Ekim
1988 tarihli ilk Umre ziyaretimizi yazmıştık. Burada tekrardan kaçınarak, Hac
farîzâsını ifa ederken gördüğümüz ve yaşadığımız farklılıklara temas edeceğiz
inşallah.
İyi
bir Hac iyi bir hazırlıkla oluyor.
Gitmeden
önce birlikte olduğumuz arkadaşlarımızla üç ay iyi bir fikrî ve bedenî hazırlık
yaptık. Haccın nasıl yapılacağı ile ilgili kitapçıklarla yetinmeyip, İslâm
Tarihi ve özellikle Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)
hayatıyla ilgili kitaplar okuduk. Vardığımızda; Mekke’de, Mescîd-i Haram’da, Cennetü’l Muallâ’da, Arafat’da. Müzdelife’de, Minâ’da…
Medine’ye giderken Hicret yolunda, Mescîd-i
Nebî’ye varınca, Ravdâ-i Mutahhara’da, Cennetü’l
Bakî’de, Uhud’da, Kubâ mescidinde, Hendek Muharebesinin cereyan ettiği yerlerde…
Gördüklerimizi anlamlandırabilelim, düşünebilelim, rûhanî derinlikten daha çok nasiplenelim
istiyoruz[1].
Ayrıca,
sevabını orada ziyaretlerimiz sırasında mübarek rûhlarına bağışlamak üzere hatm-i
şerîfler, hatmi tehlîller hazırladık. Dostlarımızdan
da çok sayıda hatim ve tesbihat hediyeleri aldık. İsimler uzun bir liste oldu.
Bir
de bedenen güçlendirecek, hastalık ve yorgunluğa dayanıklı kılacak yürüyüşler
ve idman yaptık.
Yemek,
istirahat, bakım vb konularda zorlanmamak, bunlarla zaman kaybetmemek, bütün
dikkat ve enerjimizi HAC için kullanmak üzere masraf etmekten kaçınmadık.
Yola
çıkmadan, İstanbul’da harita üzerinde çalıştık. Arefe gününün Suûdîlerce öne
alınması hâlinde, ertesi gün tekrar Arafat’a çıkabileceğimiz Alternatif ulaşım
yolları araştırdık. Taif Yolu üzerinden dolambaçlı olarak Arafat’a gidebilmek
alternatifi en makul olanı gözüküyordu.
Mübârek
Hocamızın dualarını aldık, eş-dostla vedalaştık.
Aylardır
dört kişilik çekirdek ekibimiz vardı: Altan Ateş, D. Özer Berkem, Hasan Ünsal
ve bendeniz. Yeşilköy Havaalanında; T. Metin Yerebakan, Ârif Özmen, Abdülkadir
Öğrenç, Kemal Yamankaradeniz ve Ahmet Havlucu beylerin eklenmesiyle dokuz kişi
olduk. Maşallah, herkes 40-50 yaşlarda, tahsilli, din gayreti olan, okuyan ve
düşünen insanlar. Aramızdan bir başkan, bir vekilharç seçtik. Düzen ve uyum
içinde hareket ettik, çok bereketini gördük.
Diyanet
İşleri Başkanlığımız her kafile ve grup için rehberlik etsinler diye müftü veya
imam görevlendirmiş. Başka gruplarda neler olduğunu bilmiyorum ama bizim
görevliler bedenen,
zihnen, kalben
yetersizdiler. Teferruatına girmiyorum. Hemen yorulan, ayrıntılı sorulara cevap
veremeyen, fıkıh bilgisi yetersiz kimselerdi. Böyleyken neden görevlendirildiler
sorusu hatırımıza geldi. Dahası din gayretleri yoktu. Namaz vakitleri daralmış,
geçmek üzereyken ne kendileri hareket ediyor ne de kafileyi ikaz ediyorlardı.
En vahimi, Mescid-i Harama hangi kapıdan girelim? diye lüzumsuz gayretler
içindeyken, bütün gurubun sabah namazını tehlikeye attılar. Suskunluğu bırakıp,
müftümüze: “Hocam, hangi kapıdan gireceğimizi bırak, sabah vakti geçiyor, hemen
namaza duralım” demek mecbûriyetinde kaldık. Ardından, hac sonuna kadar bizi
düşünme deyip, onun rehberliğinden çıktık.
Arefe
gününü beklerken bir defa Hira, bir de
Sevr Dağının eteklerine vardık. Bir de Cennetü’l Muallâ’yı dışarıdan ziyaret edip, Hazreti
Hatice (radıyallahü teâlâ anhâ) Vâlidemize ve komşularına fatihalar okuduk.
Rahmetli Tâhâ Arvas efendileri yâd ettik. Sair zamanlarımızda mümkün olduğunca
Mescîd-i Haram’da tavaf yaparak, kaza namazları kılarak vaktimizi değerlendirdik.
Buluşma yerimiz Kâbe’nin Rükn-i Şamî ile Rükn-ı Yemânî cephesine bakan Osmanlı
revaklarının altı idi. Bâzen de oturup, onbinlerin tavafını ve Kâbe’yi seyrettik.
Hacca
niyetlendiğimiz günlerde değerli insan, ilâhiyat profesörü Orhan Karmış beyin tavsiyelerini almıştım. “Vehhabilik
ve mezhepsizlik akımlarına dikkat edin, tedbirli olun. Ehl-i Sünnete uymayan inanışları
vardır[2]. Orada bulunduğum yıllarda Mescîd-i
Haram’daki 24 imamdan sekizi sünnî, diğerleri vehhabî idi. Vehhabî imamlara
uymadım, siz de dikkatli olun!” demişti.
Nitekim
Mekke ve Medîne’de yadırgadığımız çok şeylere şahit olduk: Kâbeden bir iki km.
mesafede, otelin alışveriş yapılan 25. Katında tamamen kapalı ve ayrı bir
mekânda hoparlöre uyarak cemaatle namaz kılanları gördük. Bunun fıkıhta yeri
var mıdır? Diyanetin ve din görevlilerinin bu konularda hacca gidenleri uyarması,
bilgilendirmesi lâzım, diye düşünüyoruz. Zavallı insanlar hacca hazırlanmayı para
biriktirmek ve kur’âda çıkarsa, kalabalığa uyup Hicaz’a gitmek zannediyor!
Bugün
vehhabiler kendilerini “selefî” diye tanıtıyorlar. İmanın esasları(akâid)
konusunda yeterli bilgiye sahip olmayan müslümanlar “Selef-i Sâlihîn” ile
“selefiye, selefî” terimlerini aynı sanıyorlar. Ne hazindir ki, Türkiye Diyanet
Vakfı’nın yayınladığı İlmihal Kitabı 1. Cildinde Ehl-i Sünnet itikadı
anlatılırken, Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye sünnî mezheplerinin arasına Selefiyye’yi
de katmışlar. Bu durum, sünnî müslümanlar arasında ciddî bir kafa karışıklığına
yol açmaktadır.
Hepimiz
temettû hac yaptık. Burada Haccın farzlarından, vâciblerinden ve sünnetlerinden
bahsetmeyeceğim. İlmihâl kitaplarında ve Hac Rehberinde uzunca anlatılıyor.
Bunları yaparken karşılaştığımız normal olmayan veya dikkat edilmesi gereken
bazı hususlara temas etmekle yetineceğim.
Arafat
vakfesi; doğru zamanda, doğru yerde olmak
Zilhicce
ayının dokuzuncu günü Arefe. O gün Arafat’a çıkılır ve Vakfe yapılır. Hac hazırlıklarımızı yaparken en merak ettiğimiz
mevzu Arefe gününün Türkiye’de ve birçok ülkedeki takvime, tespitlere uygun
düşüp düşmeyeceği husûsu idi. Takvimlerimiz ve hesaplar Zilhicce’nin 5. gününü gösteriyor
ama Suudî devleti ayın kaçı olduğunu, Arafat’a ne gün çıkacağımızı
bildirmiyordu.
Bir
ayın başlangıcı kaçıncı günde anlaşılır?
Bize göre
Zilhicce’nin 6. Günüydü, Suûd idaresi yedinci gün olduğunu ve iki gün sonra Arafat’a
çıkılacağını ilân etti! Korktuğumuz başımıza geldi…
Arefe,
Arafat ve Kurban Bayramı günleri “sayılı ve belirli günler”(Bakara, 2/203, Hac, 22/28) olduğu için, senede ancak bir defa hac
yapılabilir. En kritik zaman Arafe günü, Arafat sınırları içinde, öğle
vaktinden az sonra başlayıp bayramın birinci günü tan yerinin ağarmaya
başlamasına kadarki vakit içinde bir ân orada bulunmaktır. Bir ân, işte o bir
anlık zamanın hassasiyeti ve arayışı içindeyiz…
Suûdîlerin
hangi esasa göre hareket ettiklerini bilemiyoruz. Eğer onların verdiği tarih
doğru ise, herkesle beraber biz de Arafat’a çıkıp vakfe yapacağız. Ama doğru
zaman bir gün sonrası ise, Arafat Vakfesi zamanında yapılmış olmayacağı için, ertesi
gün tekrar Arafat’a çıkıp vakfe yapmamız lâzım. Bunun çeşitli sebeplerle çok
zor olduğunu, izin verilmediğini biliyoruz. Arkadaşlarımız helikopter
kiralamaktan, kamyon kasasında gitmeye, sürünerek varmak gerekse bile, doğru vakitte, doğru yerde
olmak gayretiyle çeşitli
senaryolar kuruyorlar, ne yapacağımızı tartışıyorlar…
Neticede
bize göre 8 zil-hicce(organizatörlere göre 9 zil-hicce) sabahı, kafilemizle
buluştuk, otobüslerle Arafat’a hareket ettik. Eskiden Arefeden bir gün önce terviye
gününde sabah namazı Mekke’de kılındıktan sonra Mina’ya hareket edilir ve Arefe
gecesi Mina’da geçirilirmiş. Sabah namazdan sonra Mina’dan Arafat’a hareket
edilirmiş. Doğrusu öyle yapmaktı. Ama günümüzde izdiham ve sağlığa uygunluk sebebiyle
Arefe sabahı doğrudan Arafat’a geçilmektedir.
Arafat’a
gidiş mahşere akışı hatırlatıyor. Milyonlarca her renkten ve yaştan insan baş
açık, ayak yalın, sakin adımlarla tek istikamete yürüyor. Yürüyüşten kalkan toz
zerreleri havada asılı kalmış, o toz bulutu içinde çizgileri belirsizleşmiş beyaz
siluetler akıyor…
Uğultu
hâlinde dillerden dökülen telbiye, tekbir, tehlil ve salâvat sesleri geliyor. Muhteşem
tablo, eşsiz anlar… Bir de tam vaktinde olsaydı. Ah! Olsaydı, olabilseydi…
Organizasyona
uyarak çadırlarımıza yerleştik, öğle ve ikindi namazlarımızı birleştirerek
kıldık. Vakfe için kalkıp kıbleye döndük. Hep birlikte ve ferden dualar ettik.
Telbiye, tekbir, tehlil ve salâvat okuduk. Güneşin batmasıyla birlikte kafileler
sırasıyla Müzdelife’ye hareket etti. Biz en son ayrılanlar içinde idik. Akşam
ve yatsı namazlarımızı yatsı vaktinde, birleştirerek kıldık. Şeytan taşlamada
atacağımız küçük taşları topladık. Müzdelife Arafat’a nazaran daha dar bir vadi
olduğu için, gündüzki kalabalığın daha dar alana sıkıştırılmış halini temaşa
ettik. Otobüsler ve eksoz gazı gecenin ruhaniyetini perdeliyor…
Herkesle
beraber Müzdelife vakfesi yapıp, doğruca otelimize geçtik.
Bizim
için asıl önemli ve zor program şimdi başlıyor. Herkes Kurban Bayramı birinci
gün uygulamalarını yapıyor. Eğer bu zamana kadar yapılanlar doğruysa, doğru
yerde-doğru zamanda yapılmış ise, biz onları yaptık. Ama arefe günü dün değil
de bugün ise, biz mutlaka tekrar Arafat’a çıkmalı, vakfeye durmalıyız.
Bir
sürü alternatif arasından uygulanabilir olanı bulduk. İnşallah tam uygular ve
haccımızı tamamlarız. İçimizde bir ukte kalmaz.
Sekiz
yıldır Mekke’de bir turizm şirketinde şöförlük yapan İzmir/Bayraklı’dan
Abdullah isimli bir kardeşimizle tanıştık. Konuyu ve hassasiyetini anlattık. “Tamam”
dedi, “ben de sizinle birlikte ihram giyer, Arafat’a çıkarım!”
Bizi
öğle namazından sonra minibüsle otelden alacak, Arafat’a götürecek. Arefe
programımızı uygulayacağız inşallah…
Ama
içimiz rahat değil. Ya yolumuz kesilirse, izin verilmez ise ne yapacağız, nasıl
yapacağız? Sorusu içimizi kemiriyor. Günlerdir kimse hâlini söylemiyor, ama yüzlerdeki
gerginlik hemen okunuyor!
Dünkü
milyonlar bugün Mina’da şeytan taşlıyor, bayramın birinci gününü yaşıyor. Biz
bir gün önceki programa döndük. Dokuz
kişi az bir istirahat sonrası gusül abdesti alarak otelimizden hareket ettik.
Önce Türklerin konaklama muhiti olarak bilinen Mesvele’ye gidip öğle
namazlarımızı kıldık. Yeteri kadar su ikmali yaptık, herkesin arabada olduğunu
teyit ettik, son olarak bineceğim. Ayağımı basamağa basmıştım ki bir ses:
Muhsin Ağabey! Diye çağırıyor. İnip baktığımda elli metre kadar uzakta koşarak
gelen biri var, geride biri daha…
Bornova’dan
dostumuz öğretmen Hidâyet Bey olmasın mı? Nefes nefese geldi, ağabey dedi. Biz
de Arafat’a çıkmak istiyoruz. Duyduk ki siz çıkıyormuşsunuz, tarif ettiler,
yetişelim istedik…
Kaç
kişisiniz?
Dört.
Şöföre
sordum. Arabamız da kaç kişilik boş yer var?
Dört…
Bu
arada iki arkadaş daha yetişti. Koşmaktan bitkin haldeler…
Dörttük,
dokuz olduk, şimdi şoförümüzle birlikte onbeş kişiyiz.
Onlar
için de su ve gıda aldık.
Sürgülü
kapıyı çekip, koltuklarımıza oturduk.
Kalbimiz
vuruyor, neredeyse dışardan duyulacak…
Olmakla
olmamak vaktindeyiz.
“İstemeseydi,
istek vermezdi. Olacak inşallah” diye teselli buluyoruz. Ama vesvese
bırakmıyor. Ya olmazsa, engellenirsek?
Zor
kullanırlarsa cop yemeye, dövülmeye râzıyız. Hatta bayılma noktasına varsak
bile. Yeter ki Arafat sınırının içine düşelim, kabûlümüzdür. Meded-Allah, meded ya Rabb!
…
Arabada
çıt yok. Çevreye, yamaçlara bakacak halde değiliz. İhramlarımıza sarılmış,
önümüzde eğrilip uzayan yolun derinliklerine bakıyoruz.
Bir
ara hatırladım ve heyecanla sordum:
“Abdullah
kardeşim, hangi yoldan gidiyoruz?”
“Taif
yolundayız. Oradan Arafat’a sapacağız!”
Heyecan
ve telâştan güzergâh planımızı söylemeyi unutmuşum.
Tevâfukun
böylesi. Sevindik ama kalbimiz çarpmaya devam ediyor.
Birkaç
yüz metre önümüzde iki otomobil gidiyor. Arkamızdan gelen yok.
Şöförümüz,
yol ayrımına yaklaştığımızı söylüyor.
Arkadaşlara
dönüp, herkes bildiği duaları okusun, Allah dostlarından himet istesin.
Yetişirler bi-iznillâh, dedim.
Gözlerimiz
öndeki arabalarda. Kavşak noktasında ne yapacaklar ne yöne gidecekler? Eğer
sağa dönerlerse Arafat’a çıkar. Sola dönerlerse, Mekke!
Yavaşladık,
uzaktan seyrediyoruz. Öndeki araba durdu. İki karaltı peydahlandı. Polisler
olmalı. Biri arabaya yaklaştı. Oyalandılar, geri çekildi ve sol tarafı
gösterdi! Araba Mekke istikametine döndü. Kalbimiz vuruyor…
Yavaş
ilerliyoruz. İkinci araba üç yüz-dörtyüz metre önümüzde. Durduruldu. Yine iki
kişi çıktı. Arabaya yanaştılar… İnenler oldu, konuşuyor olmalılar…
Vakitler
ne de geçmez oldu şimdilerde. Acaba ne yana gidecekler?
Nihayet
polis hareketlendi, sol tarafa işaret verdi! Adamlar arabalarına binip, Mekke
tarafına yöneldiler…
Arkamızdan
gelen yok. Artık görülecek mesafedeyiz. Beklemek olmaz, ilerledik. Tevekkeltü
alallâh. Meded Allahım, meded!
Üç/dört
yolun birleştiği bir nokta da küçük bir kulübe, içerde karaltılar var. Dışarıda
iki kişi adımlıyor. Dur işaretiyle durduk. Çıt yok, hareket yok. Kefenlerine
bürünmüş mevtalar gibiyiz. Adam yaklaştı, minibüsümüzü şöyle bir süzdü, şoför
penceresine dayanıp içeriye başını uzattı…
Baktı,
baktı. Gözlerini teker teker üzerimizde gezdirdi. Ayaklarımızın arasındaki su
kolilerini gördü. Şöföre bir şeyler soracak gibi oldu, durdu. Sormadı.
Bu
anda saniyeler yıl, hatta ömür olup eskitiyor insanı!
Kontrol
noktasındaki polis pür dikkat, işaret bekliyor.
Tek
kelime söylemeden ve sormadan arabamızdan ayrıldı ve sağdaki bariyeri kaldırdı,
eliyle buyurun, geçin işareti yaptı!
Geçtik!
Aha
birkaç yüz metre ilerisi Arafat. Sarı sınır levhalarını görebiliyoruz.
Bir
duygu boşalmasıdır deyin, isterseniz şirazesini kaybetmiş haraketler.
Tekbir
getirenler, tesbih söyleyenler, kucaklaşanlar, sarılmış ağlaşanlar…
Şoförümüz
bir an önce sınır levhasını aşmak istiyor. Biz ilerledikçe sarı levhalar
uzaklaşıyor mu ne?
İlk
şok duygu boşalmasının ardından, sınır levhalarını geçtik. Artık Arafattayız…
O
anda bizim Metin parladı: “Ne sevinip, bağırışıyorsunuz. Daha varmadık!”
Belli,
o daha şoku atlatamamıştı. Ne zaman ki Cebel-i Rahme’ye varıp tepedeki beyaz taşı gördü, ağlamaya başladı…
…
Dün
Arafat Vâdisinde dört milyon insan vardı, Cebel-i Rahme’yi bin metre öteden
ancak görebilmiştik. Şimdi tepede onbeş kişiyiz…
Vâdi
göz alabildiğine boş, sessiz ve hareketsiz. Uzaklarda çadırları söken, çevreyi
toplamaya çalışan birkaç işçi görülüyor. Bir de keşif uçuşu yapan pervaneli
uçak.
Arafat
Vâdisinde, bu günde, işaretli sınırlar içinde neler oluyor ki, Hâc onunla kabul
oluyor. Bu sınırların, belli vaktin dışında olmuyor.
Arafat’ı
Hazreti Âdem alehisselâmın Havva vâlidemizle buluşma yeri olmasından, bu güne
düşündük. Hicrî sene 10(m.632); Efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Kusvâ
adlı develerinin üstünde, sırtlarını bu kayalıklara vererek 124 bin sahâbeye Vedâ
Hutbesini îrad ettiler. Olayı, mekânı ve
yönü dikkate aldığımızda şuralarda bir yerler olmalı…
Bunu
hayâl etmek, o şerefli zamanı ve ortamı düşünmek,
Ve
resmî konuşmalardan, nutuklardan korunmuş olarak, gönlümüzce Vakfe yapmak!
Niyâzda bulunmak…
İfâde
ötesi, kalbe doğası güzellikler.
…
Mescîd-i
Nemire şadırvanına
gidip, abdestlerimizi tazeledik. Öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek
kıldık.
Merak
edip, bizden haber bekleyen İstanbul’daki dostlarımızı, ailelerimizi arayıp
bilgi verdik, anlattık, âdeta naklen yayın yaptık.
Gün batışında
Cebel-i Rahme tepesindeydik. Son ışık huzmeleri Hira’yı işâretleyip okşarcasına kayboluyor. Efendimizin (sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem) mübarek ayaklarını kaç kez öpmüş Nur Dağı dağı, O dağ şimdilerde, Server-i Âlem’in yokluğundan mahzun, boynu bükük
beklemede…
Biz
oradayken yakınımıza gelenler oldu, ihramlı idiler. Sorduk; Muğla’lı bir aile ile
Pakistan asıllı Amerika Müslümanları imişler. Bizim gibi, onlar da takvimleri
uyuşmadığı için, tedbir olarak Arafat Vakfesi yapmak üzere gelmişler. Akşam
karanlığı bastırmıştı. Yeni gelenlerle tanışamadık ama bir ihtiyaçları olup
olmadığını sorduk. Hazırlıklı idiler.
Kendi
grubumuzla Müzdelife’ye hareket ettik.
Dün
kalabalık ve sıkışıklığıyla mahşer yerini düşündüren vadide, bizden gayri kimseler
yoktu. Cılız ışıkların müsaade ettiği kadar çevreyi, Kuzah Tepesini gördük. Meş'ar-il-Haram yakınında bir süre kaldık.
Yatsı
vakti girdikten sonra akşam ile cem ederek namazlarımızı kıldık. Efendimiz
(sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem) Veda Haccını yaparlarken yüzbini aşkın
eshâbı kirâm ile bu vakitlerde bu yerlere gelmişler. 1418 sene geçmiş. O
şerefli izleri takibediyor, Onlar gibi yapmaya çalışıyoruz…
Hazırlık
için otelimize gidip, iki saat sonra döndük. Hava iyice serinlemişti. Kuzah Tepesinin eteğinde bir arkadaşımız ezan
okudu. Cemaatle sabah namazımızı kıldık, dualar ettik. Bu arada uzaklardan yanık
bir ezan sesi daha duyduk. Bir daha, bir daha, altı ayrı ezan ayrı köşeden birbirine
eklendi.
Demek
başka guruplar da yakınlardaydılar. Ortalık ağarmaya başlayınca Vakfemizi
tamamlayıp, Mina’ya hareket ettik.
Gün
doğuşundan sonra Akabe
cemresine taş attık.
Telbiye söylemeyi kestik.
Bize
göre Kurban Bayramı’nın birinci günü, ama milyonların uyguladığı resmî programa
göre ikinci günü idi. Kurbanlarımızı kesmek için Altan kardeşimizi vekil ettik.
Saatler sonra, görevi tamamlamış olarak ve çok yorgun halde döndü. Otelde dokuz arkadaşımın saçlarını kesme işini
üstüme aldım.
Çok
saçlılar bir şey değil, zorluk yok saçlılarda!
İhramdan
çıktık. Ziyâret ve Vedâ tavaflarımız yaptık…
Yıllar
önce Umre yaparken Hâcer-ül Esved’i görmüş, dakikalarca seyretmiş, el sürmüştük.
Şimdi dokunmayı geçtik, yaklaşmak dahi mümkün değil.
İki
şeyi unutamıyorum. Tavaf sırasında bazen öyle kalabalık ve sıkışıklık oluyordu
ki, düşen olsa kalkamaz, çiğnenir, ölür. Öyle bir zamandı, sol yanımda, ayaklar
arasında emekleyerek tavaf yapan birine rastladım. Belden yukarısı açık, esmer,
iri dudaklı biriydi. Düşmüş müydü, engelli miydi? Göz göze geldik. İri siyah
gözleriyle şöyle bir baktı ve “sen kendine bak, beni düşünme” dercesine kulaçlamaya
devam etti.
Yine
böyle çok sıkışık bir zamandı. Dört kişilik ekip dayanışmamız ve tedbirlerimiz
yetmedi, parçalandık. Tam da Hâcer-ül Esved köşesine yakın yerdeyiz. Kaburgalarım
sıkışıyor, ezilmemek için kollarımla göğüs kafesimi korumaya alıyorum.
Ayaklarım yerden kesildi, sıkışıklık arasında savruluyorum. Yere basamadan bir
süre kalabalık içinde ileri geri, sağa sola götürüldüm. Sonra bir anafor oldu
döndü, ayaklarımın üstüne düştüm. Düşmedim, âdeta Kâbe kapısının önüne
bırakıldım. Bir an şaşkınlığın ardından hızla Kâbe kapısının eşiğine sağ elimle
tutundum, sol kolumu mültezeme uzattım, yapıştım…
“Mültezemde
yapılan dua makbuldür”.
Hemen
dualarıma başladım; hamd-ü senâ, salavât, hocam, önceki âlimler-velîler, anam-babam,
ailem, akrabam, dostlarım, din kardeşlerim, mazlum müslümanlar için…
Bildiğim
bütün duaları okudum.
Birbuçuk
metre solumda kıyamet kopuyor. Hâcer-ül Esvede erişmek için insanlar amansız
bir tazyik uyguluyor. Sağımda kimseler yok. Neden gelmiyorlar? Garip bir hâl…
Baktım,
arkamda öyle bir sıkışıklık var ki, kimse kendini kurtarıp, bu tarafa adım
atamıyor! Çimentolanmış gibiler. Bir süre sonra çözüldü, sağım, solum dolunca ayrıldım,
tavâfıma devam ettim. Bu lutfa kavuşmam benim irademle, marifetimle olmadı. Arkasında
bir himmet olmalı. Acaba diyorum, izdiham içinde göz göze geldiğimiz o emekleyen
kişinin duası olmasın?
Allah-ü
â’lem bi’s-savâb (Allahü teâlâ doğrusunu daha iyi bilir).
İran
ve Afrika kökenli bazı gurupların tavaf sırasındaki rahatsız edici davranışlanı
yazmıyorum. Rehber imamlardan bazıları da sorumsuzdular. Turistik gezideymişler
gibi, günboyu otelin serin salonlarında çay içip, oturdular. Onlara uyanlar da
fırsatları zâyi ettiler.
Nurlu
Medine,
Üç
gün az geldi.
Bütün
vaktimizi Mescid-i
Nebî’de geçirmeye
çalıştık. Fırsat buldukça Ravda-i Mutahhara’da kaza namazlarımızı kıldık. Edeble ziyaret etmeye çalıştık. Suûdî
görevliler Muvâcehe-i
Saâdet önünde dua etmemize
mâni olmaya çaşıyorlar, kabre sırtımızı çevirmemizi işaret ediyorlardı.
Biz
islâm âlimlerinin yaptığı, yazdığı gibi yaptık…
Peygamber
Efendimizi (sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem), Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer
(radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) efendilerimizi ziyâretle azîz ruhlarına
fatihalar okuduk, vesile ederek dualarda bulunduk…
Ravda-î
Mutahhara, ziyaret için gelenlerin geçiş yeri olmuş. Muvacehe-i Saâdet önünde
de kalabalık gruplar namaz kılıyorlar. Bu iki yanlış tesadüfen mi işleniyor,
yoksa sinsice öyle mi yönlendiriliyor anlayamadık. Netice itibariyle o eşsiz
mekânın az bir kısmında ibadet ve kalb huzuruyla ziyaret yapılabiliyor.
Biz
nasibimizde olanı topladık.
Bakî
Kabristanı, Kıbleteyn, Mescid-i Seb’a…
Bir
ara hastalandım. Öğleye kadar istirahat ettim. Taksi tutarak Uhud’a, Kubâ
Mescidi’ne yalnız gittim. Akşam arkadaşlarımla buluştum.
Son
gün Mescid çok kalabalıktı. Ravda-i Mutahhara’da bir kişilik yer açılsa diye
dua ettim, bekledim. Elhamdülillah, mihrâbın sağ gerisinde bir kişilik yer açıldı.
Direk dibinde kıldım. Vedâ Ziyâretimizi yapıp, Bâb-ı Cibrîl’den geri geri
çıktık…
Kubbe-i
Hadrâ, yeşilin en güzeli,
kubbelerin en mübareği. Gözlerimi ayıramıyorum, çocukluktan beri zihnimize yer
etmiş o levha daha sabitleşsin, çizgileri koyulaşsın istiyorum.
Sonra Mescidin Bakî Kabristanına
bakan kapısı'ndan çıkıp, kabristan ziyaretlerimizi yaptık. Hazreti Osman,
Peygamberimizin amcaları Hazreti Abbas, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi
Vakkas, Malikî mezhebinin kurucusu İmam-ı Malik, Peygamberimizin sütanneleri
Halime, halaları Safiyye, başta Hz. Aişe validemiz olmak üzere Peygamberimizin
zevceleri ve kızları, Peygamberimizin torunu ve Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti
Hasan, On iki imâmdan Caferi Sâdık, Muhammed Bâkır, Zeynel Âbidîn ve daha nice âlim ve evliyâ
burada yatıyorlar. Radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn. Yüce Rabbimiz onlara rahmet,
bizlere de şefaatçi eyleye.
70-80 yıl öncesine kadar Cennetül
Baki'de, Peygamberimizin yakınları ve diğer sahabeler için yapılan türbeler
varmış. Cennet’ül Baki’nin 1900' lü yıllarda çekilmiş resimlerinde bu türbeleri
ve kubbeleri görüyoruz. Daha sonra Vehhâbî inancındaki Suud yönetimi tüm
kubbeleri, türbeleri yıkmış, sürülü bir tarla görüntüsüne çevirmiş.
Kabristanın son taraflarına pek giden
olmaz. Yürüyüş için hazırlanmış güzergâhtan gidebildiğim kadar gittim. Çökmüş,
büyük büyük çukurlar açılmış kabirler dikkatimi çekti. Kabrin çevresinde çok
ince, birkaç santimlik toprak tabakası görünüyor, enlemesine 50-60,
uzunlamasına 120-150 cmlik kısım sanki yırtılmış, kesilmiş içine düşmüş. Eğilip
içlerine bakamadım. Ama birkaç düzine vardı. Bazıları çökmüş ama delinmemiş,
bazılarının üzerinde suya benzer birikinti vardı. Tuhafıma gitti, aklımın bir
yerine kaydettim[3].
Mescîd-i
Nebî avlusunda bir sütun kenarına ilişip, gölgesinde Kubbe-i Hadrâya bakıyorum.
Bakmıyorum, hayalimle kucaklıyor, öpüyor, öpüyorum.
Cep
telefonumu açtım, evdekilere naklen yayın yaptım.
Onlar
ağladı, ben ağladım…
Haccımızın
kabûlü husûsunda kalbimiz mutmaîn, elhamdüllillahi alâ külli hâl…
Gelirken
dualarını aldığımız hocamıza, büyüklerimize, yardımlarını gördüğümüz tüm
dostlarımıza teşekkürler ederiz. İki hatırlatıcım var artık:
“Sühanallahi
vel hamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber ve lâ havle…” duâsı bana Mekke’yi, Kâbe’yi, tavâfı
hatırlatıyor. Salâvât-ı şerîfe söylemek de Medîne’yi, Mescid-i Nebî’yi tekrar
yaşatıyor…
“Cennet Burası”
[1] Hac ve Umre yapacaklar Hac
Rehberi kitapçığı ile yetinmeyip; İslâm
Tarihi ve özellikle Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)
hayatıyla ilgili kitaplar ile, Eyüp Sabri Paşa’nın Mir’ât-ı Harameyn, Ensar
Neşriyat, 2014, 262 s. ve Muhammed Masum hazretlerinin Harameyni Şerifeyni
ziyaretlerini anlatan Yevâkıt-ı
Harameyn Risâlesini okumalarını
tavsiye ederiz. Bu risâle Evliyanın Kutbu Muhammed Ma’sûm Fârûkî; Süleyman
Kuku, damra, sh: 103- 125 arasına ilâve edilmiştir. MA
[2] İbâdetlerin
doğru ve kabul edilebilir olması için, önce itikâdın doğru olması lâzımdır.
Bugün Vehhâbilik ve Mezhepsizlik çok çeşitli isim ve söylemler altında Müslüman
halk arasında yayılmaktadır. Onların telkin ve propagandalarına kanmamak, itikadını
“Ehl-i Sünnet” olarak düzeltmek ve korumak için her müslümanın uyanık olması ve
okuyup öğrenmesi lâzımdır. Okuyucularımız bu konularla âlakalı olarak aşağıdaki
kitaplardan faydalanabilirler:
·
Dinde Reformcular. Fen yobazları ve Din yobazları.
H. Hilmi Işık. Işık Kitabevi 1978, 192 s.
·
Fâideli Bilgiler. H. Hilmi Işık, Hakikat Kitabevi,
2013, 480 s.
·
Dîni Modernizmin Üç Şövalyesi: Cemaleddin Efgani,
Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Türkiye’deki takipçileri. Hasib es-Samarrai,
Bedir, 1998, 292 s.
·
İngiliz Casusunun İtirafları, Hakikat Kitabevi, H.
Hilmi Işık 2004, 128 s.
·
İslam Dinini tehdid eden en korkunç Fitne:
Mezhepsizlik. M. Said Ramazan el Bûtî, Sebat, 1976, 303 s.
·
Dini Tâmir Dâvasında Din Tahripçileri. Ahmed
Davudoğlu, Bedir, 1997, 383 s.
·
Le Pacte de Nadjd. Hamadi Redissi, Seuil, 2007, 345
p.
·
Mezhepsizlik ve Vehhabilik. Allame M. Abdurrahman
Silhetî, Berekat Yayınevi, 1978, 208 s.
·
Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri (Özellikle 1.
ve 3. Cildler). Kadir Mısıroğlu, Sebil Yayınları. 2010-2013, Toplam 2000 sayfadan
fazla.
·
Teymiyyecilik - Vehhabilik ve Tevhîdi Koruma Adına
İşlenen cinayetler. Abdülkerim Polat,
Fazilet Neşriyat, 1975, 124 s.
·
Vehhabiliğe Reddiye. Zeyni Dahlan, Otağ, 103 s.
·
Vehhâbîye Nasihat. H. Hilmi Işık. Işık Kitabevi,
1978, 224 s.
·
Vesikalarla Vehhabiliğin İçyüzü. M. Muhammed
Fadlurresûl. Berekât Yayınevi, 1976, 411 s.
[3] Yıllar sonra oğlum Hâlid bir Amerikan TV
şirketi adına naklen yayın için Hacca gittiğinde, hem Cennet-ül Bakî’nin genel
görünümünü, hem de bu kabir delik ve çukurlarını kamerasıyla çekmiş. Tam
göçmüş, yarı göçmüş, çukurlaşmış, henüz
üzerinde sıvı birikintiler bulunan bir düzine kabir görüntüsü almış.
Erişebildiği kimselere sormuş, bunlar nedir? Diye. Cevap: “Çok fazla
defin yapılıyor, yer darlığı var. Bir kabrin üstüne kısa zamanda yeni definler
yapmak için sıvı madde döküyoruz. Bir süre sonra toprak eriyip çöküyor,
yeniden defin yapıyoruz” cevabını almış. Peki, toprağı eriten o sıvı
madde nedir? Defnedilen cesede etkisi var mı? Bu soruyu tüm ilgililere
soruyor ve cevabını öğrenmek istiyoruz.
MA