AKSARAY, HAZİRAN 2002


Hamîd-i Aksarayî (Somuncu Baba) Külliyesini ziyâret
Hadimî hazretlerini ziyaretin bereketiyle, bir hafta sonra, Aksaray’a hareket ettik. Gidişte güney güzergâhı; Karaman, Ayrancı, Ereğli üzerinden Adana Aksaray yoluna bağlandık. Karadağ ve Hasandağı yolumuz üzerinde iki önemli nirengi noktamız oldu. Bu mevsimde yol boyu, dağ etekleri sarı, mor, beyaz, kırmızı, baharın bütün renklerini yansıtıyor. Seyrine doyum olmayan bir yolculuk.
Aksaray’da birçok din büyüğümüzün kabri veya türbesi bulunuyor. Cemaleddin Aksarayî, Pîr Ali Aksarayî, Somuncu Baba olarak bilinen Hamîd-i Aksarayî ve oğlu Yûsuf Hakîkî Baba bunların başında geliyor. Allah-ü teâlâ onların sırrının kudsiyyetini artırsın, mübarek eylesin. Bizlere de şefaatçi kılsın. Âmin.
Ervah Kabristanı şehrin hemen dışında, sorarak bulduk, yolları düzgün ve çevresi bakımlı. Kabristandan sonra çıplak yamaçlar başlıyor. Kabristanda medfun bulunanlara selam verip, Fatiha, tekâsür surelerini okuyarak girdik. Doğruca Somuncu Baba Dergâh ve Mescidinin bulunduğu yere vardık. Geniş kabristanın orta yerlerinde, ziyaretçisi çok, rûhaniyeti bol bir mekân…
Türbelerini ziyaret ederek, fatihalar okuduk. Önceden okunmuş olanlarla birlikte sevabını onların ve kabristanda bulunan bütün mü’min kardeşlerimizin rûhlarına hediye ettik. Vakit namazlarımızı camiinde kılıp, çilehanesine de girmek istedik. Ama nerede ve niçin orada olduklarını anlamayan, çoluk çocuk, uygunsuz kıyafetli, bî-edeb kalabalık doldurmuştu. Birkaç nefescik kalabildik, çıktık. Civarda oturup okumalarımızı yaptık.
Hamîd-i Aksarayî hazretleri Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. “Somuncu Baba” lâkabıyla tanınıyor. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda yüksek bir mübârek zât. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederlermiş. İlk tahsilini babasından alır, sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrenirler. Pek çok âlim ve velînin sohbetlerine kavuşur, üveysî olarak, Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinden de feyz alırlar. Şamdan ayrıldıktan sonra Tebriz’e giderler. Orada Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinini sohbetlerine kavuşup, hizmet ederler, ilim öğrenirler. Hocaları Alâeddîn-i Erdebîlî, “Artık bizden öğrendiğin ilmi, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurarak yolcu ederler. Kayseri’ye gelen Şeyh Hamîdeddîn, insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretirler, talebe yetiştirirler. Birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya da’vet edin” buyururlar.  Müderris Nu’mân; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, Kayseri’ye gelirler. Kurban Bayramı günü buluştukları için, Hamideddîn hazretleri ona “Bayram” lâkabını verirler. Bayram lâkablı o Müderris Numan, Ankara’da ziyaret ettiğimiz Hacı Bayram-ı Velî hazretleridir.
Hâmideddîn hazretleri, aldıkları ma’nevî bir emir üzerine tekrar Tebrîz’e giderler. Sonra Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşirler. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret eder. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket eder, ilmini, derecesini kimselere söylemezler. Bursa’da bir fırın yaptırıp, merkebiyle dağdan odun getirir, pişirdikleri ekmekleri sırtlayıp “Somun! Müminler somun!” diye satar ve geçimini bu yolla sağlarlar. Halk, onun ekmeğinin lezzetine doyamaz ve  “Somuncu Baba” diye çağırmağa başlarlar. Bursa Molla Fenârî Mahallesinde hâlen aynı isimle anılan iki gözlü bir yer vardır.
Hâmideddîn hazretleri Bursa’da durumunu kimseye bildirmez. Halk içinde Hak ile olurlar. Birgün fırına ekmeklerini sürüp, pişmesini beklerken, Seyyid Emîr Sultan çıkagelir. Elinde bir çömlek vardır. “Selâmün aleyküm baba!” der. “Ve aleyküm selâm” diye mukabele görür. Bir süre birbirlerine bakışırlar, hiçbir kelime konuşmadan tanışırlar… Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anlar, sohbet ederler, dost olurlar.
Bu arada Yıldırım Bâyezîd Hân, Bursa Ulu Câmi’yi yaptırmaya başlayınca inşaatta çalışan işçilerin ekmeğini Somuncu Baba temin eder. İnşaat tamamlanır Cum’a günü açılış merasimi yapılacaktır. Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldururlar. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verirler. Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterirler. O vakte kadar kendini titizlikle saklamış olan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürür. Emîr Sultan’ın önüne gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yaptınız, beni ele verdiniz?” derler. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd eder ki, o zamana kadar Bursalılar böyle bir hutbe işitmemişlerdir.
O gün hutbede Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaparlar. Öyle ki Cemaat arasında bulunan Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, yaptıkları bu yedi çeşit tefsîr şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamaz! Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak ister. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri bir kapıda dururlar. Ama Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diye söyler…
Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu” diyerek, o gün Bursa’dan ayrılmaya karar verirler. Bursa’da kalması için çok yalvarılsa da kabul etmezler. Bir sabah birkaç talebesiyle ayrılırken Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ ettiği yer hâlen “Duâ çınarı” olarak anılmaktadır.
Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, Aksaray’a gelirler. Ömürlerinin sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraşırlar. İlim ve tasavvufta çok mümtaz bir mevkiye erişirler, halkın gönlünde yer ederler ve Hâmid-i Aksarâyî olarak anılırlar.
Orada iken Hacı Bayram’ı Velî ile hacca giderler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendilerine halîfe tayin edip, insanları irşâd etmekle vazîfelendirirler.
Hâmid-i Aksarâyî (rahimehullah) 1412 (h. 815) senesinde, bir gün dostları ve talebeleriyle helâlleşir, iki rek’at namaz kılar ve uzun uzun duâ ederler. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek rahmet-i Rahmân’a kavuşurlar. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı Velî hazretleri kıldırır, buraya defnedilirler.
Cemaleddin Aksarayî (rahimehullah)
Ervah Kabristanında türbesi ve mescidi bulunan bir başka âlim ve velî. 1389(H. 791) yılında burada vefat etmişler. Soyu büyük müfessir Fahreddin Razîe, daha öncesi de Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer (radıyallahü anhüm) efendilerimize çıkmaktadır. Amasya’da kadılık, müderrislik, kazaskerlik yapmışlar, talebeler yetiştirmişler. Karamanoğlu Alâeddin Bey tarafından Konya Kadılığına getirilmişler. Sonra Aksaray’a dönüp müderris olarak senelerce ilim öğretip, âlimler yetiştirmişler. Medreselerine atla gidip gelirlermiş. Çok talebeleri de olduğu için bazı talebelerine yolda, at üstünde ders verirler, medresenin revakları altında bekleyenlere (revâkiyyûn) de orada ders verirlermiş. Asıl talebeleri medresesinde okuturmuş.
Cemaleddin Aksarayî hazretlerinin derslerinde yetişenlerin en meşhuru az önce sözünü ettiğimiz Molla Fenarî hazretleri. Meşhur âlim Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri de onlara talebe olmak için gelirler. Ama onlar gelmeden Cemaleddin Aksarayî vefat ettiğinden,  Molla Fenarî ile birlikte Mısır’a giderek tahsillerine orada devam ederler. Hayatlarının sonuna, son saatlerine kadar vakitlerini çok iyi değerlendirip taliplere ilim öğretmişler. Öyle ki, yarım kalan az bir ders için “Evlatlarım, kalan dersimizi kabrimin başına gelin, orada tamamlayalım” buyururlar ve öyle de yaparlar…
İstanbul Unkapanı Zeyrek yokuşu çıkışında kabri ziyaret edilen büyük âlim ve Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi, Cemaleddin Aksarayî hazretlerinin torunudur. Yetiştirdiği talebelerden başka çok kıymetli eserler bırakmıştır. Hadis-i Erbaîn(Kırk Hadîs), Mültekâ Hâşiyesi, Yıldırım Bayezid Hân’a yazdığı Ahlâk-ı Cemâlî, Beydavî Tefsiri Hâşiyesi… vd.
Hizmeti, kerametleri kitaplarda uzunca anlatılmaktadır.
Allah-ü Teâlâ onlara rahmet ve derecelerini âlî eyleye. Bizlere de mahşerde şefaatlerine kavuşmak nasibeyleye…
Pîr Ali Aksarayî(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Kabri Aksaray’da bulunan meşhûr velîlerden. Tasavvufta Melâmiyye yolundan yetişmişler, Seyyid Ömer Sekînî'nin halîfesi olmuşlar. Kânûnî Süleymân Han zamanında yaşamışlar. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, pekçok insanı irşâd etmiş, saâdete kavuşturmuşlar.
Birkaç sözlerini nakledelim:
"Eğer İbrâhim Edhem bu fakîrin zamânında olsaydı, ona saltanatı terk etmesi için izin vermezdim. Onu kemâle erdirince, hem dünyâ hem de âhiret sultânı olurdu."
"Sâdık mürîdin dünyâ saltanatını terk etmesi lâzım değildir."
Kânûnî Süleymân Han İran'a yaptığı seferden dönüşünde Pîr Ali Aksarayî hazretlerini ziyâret ederler. Bu ziyâret esnasında Sultana “kulağına küpe yap” diye ettiği nasihatı dinleyelim:
"Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun.
Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün. Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur.
Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar. Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor.
Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap."
Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağlar. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk bağışlamak teklifinde bulunur. Fakat o kabûl etmez. “Bâri oğlunu İstanbul'a yanıma gönder” diye rica eder. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; "Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil, Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim" der ve oğlu İsmâil'i ve birkaç mürîdini İstanbul'a gönderirler. Birkaç ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât ederler. Rahimehullah.
Ervâh Kabristanın çıkışında, köşede 700 yıllık bir meşe ağacı iri ve diri duruyordu. Sanki ben o günleri yaşadım. Ziyaret ettiğiniz o mübarek zâtların nazarlarına muhatap oldum, der gibiydi…
Aksaray’ı gezmeye vakit kalmadı.
Dönüşümüzü, daha uzun olmakla beraber, Aksaray, Sultanhan, Konya üzerinden yaptık. Aksaray-Konya yolunun orta yerlerinde Sultanhanı Kervansarayı var. 1229 da Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad tarafından  yaptırılmış. Zamanla eklentiler yapılıp genişletilmiş. Yazlık, kışlık kısımları bulunan, kervanların uğrak ve bakım yeri olarak hizmet vermiş. O günün medenî seviyesini ve san’atını ifade eden muhteşem bir eser. Geometrik şekillerle süslenmiş muhteşem bir girişi var. Uzun bir dehlizden geçilerek avluya varılıyor. Avluda arabalara mahsus revak şeklinde yerler, solunda kemerli ve yolculara mahsus odalar, salonlar, iki hamam ve ambarlar bulunuyor.
Avlunun ortasında dört kemer üzerine dayanmış bir mescit var. Selçuklu süsleme sanatını en güzel örneklerinden olsa gerek. Kervansaray tarihî İpekyolunun kalıntılarından. Bir kültürü, medeniyeti yansıtıyor. Bir saat değil, başlıbaşına gün ayırmak lâzım. Kesme taş merdiveninden çıkıp, Mescidinde namazlarımızı kıldık. Bir kahve içimi eğleştik. Asırlardır buradan kimler geldi geçti, neler yaşadılar, nerelere gittiler… Düşündük.
Yapanlara, koruyanlara, burada konaklayanlara fatihalar okuduk…
Ilık baharda, rûhaniyet dolu bir gün geçirdik. Akşam geç vakit Karaman’a döndük.