve özellikle Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hayatıyla ilgili kitaplar okuduk. Vardığımızda; Mekke’de, Mescîd-i Haram’da, Cennetü’l Muallâ’da, Arafat’da. Müzdelife’de, Minâ’da… Medine’ye giderken Hicret yolunda, Mescîd-i Nebî’ye varınca, Ravdâ-i Mutahhara’da,  Cennetü’l Bakî’de, Uhud’da, Kubâ mescidinde, Hendek Muharebesinin cereyan ettiği yerlerde… Gördüklerimizi anlamlandırabilelim, düşünebilelim,  rûhanî derinlikten daha çok nasiplenelim istiyoruz[1].
Ayrıca, sevabını orada ziyaretlerimiz sırasında mübarek rûhlarına bağışlamak üzere hatm-i şerîfler, hatmi tehlîller hazırladık.  Dostlarımızdan da çok sayıda hatim ve tesbihat hediyeleri aldık. İsimler uzun bir liste oldu.
Bir de bedenen güçlendirecek, hastalık ve yorgunluğa dayanıklı kılacak yürüyüşler ve idman yaptık.
Yemek, istirahat, bakım vb konularda zorlanmamak, bunlarla zaman kaybetmemek, bütün dikkat ve enerjimizi HAC için kullanmak üzere masraf etmekten kaçınmadık.
Yola çıkmadan, İstanbul’da harita üzerinde çalıştık. Arefe gününün Suûdîlerce öne alınması hâlinde, ertesi gün tekrar Arafat’a çıkabileceğimiz Alternatif ulaşım yolları araştırdık. Taif Yolu üzerinden dolambaçlı olarak Arafat’a gidebilmek alternatifi en makul olanı gözüküyordu.
Mübârek Hocamızın dualarını aldık, eş-dostla vedalaştık.
Aylardır dört kişilik çekirdek ekibimiz vardı: Altan Ateş, D. Özer Berkem, Hasan Ünsal ve bendeniz. Yeşilköy Havaalanında; T. Metin Yerebakan, Ârif Özmen, Abdülkadir Öğrenç, Kemal Yamankaradeniz ve Ahmet Havlucu beylerin eklenmesiyle dokuz kişi olduk. Maşallah, herkes 40-50 yaşlarda, tahsilli, din gayreti olan, okuyan ve düşünen insanlar. Aramızdan bir başkan, bir vekilharç seçtik. Düzen ve uyum içinde hareket ettik, çok bereketini gördük.
Diyanet İşleri Başkanlığımız her kafile ve grup için rehberlik etsinler diye müftü veya imam görevlendirmiş. Başka gruplarda neler olduğunu bilmiyorum ama bizim görevliler bedenen, zihnen, kalben yetersizdiler. Teferruatına girmiyorum. Hemen yorulan, ayrıntılı sorulara cevap veremeyen, fıkıh bilgisi yetersiz kimselerdi. Böyleyken neden görevlendirildiler sorusu hatırımıza geldi. Dahası din gayretleri yoktu. Namaz vakitleri daralmış, geçmek üzereyken ne kendileri hareket ediyor ne de kafileyi ikaz ediyorlardı. En vahimi, Mescid-i Harama hangi kapıdan girelim? diye lüzumsuz gayretler içindeyken, bütün gurubun sabah namazını tehlikeye attılar. Suskunluğu bırakıp, müftümüze: “Hocam, hangi kapıdan gireceğimizi bırak, sabah vakti geçiyor, hemen namaza duralım” demek mecbûriyetinde kaldık. Ardından, hac sonuna kadar bizi düşünme deyip, onun rehberliğinden çıktık.
Arefe gününü beklerken bir defa Hira, bir de Sevr Dağının eteklerine vardık. Bir de Cennetü’l Muallâ’yı dışarıdan ziyaret edip, Hazreti Hatice (radıyallahü teâlâ anhâ) Vâlidemize ve komşularına fatihalar okuduk. Rahmetli Tâhâ Arvas efendileri yâd ettik. Sair zamanlarımızda mümkün olduğunca Mescîd-i Haram’da tavaf yaparak, kaza namazları kılarak vaktimizi değerlendirdik. Buluşma yerimiz Kâbe’nin Rükn-i Şamî ile Rükn-ı Yemânî cephesine bakan Osmanlı revaklarının altı idi. Bâzen de oturup, onbinlerin tavafını ve Kâbe’yi seyrettik.
Hacca niyetlendiğimiz günlerde değerli insan, ilâhiyat profesörü Orhan Karmış beyin tavsiyelerini almıştım. “Vehhabilik ve mezhepsizlik akımlarına dikkat edin, tedbirli olun. Ehl-i Sünnete uymayan inanışları vardır[2]. Orada bulunduğum yıllarda Mescîd-i Haram’daki 24 imamdan sekizi sünnî, diğerleri vehhabî idi. Vehhabî imamlara uymadım, siz de dikkatli olun!” demişti.
Nitekim Mekke ve Medîne’de yadırgadığımız çok şeylere şahit olduk: Kâbeden bir iki km. mesafede, otelin alışveriş yapılan 25. Katında tamamen kapalı ve ayrı bir mekânda hoparlöre uyarak cemaatle namaz kılanları gördük. Bunun fıkıhta yeri var mıdır? Diyanetin ve din görevlilerinin bu konularda hacca gidenleri uyarması, bilgilendirmesi lâzım, diye düşünüyoruz.  Zavallı insanlar hacca hazırlanmayı para biriktirmek ve kur’âda çıkarsa, kalabalığa uyup Hicaz’a gitmek zannediyor!
Bugün vehhabiler kendilerini “selefî” diye tanıtıyorlar. İmanın esasları(akâid) konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan müslümanlar “Selef-i Sâlihîn” ile “selefiye, selefî” terimlerini aynı sanıyorlar. Ne hazindir ki, Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayınladığı İlmihal Kitabı 1. Cildinde Ehl-i Sünnet itikadı anlatılırken, Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye sünnî mezheplerinin arasına Selefiyye’yi de katmışlar. Bu durum, sünnî müslümanlar arasında ciddî bir kafa karışıklığına yol açmaktadır.
Hepimiz temettû hac yaptık. Burada Haccın farzlarından, vâciblerinden ve sünnetlerinden bahsetmeyeceğim. İlmihâl kitaplarında ve Hac Rehberinde uzunca anlatılıyor. Bunları yaparken karşılaştığımız normal olmayan veya dikkat edilmesi gereken bazı hususlara temas etmekle yetineceğim.
Arafat vakfesi; doğru zamanda, doğru yerde olmak
Zilhicce ayının dokuzuncu günü Arefe. O gün Arafat’a çıkılır ve Vakfe yapılır.  Hac hazırlıklarımızı yaparken en merak ettiğimiz mevzu Arefe gününün Türkiye’de ve birçok ülkedeki takvime, tespitlere uygun düşüp düşmeyeceği husûsu idi. Takvimlerimiz ve hesaplar Zilhicce’nin 5. gününü gösteriyor ama Suudî devleti ayın kaçı olduğunu, Arafat’a ne gün çıkacağımızı bildirmiyordu.
Bir ayın başlangıcı kaçıncı günde anlaşılır?
Bize göre Zilhicce’nin 6. Günüydü, Suûd idaresi yedinci gün olduğunu ve iki gün sonra Arafat’a çıkılacağını ilân etti! Korktuğumuz başımıza geldi…
Arefe, Arafat ve Kurban Bayramı günleri “sayılı ve belirli günler”(Bakara, 2/203, Hac, 22/28) olduğu için, senede ancak bir defa hac yapılabilir. En kritik zaman Arafe günü, Arafat sınırları içinde, öğle vaktinden az sonra başlayıp bayramın birinci günü tan yerinin ağarmaya başlamasına kadarki vakit içinde bir ân orada bulunmaktır. Bir ân, işte o bir anlık zamanın hassasiyeti ve arayışı içindeyiz…
Suûdîlerin hangi esasa göre hareket ettiklerini bilemiyoruz. Eğer onların verdiği tarih doğru ise, herkesle beraber biz de Arafat’a çıkıp vakfe yapacağız. Ama doğru zaman bir gün sonrası ise, Arafat Vakfesi zamanında yapılmış olmayacağı için, ertesi gün tekrar Arafat’a çıkıp vakfe yapmamız lâzım. Bunun çeşitli sebeplerle çok zor olduğunu, izin verilmediğini biliyoruz. Arkadaşlarımız helikopter kiralamaktan, kamyon kasasında gitmeye, sürünerek varmak gerekse bile, doğru vakitte, doğru yerde olmak gayretiyle çeşitli senaryolar kuruyorlar, ne yapacağımızı tartışıyorlar…
Neticede bize göre 8 zil-hicce(organizatörlere göre 9 zil-hicce) sabahı, kafilemizle buluştuk, otobüslerle Arafat’a hareket ettik. Eskiden Arefeden bir gün önce terviye gününde sabah namazı Mekke’de kılındıktan sonra Mina’ya hareket edilir ve Arefe gecesi Mina’da geçirilirmiş. Sabah namazdan sonra Mina’dan Arafat’a hareket edilirmiş. Doğrusu öyle yapmaktı. Ama günümüzde izdiham ve sağlığa uygunluk sebebiyle Arefe sabahı doğrudan Arafat’a geçilmektedir.
Arafat’a gidiş mahşere akışı hatırlatıyor. Milyonlarca her renkten ve yaştan insan baş açık, ayak yalın, sakin adımlarla tek istikamete yürüyor. Yürüyüşten kalkan toz zerreleri havada asılı kalmış, o toz bulutu içinde çizgileri belirsizleşmiş beyaz siluetler akıyor…
Uğultu hâlinde dillerden dökülen telbiye, tekbir, tehlil ve salâvat sesleri geliyor. Muhteşem tablo, eşsiz anlar… Bir de tam vaktinde olsaydı. Ah! Olsaydı, olabilseydi…
Organizasyona uyarak çadırlarımıza yerleştik, öğle ve ikindi namazlarımızı birleştirerek kıldık. Vakfe için kalkıp kıbleye döndük. Hep birlikte ve ferden dualar ettik. Telbiye, tekbir, tehlil ve salâvat okuduk. Güneşin batmasıyla birlikte kafileler sırasıyla Müzdelife’ye hareket etti. Biz en son ayrılanlar içinde idik. Akşam ve yatsı namazlarımızı yatsı vaktinde, birleştirerek kıldık. Şeytan taşlamada atacağımız küçük taşları topladık. Müzdelife Arafat’a nazaran daha dar bir vadi olduğu için, gündüzki kalabalığın daha dar alana sıkıştırılmış halini temaşa ettik. Otobüsler ve eksoz gazı gecenin ruhaniyetini perdeliyor…
Herkesle beraber Müzdelife vakfesi yapıp, doğruca otelimize geçtik.
Bizim için asıl önemli ve zor program şimdi başlıyor. Herkes Kurban Bayramı birinci gün uygulamalarını yapıyor. Eğer bu zamana kadar yapılanlar doğruysa, doğru yerde-doğru zamanda yapılmış ise, biz onları yaptık. Ama arefe günü dün değil de bugün ise, biz mutlaka tekrar Arafat’a çıkmalı, vakfeye durmalıyız.
Bir sürü alternatif arasından uygulanabilir olanı bulduk. İnşallah tam uygular ve haccımızı tamamlarız. İçimizde bir ukte kalmaz.
Sekiz yıldır Mekke’de bir turizm şirketinde şöförlük yapan İzmir/Bayraklı’dan Abdullah isimli bir kardeşimizle tanıştık.  Konuyu ve hassasiyetini anlattık. “Tamam” dedi, “ben de sizinle birlikte ihram giyer, Arafat’a çıkarım!”
Bizi öğle namazından sonra minibüsle otelden alacak, Arafat’a götürecek. Arefe programımızı uygulayacağız inşallah…
Ama içimiz rahat değil. Ya yolumuz kesilirse, izin verilmez ise ne yapacağız, nasıl yapacağız? Sorusu içimizi kemiriyor. Günlerdir kimse hâlini söylemiyor, ama yüzlerdeki gerginlik hemen okunuyor!
Dünkü milyonlar bugün Mina’da şeytan taşlıyor, bayramın birinci gününü yaşıyor. Biz bir gün önceki programa döndük.  Dokuz kişi az bir istirahat sonrası gusül abdesti alarak otelimizden hareket ettik. Önce Türklerin konaklama muhiti olarak bilinen Mesvele’ye gidip öğle namazlarımızı kıldık. Yeteri kadar su ikmali yaptık, herkesin arabada olduğunu teyit ettik, son olarak bineceğim. Ayağımı basamağa basmıştım ki bir ses: Muhsin Ağabey! Diye çağırıyor. İnip baktığımda elli metre kadar uzakta koşarak gelen biri var, geride biri daha…
Bornova’dan dostumuz öğretmen Hidâyet Bey olmasın mı? Nefes nefese geldi, ağabey dedi. Biz de Arafat’a çıkmak istiyoruz. Duyduk ki siz çıkıyormuşsunuz, tarif ettiler, yetişelim istedik…
Kaç kişisiniz?
Dört.
Şöföre sordum. Arabamız da kaç kişilik boş yer var?
Dört…
Bu arada iki arkadaş daha yetişti. Koşmaktan bitkin haldeler…
Dörttük, dokuz olduk, şimdi şoförümüzle birlikte onbeş kişiyiz.
Onlar için de su ve gıda aldık.
Sürgülü kapıyı çekip, koltuklarımıza oturduk.
Kalbimiz vuruyor, neredeyse dışardan duyulacak…
Olmakla olmamak vaktindeyiz.
“İstemeseydi, istek vermezdi. Olacak inşallah” diye teselli buluyoruz. Ama vesvese bırakmıyor. Ya olmazsa, engellenirsek?
Zor kullanırlarsa cop yemeye, dövülmeye râzıyız. Hatta bayılma noktasına varsak bile. Yeter ki Arafat sınırının içine düşelim, kabûlümüzdür.  Meded-Allah, meded ya Rabb!
Arabada çıt yok. Çevreye, yamaçlara bakacak halde değiliz. İhramlarımıza sarılmış, önümüzde eğrilip uzayan yolun derinliklerine bakıyoruz.
Bir ara hatırladım ve heyecanla sordum:
“Abdullah kardeşim, hangi yoldan gidiyoruz?”
“Taif yolundayız. Oradan Arafat’a sapacağız!”
Heyecan ve telâştan güzergâh planımızı söylemeyi unutmuşum.
Tevâfukun böylesi. Sevindik ama kalbimiz çarpmaya devam ediyor.
Birkaç yüz metre önümüzde iki otomobil gidiyor. Arkamızdan gelen yok.
Şöförümüz, yol ayrımına yaklaştığımızı söylüyor.
Arkadaşlara dönüp, herkes bildiği duaları okusun, Allah dostlarından himet istesin. Yetişirler bi-iznillâh, dedim.
Gözlerimiz öndeki arabalarda. Kavşak noktasında ne yapacaklar ne yöne gidecekler? Eğer sağa dönerlerse Arafat’a çıkar. Sola dönerlerse, Mekke!
Yavaşladık, uzaktan seyrediyoruz. Öndeki araba durdu. İki karaltı peydahlandı. Polisler olmalı. Biri arabaya yaklaştı. Oyalandılar, geri çekildi ve sol tarafı gösterdi! Araba Mekke istikametine döndü. Kalbimiz vuruyor…
Yavaş ilerliyoruz. İkinci araba üç yüz-dörtyüz metre önümüzde. Durduruldu. Yine iki kişi çıktı. Arabaya yanaştılar… İnenler oldu, konuşuyor olmalılar…
Vakitler ne de geçmez oldu şimdilerde. Acaba ne yana gidecekler?
Nihayet polis hareketlendi, sol tarafa işaret verdi! Adamlar arabalarına binip, Mekke tarafına yöneldiler…
Arkamızdan gelen yok. Artık görülecek mesafedeyiz. Beklemek olmaz, ilerledik. Tevekkeltü alallâh. Meded Allahım, meded!
Üç/dört yolun birleştiği bir nokta da küçük bir kulübe, içerde karaltılar var. Dışarıda iki kişi adımlıyor. Dur işaretiyle durduk. Çıt yok, hareket yok. Kefenlerine bürünmüş mevtalar gibiyiz. Adam yaklaştı, minibüsümüzü şöyle bir süzdü, şoför penceresine dayanıp içeriye başını uzattı…
Baktı, baktı. Gözlerini teker teker üzerimizde gezdirdi. Ayaklarımızın arasındaki su kolilerini gördü. Şöföre bir şeyler soracak gibi oldu, durdu. Sormadı.
Bu anda saniyeler yıl, hatta ömür olup eskitiyor insanı!
Kontrol noktasındaki polis pür dikkat, işaret bekliyor.
Tek kelime söylemeden ve sormadan arabamızdan ayrıldı ve sağdaki bariyeri kaldırdı, eliyle buyurun, geçin işareti yaptı!
Geçtik!
Aha birkaç yüz metre ilerisi Arafat. Sarı sınır levhalarını görebiliyoruz.
Bir duygu boşalmasıdır deyin, isterseniz şirazesini kaybetmiş haraketler.
Tekbir getirenler, tesbih söyleyenler, kucaklaşanlar, sarılmış ağlaşanlar…
Şoförümüz bir an önce sınır levhasını aşmak istiyor. Biz ilerledikçe sarı levhalar uzaklaşıyor mu ne?
İlk şok duygu boşalmasının ardından, sınır levhalarını geçtik. Artık Arafattayız…
O anda bizim Metin parladı: “Ne sevinip, bağırışıyorsunuz. Daha varmadık!”
Belli, o daha şoku atlatamamıştı. Ne zaman ki Cebel-i Rahme’ye varıp tepedeki beyaz taşı gördü, ağlamaya başladı…
Dün Arafat Vâdisinde dört milyon insan vardı, Cebel-i Rahme’yi bin metre öteden ancak görebilmiştik. Şimdi tepede onbeş kişiyiz…
Vâdi göz alabildiğine boş, sessiz ve hareketsiz. Uzaklarda çadırları söken, çevreyi toplamaya çalışan birkaç işçi görülüyor. Bir de keşif uçuşu yapan pervaneli uçak.
Arafat Vâdisinde, bu günde, işaretli sınırlar içinde neler oluyor ki, Hâc onunla kabul oluyor. Bu sınırların, belli vaktin dışında olmuyor.
Arafat’ı Hazreti Âdem alehisselâmın Havva vâlidemizle buluşma yeri olmasından, bu güne düşündük. Hicrî sene 10(m.632); Efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Kusvâ adlı develerinin üstünde, sırtlarını bu kayalıklara vererek 124 bin sahâbeye Vedâ Hutbesini îrad ettiler.  Olayı, mekânı ve yönü dikkate aldığımızda şuralarda bir yerler olmalı…
Bunu hayâl etmek, o şerefli zamanı ve ortamı düşünmek,
Ve resmî konuşmalardan, nutuklardan korunmuş olarak, gönlümüzce Vakfe yapmak! Niyâzda bulunmak…
İfâde ötesi, kalbe doğası güzellikler.
Mescîd-i Nemire şadırvanına gidip, abdestlerimizi tazeledik. Öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek kıldık.
Merak edip, bizden haber bekleyen İstanbul’daki dostlarımızı, ailelerimizi arayıp bilgi verdik, anlattık, âdeta naklen yayın yaptık.
Gün batışında Cebel-i Rahme tepesindeydik. Son ışık huzmeleri Hira’yı işâretleyip okşarcasına kayboluyor. Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) mübarek ayaklarını kaç kez öpmüş Nur Dağı dağı, O dağ şimdilerde, Server-i Âlem’in yokluğundan mahzun, boynu bükük beklemede…
Biz oradayken yakınımıza gelenler oldu, ihramlı idiler. Sorduk; Muğla’lı bir aile ile Pakistan asıllı Amerika Müslümanları imişler. Bizim gibi, onlar da takvimleri uyuşmadığı için, tedbir olarak Arafat Vakfesi yapmak üzere gelmişler. Akşam karanlığı bastırmıştı. Yeni gelenlerle tanışamadık ama bir ihtiyaçları olup olmadığını sorduk. Hazırlıklı idiler.
Kendi grubumuzla Müzdelife’ye hareket ettik.
Dün kalabalık ve sıkışıklığıyla mahşer yerini düşündüren vadide, bizden gayri kimseler yoktu. Cılız ışıkların müsaade ettiği kadar çevreyi, Kuzah Tepesini gördük. Meş'ar-il-Haram yakınında bir süre kaldık.
Yatsı vakti girdikten sonra akşam ile cem ederek namazlarımızı kıldık. Efendimiz (sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem) Veda Haccını yaparlarken yüzbini aşkın eshâbı kirâm ile bu vakitlerde bu yerlere gelmişler. 1418 sene geçmiş. O şerefli izleri takibediyor, Onlar gibi yapmaya çalışıyoruz…
Hazırlık için otelimize gidip, iki saat sonra döndük. Hava iyice serinlemişti. Kuzah Tepesinin eteğinde bir arkadaşımız ezan okudu. Cemaatle sabah namazımızı kıldık, dualar ettik. Bu arada uzaklardan yanık bir ezan sesi daha duyduk. Bir daha, bir daha, altı ayrı ezan ayrı köşeden birbirine eklendi.
Demek başka guruplar da yakınlardaydılar. Ortalık ağarmaya başlayınca Vakfemizi tamamlayıp, Mina’ya hareket ettik.
Gün doğuşundan sonra Akabe cemresine taş attık. Telbiye söylemeyi kestik.
Bize göre Kurban Bayramı’nın birinci günü, ama milyonların uyguladığı resmî programa göre ikinci günü idi. Kurbanlarımızı kesmek için Altan kardeşimizi vekil ettik. Saatler sonra, görevi tamamlamış olarak ve çok yorgun halde döndü.  Otelde dokuz arkadaşımın saçlarını kesme işini üstüme aldım.
Çok saçlılar bir şey değil, zorluk yok saçlılarda!
İhramdan çıktık. Ziyâret ve Vedâ tavaflarımız yaptık…
Yıllar önce Umre yaparken Hâcer-ül Esved’i görmüş, dakikalarca seyretmiş, el sürmüştük. Şimdi dokunmayı geçtik, yaklaşmak dahi mümkün değil.
İki şeyi unutamıyorum. Tavaf sırasında bazen öyle kalabalık ve sıkışıklık oluyordu ki, düşen olsa kalkamaz, çiğnenir, ölür. Öyle bir zamandı, sol yanımda, ayaklar arasında emekleyerek tavaf yapan birine rastladım. Belden yukarısı açık, esmer, iri dudaklı biriydi. Düşmüş müydü, engelli miydi? Göz göze geldik. İri siyah gözleriyle şöyle bir baktı ve “sen kendine bak, beni düşünme” dercesine kulaçlamaya devam etti.
Yine böyle çok sıkışık bir zamandı. Dört kişilik ekip dayanışmamız ve tedbirlerimiz yetmedi, parçalandık. Tam da Hâcer-ül Esved köşesine yakın yerdeyiz. Kaburgalarım sıkışıyor, ezilmemek için kollarımla göğüs kafesimi korumaya alıyorum. Ayaklarım yerden kesildi, sıkışıklık arasında savruluyorum. Yere basamadan bir süre kalabalık içinde ileri geri, sağa sola götürüldüm. Sonra bir anafor oldu döndü, ayaklarımın üstüne düştüm. Düşmedim, âdeta Kâbe kapısının önüne bırakıldım. Bir an şaşkınlığın ardından hızla Kâbe kapısının eşiğine sağ elimle tutundum, sol kolumu mültezeme uzattım, yapıştım…
“Mültezemde yapılan dua makbuldür”.
Hemen dualarıma başladım; hamd-ü senâ, salavât, hocam, önceki âlimler-velîler, anam-babam, ailem, akrabam, dostlarım, din kardeşlerim, mazlum müslümanlar için…
Bildiğim bütün duaları okudum.
Birbuçuk metre solumda kıyamet kopuyor. Hâcer-ül Esvede erişmek için insanlar amansız bir tazyik uyguluyor. Sağımda kimseler yok. Neden gelmiyorlar? Garip bir hâl…
Baktım, arkamda öyle bir sıkışıklık var ki, kimse kendini kurtarıp, bu tarafa adım atamıyor! Çimentolanmış gibiler. Bir süre sonra çözüldü, sağım, solum dolunca ayrıldım, tavâfıma devam ettim. Bu lutfa kavuşmam benim irademle, marifetimle olmadı. Arkasında bir himmet olmalı. Acaba diyorum, izdiham içinde göz göze geldiğimiz o emekleyen kişinin duası olmasın?
Allah-ü â’lem bi’s-savâb (Allahü teâlâ doğrusunu daha iyi bilir).
İran ve Afrika kökenli bazı gurupların tavaf sırasındaki rahatsız edici davranışlanı yazmıyorum. Rehber imamlardan bazıları da sorumsuzdular. Turistik gezideymişler gibi, günboyu otelin serin salonlarında çay içip, oturdular. Onlara uyanlar da fırsatları zâyi ettiler.
Nurlu Medine,
Üç gün az geldi.
Bütün vaktimizi Mescid-i Nebî’de geçirmeye çalıştık. Fırsat buldukça Ravda-i Mutahhara’da kaza namazlarımızı kıldık. Edeble ziyaret etmeye çalıştık. Suûdî görevliler Muvâcehe-i Saâdet önünde dua etmemize mâni olmaya çaşıyorlar, kabre sırtımızı çevirmemizi işaret ediyorlardı.
Biz islâm âlimlerinin yaptığı, yazdığı gibi yaptık…
Peygamber Efendimizi (sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem), Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) efendilerimizi ziyâretle azîz ruhlarına fatihalar okuduk, vesile ederek dualarda bulunduk…
Ravda-î Mutahhara, ziyaret için gelenlerin geçiş yeri olmuş. Muvacehe-i Saâdet önünde de kalabalık gruplar namaz kılıyorlar. Bu iki yanlış tesadüfen mi işleniyor, yoksa sinsice öyle mi yönlendiriliyor anlayamadık. Netice itibariyle o eşsiz mekânın az bir kısmında ibadet ve kalb huzuruyla ziyaret yapılabiliyor.
Biz nasibimizde olanı topladık.
Bakî Kabristanı, Kıbleteyn, Mescid-i Seb’a…
Bir ara hastalandım. Öğleye kadar istirahat ettim. Taksi tutarak Uhud’a, Kubâ Mescidi’ne yalnız gittim. Akşam arkadaşlarımla buluştum.
Son gün Mescid çok kalabalıktı. Ravda-i Mutahhara’da bir kişilik yer açılsa diye dua ettim, bekledim. Elhamdülillah, mihrâbın sağ gerisinde bir kişilik yer açıldı. Direk dibinde kıldım. Vedâ Ziyâretimizi yapıp, Bâb-ı Cibrîl’den geri geri çıktık…
Kubbe-i Hadrâ, yeşilin en güzeli, kubbelerin en mübareği. Gözlerimi ayıramıyorum, çocukluktan beri zihnimize yer etmiş o levha daha sabitleşsin, çizgileri koyulaşsın istiyorum.
Sonra Mescidin Bakî Kabristanına bakan kapısı'ndan çıkıp, kabristan ziyaretlerimizi yaptık. Hazreti Osman, Peygamberimizin amcaları Hazreti Abbas, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas, Malikî mezhebinin kurucusu İmam-ı Malik, Peygamberimizin sütanneleri Halime, halaları Safiyye, başta Hz. Aişe validemiz olmak üzere Peygamberimizin zevceleri ve kızları, Peygamberimizin torunu ve Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti Hasan, On iki imâmdan Caferi Sâdık, Muhammed Bâkır,  Zeynel Âbidîn ve daha nice âlim ve evliyâ burada yatıyorlar. Radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn. Yüce Rabbimiz onlara rahmet, bizlere de şefaatçi eyleye.
70-80 yıl öncesine kadar Cennetül Baki'de, Peygamberimizin yakınları ve diğer sahabeler için yapılan türbeler varmış. Cennet’ül Baki’nin 1900' lü yıllarda çekilmiş resimlerinde bu türbeleri ve kubbeleri görüyoruz. Daha sonra Vehhâbî inancındaki Suud yönetimi tüm kubbeleri, türbeleri yıkmış, sürülü bir tarla görüntüsüne çevirmiş.
Kabristanın son taraflarına pek giden olmaz. Yürüyüş için hazırlanmış güzergâhtan gidebildiğim kadar gittim. Çökmüş, büyük büyük çukurlar açılmış kabirler dikkatimi çekti. Kabrin çevresinde çok ince, birkaç santimlik toprak tabakası görünüyor, enlemesine 50-60, uzunlamasına 120-150 cmlik kısım sanki yırtılmış, kesilmiş içine düşmüş. Eğilip içlerine bakamadım. Ama birkaç düzine vardı. Bazıları çökmüş ama delinmemiş, bazılarının üzerinde suya benzer birikinti vardı. Tuhafıma gitti, aklımın bir yerine kaydettim[3].
Mescîd-i Nebî avlusunda bir sütun kenarına ilişip, gölgesinde Kubbe-i Hadrâya bakıyorum. Bakmıyorum, hayalimle kucaklıyor, öpüyor, öpüyorum.
Cep telefonumu açtım, evdekilere naklen yayın yaptım.
Onlar ağladı, ben ağladım…
Haccımızın kabûlü husûsunda kalbimiz mutmaîn, elhamdüllillahi alâ külli hâl…
Gelirken dualarını aldığımız hocamıza, büyüklerimize, yardımlarını gördüğümüz tüm dostlarımıza teşekkürler ederiz. İki hatırlatıcım var artık:
“Sühanallahi vel hamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle…” duâsı bana Mekke’yi, Kâbe’yi, tavâfı hatırlatıyor. Salâvât-ı şerîfe söylemek de Medîne’yi, Mescid-i Nebî’yi tekrar yaşatıyor…
 “Cennet Burası”


[1] Hac ve Umre yapacaklar Hac Rehberi kitapçığı ile yetinmeyip;  İslâm Tarihi ve özellikle Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hayatıyla ilgili kitaplar ile, Eyüp Sabri Paşa’nın Mir’ât-ı Harameyn, Ensar Neşriyat, 2014, 262 s. ve Muhammed Masum hazretlerinin Harameyni Şerifeyni ziyaretlerini anlatan Yevâkıt-ı Harameyn Risâlesini okumalarını tavsiye ederiz. Bu risâle Evliyanın Kutbu Muhammed Ma’sûm Fârûkî; Süleyman Kuku, damra, sh: 103- 125 arasına ilâve edilmiştir. MA
[2] İbâdetlerin doğru ve kabul edilebilir olması için, önce itikâdın doğru olması lâzımdır. Bugün Vehhâbilik ve Mezhepsizlik çok çeşitli isim ve söylemler altında Müslüman halk arasında yayılmaktadır. Onların telkin ve propagandalarına kanmamak, itikadını “Ehl-i Sünnet” olarak düzeltmek ve korumak için her müslümanın uyanık olması ve okuyup öğrenmesi lâzımdır. Okuyucularımız bu konularla âlakalı olarak aşağıdaki kitaplardan faydalanabilirler:
·         Dinde Reformcular. Fen yobazları ve Din yobazları. H. Hilmi Işık. Işık Kitabevi 1978, 192 s.
·         Fâideli Bilgiler. H. Hilmi Işık, Hakikat Kitabevi, 2013, 480 s.
·         Dîni Modernizmin Üç Şövalyesi: Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Türkiye’deki takipçileri. Hasib es-Samarrai, Bedir, 1998, 292 s.
·         İngiliz Casusunun İtirafları, Hakikat Kitabevi, H. Hilmi Işık 2004, 128 s.
·         İslam Dinini tehdid eden en korkunç Fitne: Mezhepsizlik. M. Said Ramazan el Bûtî, Sebat, 1976, 303 s.
·         Dini Tâmir Dâvasında Din Tahripçileri. Ahmed Davudoğlu, Bedir, 1997, 383 s.
·         Le Pacte de Nadjd. Hamadi Redissi, Seuil, 2007, 345 p.
·         Mezhepsizlik ve Vehhabilik. Allame M. Abdurrahman Silhetî, Berekat Yayınevi,  1978, 208 s.
·         Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri (Özellikle 1. ve 3. Cildler). Kadir Mısıroğlu, Sebil Yayınları. 2010-2013, Toplam 2000 sayfadan fazla.
·         Teymiyyecilik - Vehhabilik ve Tevhîdi Koruma Adına İşlenen cinayetler.  Abdülkerim Polat, Fazilet Neşriyat, 1975, 124 s.
·         Vehhabiliğe Reddiye. Zeyni Dahlan, Otağ,  103 s.
·         Vehhâbîye Nasihat. H. Hilmi Işık. Işık Kitabevi, 1978, 224 s.
·         Vesikalarla Vehhabiliğin İçyüzü. M. Muhammed Fadlurresûl. Berekât Yayınevi, 1976, 411 s.

[3] Yıllar sonra oğlum Hâlid bir Amerikan TV şirketi adına naklen yayın için Hacca gittiğinde, hem Cennet-ül Bakî’nin genel görünümünü, hem de bu kabir delik ve çukurlarını kamerasıyla çekmiş. Tam göçmüş, yarı göçmüş, çukurlaşmış,  henüz üzerinde sıvı birikintiler bulunan bir düzine kabir görüntüsü almış. Erişebildiği kimselere sormuş, bunlar nedir? Diye. Cevap: “Çok fazla defin yapılıyor, yer darlığı var. Bir kabrin üstüne kısa zamanda yeni definler yapmak için sıvı madde döküyoruz. Bir süre sonra toprak eriyip çöküyor, yeniden defin yapıyoruz” cevabını almış. Peki, toprağı eriten o sıvı madde nedir? Defnedilen cesede etkisi var mı? Bu soruyu tüm ilgililere soruyor ve cevabını öğrenmek istiyoruz.  MA