Hamîd-i
Aksarayî (Somuncu
Baba) Külliyesini
ziyâret
Hadimî
hazretlerini ziyaretin bereketiyle, bir hafta sonra, Aksaray’a hareket ettik.
Gidişte güney güzergâhı; Karaman, Ayrancı, Ereğli üzerinden Adana Aksaray
yoluna bağlandık. Karadağ ve Hasandağı yolumuz üzerinde iki önemli nirengi
noktamız oldu. Bu mevsimde yol boyu, dağ etekleri sarı, mor, beyaz, kırmızı,
baharın bütün renklerini yansıtıyor. Seyrine doyum olmayan bir yolculuk.
Aksaray’da
birçok din büyüğümüzün kabri veya türbesi bulunuyor. Cemaleddin Aksarayî, Pîr
Ali Aksarayî, Somuncu Baba olarak bilinen Hamîd-i Aksarayî ve oğlu Yûsuf Hakîkî
Baba bunların başında geliyor. Allah-ü teâlâ onların sırrının kudsiyyetini
artırsın, mübarek eylesin. Bizlere de şefaatçi kılsın. Âmin.
Ervah
Kabristanı şehrin
hemen dışında, sorarak bulduk, yolları düzgün ve çevresi bakımlı. Kabristandan
sonra çıplak yamaçlar başlıyor. Kabristanda medfun bulunanlara selam verip,
Fatiha, tekâsür surelerini okuyarak girdik. Doğruca Somuncu Baba Dergâh ve
Mescidinin bulunduğu yere vardık. Geniş kabristanın orta yerlerinde,
ziyaretçisi çok, rûhaniyeti bol bir mekân…
Türbelerini
ziyaret ederek, fatihalar okuduk. Önceden okunmuş olanlarla birlikte sevabını
onların ve kabristanda bulunan bütün mü’min kardeşlerimizin rûhlarına hediye
ettik. Vakit namazlarımızı camiinde kılıp, çilehanesine de girmek istedik. Ama nerede
ve niçin orada olduklarını anlamayan, çoluk çocuk, uygunsuz kıyafetli, bî-edeb
kalabalık doldurmuştu. Birkaç nefescik kalabildik, çıktık. Civarda oturup
okumalarımızı yaptık.
Hamîd-i Aksarayî hazretleri Osmanlı
Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin
büyüklerinden. “Somuncu Baba” lâkabıyla tanınıyor. Tefsîr, fıkıh
ilimlerinde ve tasavvufda yüksek bir mübârek zât. Hızır aleyhisselâm ile sohbet
ederlermiş. İlk tahsilini babasından alır, sonra Şam’a giderek,
“Hankâh-ı Bâyezîdiyye” de ilim öğrenirler. Pek çok âlim ve velînin sohbetlerine
kavuşur, üveysî olarak, Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinden de feyz alırlar.
Şamdan ayrıldıktan sonra Tebriz’e giderler. Orada Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî
hazretlerinini sohbetlerine kavuşup, hizmet ederler, ilim öğrenirler. Hocaları
Alâeddîn-i Erdebîlî, “Artık bizden öğrendiğin ilmi, insanlara öğretmek üzere
Anadolu’ya git!” buyurarak yolcu ederler. Kayseri’ye gelen Şeyh
Hamîdeddîn, insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretirler,
talebe yetiştirirler. Birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi
çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup
buraya da’vet edin” buyururlar. Müderris Nu’mân; “Bu dâ’vete icabet
lâzımdır” diyerek, Kayseri’ye gelirler. Kurban Bayramı günü buluştukları
için, Hamideddîn hazretleri ona “Bayram” lâkabını verirler. Bayram lâkablı
o Müderris Numan, Ankara’da ziyaret ettiğimiz Hacı Bayram-ı Velî
hazretleridir.
Hâmideddîn hazretleri,
aldıkları ma’nevî bir emir üzerine tekrar Tebrîz’e giderler. Sonra
Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşirler. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık
Bursa’ya gelip hocasını ziyâret eder. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî
gibi hareket eder, ilmini, derecesini kimselere söylemezler. Bursa’da bir fırın
yaptırıp, merkebiyle dağdan odun getirir, pişirdikleri ekmekleri sırtlayıp “Somun!
Müminler somun!” diye satar ve geçimini bu yolla sağlarlar. Halk, onun
ekmeğinin lezzetine doyamaz ve “Somuncu
Baba” diye çağırmağa başlarlar. Bursa Molla Fenârî Mahallesinde hâlen aynı
isimle anılan iki gözlü bir yer vardır.
Hâmideddîn hazretleri
Bursa’da durumunu kimseye bildirmez. Halk içinde Hak ile olurlar. Birgün fırına
ekmeklerini sürüp, pişmesini beklerken, Seyyid Emîr Sultan çıkagelir. Elinde
bir çömlek vardır. “Selâmün aleyküm baba!” der. “Ve aleyküm selâm”
diye mukabele görür. Bir süre birbirlerine bakışırlar, hiçbir kelime konuşmadan
tanışırlar… Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan,
Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anlar, sohbet ederler, dost olurlar.
Bu arada Yıldırım Bâyezîd
Hân, Bursa Ulu Câmi’yi yaptırmaya başlayınca inşaatta çalışan işçilerin ekmeğini
Somuncu Baba temin eder. İnşaat tamamlanır Cum’a günü açılış merasimi
yapılacaktır. Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid
Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu
Câmi’yi doldururlar. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak
üzere Emîr Sultan’a vazîfe verirler. Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın
büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i
şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu
Baba’yı gösterirler. O vakte kadar kendini titizlikle saklamış olan Somuncu
Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürür. Emîr Sultan’ın önüne gelince;
“Ey Emîr’im, niçin böyle yaptınız, beni ele verdiniz?” derler. Minbere
çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd eder ki, o zamana kadar Bursalılar böyle
bir hutbe işitmemişlerdir.
O gün hutbede Fâtiha
sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaparlar. Öyle ki Cemaat
arasında bulunan Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim
Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun
büyüklüğüne, yaptıkları bu yedi çeşit tefsîr şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini
cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri
anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten
kendini alamaz! Cum’a namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini
öpmek, duâsını almak ister. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî
hazretleri bir kapıda dururlar. Ama Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes;
“Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diye söyler…
Somuncu Baba, durumunun
anlaşılması üzerine; “Sırrımız faş oldu” diyerek, o gün Bursa’dan ayrılmaya
karar verirler. Bursa’da kalması için çok yalvarılsa da kabul etmezler. Bir
sabah birkaç talebesiyle ayrılırken Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir
şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ ettiği yer hâlen “Duâ çınarı” olarak
anılmaktadır.
Bursa’dan ayrılan Somuncu
Baba, Aksaray’a gelirler. Ömürlerinin sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraşırlar. İlim ve tasavvufta çok
mümtaz bir mevkiye erişirler, halkın gönlünde yer ederler ve Hâmid-i Aksarâyî
olarak anılırlar.
Orada iken Hacı Bayram’ı Velî
ile hacca giderler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendilerine halîfe tayin edip,
insanları irşâd etmekle vazîfelendirirler.
Hâmid-i Aksarâyî
(rahimehullah) 1412 (h. 815) senesinde, bir gün dostları ve talebeleriyle
helâlleşir, iki rek’at namaz kılar ve uzun uzun duâ ederler. Sonra Kelime-i
şehâdet getirerek rahmet-i Rahmân’a kavuşurlar. Cenâze namazını Hacı Bayram-ı
Velî hazretleri kıldırır, buraya defnedilirler.
Cemaleddin Aksarayî (rahimehullah)
Ervah Kabristanında türbesi ve mescidi bulunan bir başka âlim ve velî. 1389(H.
791) yılında burada vefat etmişler. Soyu büyük müfessir Fahreddin Razî’e, daha öncesi de Hazreti Ebubekir ve Hazreti
Ömer (radıyallahü anhüm) efendilerimize çıkmaktadır. Amasya’da kadılık,
müderrislik, kazaskerlik yapmışlar, talebeler yetiştirmişler. Karamanoğlu Alâeddin
Bey tarafından Konya Kadılığına getirilmişler. Sonra Aksaray’a dönüp müderris
olarak senelerce ilim öğretip, âlimler yetiştirmişler. Medreselerine atla gidip
gelirlermiş. Çok talebeleri de olduğu için bazı talebelerine yolda, at üstünde
ders verirler, medresenin revakları altında bekleyenlere (revâkiyyûn) de orada
ders verirlermiş. Asıl talebeleri medresesinde okuturmuş.
Cemaleddin Aksarayî hazretlerinin
derslerinde yetişenlerin en meşhuru az önce sözünü ettiğimiz Molla Fenarî
hazretleri. Meşhur âlim Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri de onlara talebe olmak için gelirler. Ama onlar gelmeden
Cemaleddin Aksarayî vefat ettiğinden, Molla Fenarî ile birlikte Mısır’a giderek
tahsillerine orada devam ederler. Hayatlarının sonuna, son saatlerine kadar
vakitlerini çok iyi değerlendirip taliplere ilim öğretmişler. Öyle ki, yarım
kalan az bir ders için “Evlatlarım, kalan dersimizi kabrimin başına gelin,
orada tamamlayalım” buyururlar ve öyle de yaparlar…
İstanbul Unkapanı Zeyrek yokuşu çıkışında kabri ziyaret edilen büyük âlim
ve Şeyhülislâm Zenbilli
Ali Cemalî Efendi,
Cemaleddin Aksarayî
hazretlerinin
torunudur. Yetiştirdiği talebelerden başka çok kıymetli eserler bırakmıştır.
Hadis-i Erbaîn(Kırk Hadîs), Mültekâ Hâşiyesi, Yıldırım Bayezid Hân’a yazdığı
Ahlâk-ı Cemâlî, Beydavî Tefsiri Hâşiyesi… vd.
Hizmeti, kerametleri kitaplarda uzunca anlatılmaktadır.
Allah-ü Teâlâ onlara rahmet ve derecelerini âlî eyleye. Bizlere de
mahşerde şefaatlerine kavuşmak nasibeyleye…
Pîr Ali Aksarayî(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Kabri Aksaray’da bulunan
meşhûr velîlerden. Tasavvufta Melâmiyye yolundan yetişmişler, Seyyid Ömer
Sekînî'nin halîfesi olmuşlar. Kânûnî Süleymân Han zamanında yaşamışlar.
İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, pekçok insanı
irşâd etmiş, saâdete kavuşturmuşlar.
Birkaç sözlerini nakledelim:
"Eğer İbrâhim Edhem
bu fakîrin zamânında olsaydı, ona saltanatı terk etmesi için izin vermezdim.
Onu kemâle erdirince, hem dünyâ hem de âhiret sultânı olurdu."
"Sâdık mürîdin dünyâ
saltanatını terk etmesi lâzım değildir."
Kânûnî Süleymân Han İran'a yaptığı
seferden dönüşünde Pîr Ali Aksarayî
hazretlerini ziyâret ederler. Bu ziyâret esnasında Sultana “kulağına
küpe yap” diye ettiği nasihatı dinleyelim:
"Allahü teâlâ senden
adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan
başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle
hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine
kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan
perişan olursun.
Peygamberleri düşün, dîni
gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de,
şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün. Sen Peygamber
aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur.
Git adâlet tohumu ek de,
her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân
ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine
atarlar. Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor.
Git din erbâbına yardımcı
ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe
yap."
Bu nasîhatları dinleyen
Pâdişâh çok ağlar. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk bağışlamak
teklifinde bulunur. Fakat o kabûl etmez. “Bâri oğlunu İstanbul'a yanıma gönder”
diye rica eder. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; "Şevketli Pâdişâhım!
Oğlum İsmâil, Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim" der
ve oğlu İsmâil'i ve birkaç mürîdini İstanbul'a gönderirler. Birkaç ay sonra da
Pîr Ali hazretleri vefât ederler. Rahimehullah.
Ervâh Kabristanın çıkışında, köşede 700
yıllık bir meşe ağacı iri ve diri duruyordu. Sanki ben o günleri yaşadım.
Ziyaret ettiğiniz o mübarek zâtların nazarlarına muhatap oldum, der gibiydi…
Aksaray’ı gezmeye vakit kalmadı.
Dönüşümüzü,
daha uzun olmakla beraber, Aksaray, Sultanhan, Konya üzerinden yaptık. Aksaray-Konya
yolunun orta yerlerinde Sultanhanı Kervansarayı var. 1229 da Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad tarafından yaptırılmış. Zamanla eklentiler yapılıp
genişletilmiş. Yazlık, kışlık kısımları bulunan, kervanların uğrak ve bakım yeri
olarak hizmet vermiş. O günün medenî seviyesini ve san’atını ifade eden
muhteşem bir eser. Geometrik şekillerle süslenmiş muhteşem bir girişi var. Uzun
bir dehlizden geçilerek avluya
varılıyor. Avluda arabalara mahsus revak şeklinde yerler,
solunda kemerli ve yolculara mahsus odalar, salonlar, iki hamam ve ambarlar
bulunuyor.
Avlunun
ortasında dört kemer üzerine dayanmış bir mescit var. Selçuklu
süsleme sanatını en güzel örneklerinden olsa gerek. Kervansaray tarihî
İpekyolunun kalıntılarından. Bir kültürü, medeniyeti yansıtıyor. Bir saat
değil, başlıbaşına gün ayırmak lâzım. Kesme taş merdiveninden çıkıp, Mescidinde
namazlarımızı kıldık. Bir kahve içimi eğleştik. Asırlardır buradan kimler geldi
geçti, neler yaşadılar, nerelere gittiler… Düşündük.
Yapanlara,
koruyanlara, burada konaklayanlara fatihalar okuduk…
Ilık
baharda, rûhaniyet dolu bir gün geçirdik. Akşam geç vakit Karaman’a döndük.