İstanbul’dan
Mısır havayollarına ait uçakla 1800 sularında uçtuk, iki saat sonra Kahire’ye
indik. Pasaport kontrolü, bagaj işleri çok kolay geçti. Sheroton Oteli 1305 no
odamıza yerleştik. En sıcak mevsimde, en sıcak bir şehre gidiyor olmak, bazı
arkadaşlarımızca yadırgansa da, otelin rahatlığı, seyahatimiz müddetince
soğutmalı, geniş ve kullanışlı bir minibüs tahsis edilmesiyle, hiç zorluk
çekmedik.
Kahire
17 milyon nüfusu ile Mısır’ın dörtte birini barındırıyor. Nil Nehri boyunca
ağaçlı geniş caddeleri ve birbirleriyle yükseklik yarışına girmiş gökdelenleri,
otel zincirleri ile modern şehir görüntüsü veriyor. Dahası Nil boyunca geniş
köprüler, turist yat ve gemileri, gece ışıklandırması ile gözünü ilk defa orada
açan bir yabancı Paris’te olduğunu sanabilir. Ama yakın plana inip, ayrıntılı
baktığınızda hiç de öyle olmadığı fark ediliyor. Nil burası için hayat demek. Servet,
ticaret, itibar edilen her şey onun kıyısında yer tutmuş. Ama çok değil, üç
kilometre sağa ve sola açıldığınızda ne düzgün yol, ne de bakımlı bir bina görülmüyor.
Harab bir şehir, bir büyük kabristan manzarası ile karşılaşıyorsunuz. Sıvasız,
tuğlaları kararmış duvarlar, ağaçsız sokaklar, balkonsuz, birbirine yapışık evler
sürüp gidiyor…
Sabah
önce, şehre birkaç km. mesafede, hâkim bir tepe üzerinde inşa edilmiş Kaleye gittik. Selahaddin Eyyubî (rahmetullahi
aleyh) vaktiyle burada yerleşmiş. Cami ve civarı bakımlı idi. Osmanlı Mısır Hıdîvi
olarak büyük hizmetler veren M. Ali Paşa Camiîni gezdik. Bizim Sultanahmet Camiî model olarak alınmış, daha küçüğü
yapılmış. Tepeden bakıldığında el-Fustat (Eski
Kahire) görünüyordu. Emevî ve Abbasî döneminde başşehir olmuş ve âlimler, büyük
zâtlar yetişmiş, eserler bina edilmiş. Biz asıl o semtleri görmek istiyoruz.
Mısır’da/Afrika’da
ilk inşa edilen cami Amr b. Âs (radıyallahu
anh) Câmiîdir 642(h.21). O zamanlar palmiye direkler ve ahşap örme olarak 17x29
metre üzerine kurulmuş. Sonraları tamirât ve tevsiâtla 112x120 m. boyutlarına çıkmış.
Cami alanı revâklarla çevrili. Biz vardığımızda da tamirat vardı. Meşhur
El-Ezher Üniversitesinden 600 sene önce bu camide din ilimleri okutulur, talebe
yetiştirilirmiş. İmâm-ı
Şâfî (radıyallahu
anh) hazretleri de vaktiyle burada dersler vermişler…
Amr
b. Âs hazretleri burada
vefat etmişler, ama kabrinin nerede olduğu bilinmiyor. Oğulları Abdullah bin Amr b. Âs (radıyallahu anh) kabrini ziyaret
ettik. Rûhlarına fatihalar gönderdik, onları vesile ederek Allah-ü Teâlâdan
niyazda bulunduk.
Sevbân bin İbrâhîm (kuddise
sirruh), Zunnûn-ı Mısrî olarak bilinir. Evliyânın büyüklerinden. Mâlik Bin Enesin (rahmetullahi
teala aleyh) talebesi. Mısır'da tasavvuf ilmini ilk defa Zünnûn-i Mısrî
hazretleri açıklamışlar ve nice kimselerin dünyâ ve âhıret se'âdetine
kavuşmasına vesile olmuşlar. 860(h.245) senesinde Mısır'da vefât etmiş, Amr bin
Âs'ın radıyallahü teâlâ anh hazretlerinin yanına defn edilmiş. Kitaplarda
kabrinin tarihî Karafe Kabristanında olduğu söyleniyordu. Mihmandarımız
(Aslen İstanbul/Beşiktaşlı bir hanım) ile bir saatten fazla aradık, sorduk. Ama
ne bilen, ne de adını duyan kimseye rastlamadık. Kerâmetleri, menkıbeleri ve
veciz sözleri kitaplarda yazılıdır[1].
Sözlerinden birkaçını zikredelim:
·
Kalbini en güzel
koruyan kimdir? Diye sorduklarında: "Diline en
çok hâkim olan" cevâbını verirler.
·
"İlim tahsil
ettiği hâlde, bu ilmiyle amel etmeyen kimseye âlim denilmez."
·
" Fâydalı
işleri ihmâl eden, fâydasız işlerle uğraşır."
·
"Bir kula
bak, vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü teâlâyı
anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor."
·
"İnsanların
ayıpları ile meşgul olan, kendi ayıbını görmez."
·
“Öyle bir zaman
gelecek ki, ahmaklar (nefsine uyanlar) akıllılardan (ölümden sonrasını düşünüp,
ona göre amel eden) üstün tutulacak ve akıllılar teba’a, ahmaklar sultan
olacaklar.”
Karafe Kabristanında Memluk Sultanlığı (Kölemenler)
zamanında yapılmış çok türbe var. Bu büyük, tarihî kabristan şimdilerde şehre
göç edip işsiz, aşsız dolaşanların sığındığı, işgal ve tahrip ettiği, bazen ev
olarak da kullandığı yapılara dönüşmüş, hatta parsellenmiş. Üstte diriler yaşıyor, altta ölüler yatıyor.
Şehre yukarıdan, Kale mevkiinden Nil’e doğru bakınca gri-kahverengi,
kupkuru tuğla yığını gibi görünüyor. Arada İbn-i Tulûn Camii, Hasan Camii,
Seyyid Ahmed Rufâî Türbesi gibi eserler yükseklikleriyle dikkatimizi
çekiyor.
İmâm-ı
Şafiî (radıyallahü
teâlâ anh) amelde dört büyük mezhebimizden Şafiî mezhebinin
reisi. Adı, Muhammed bin İdris. 820 (h.204)’de vefat etmişler. Küçük yaşlardan
itibaren Mekke'de zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam ediyorlar.
Yirmili yaşlarda Medine'ye gidip, İmam-ı Malik hazretlerinden ders
alıyorlar. Yemen'de bir süre kadılık görevi yaptıktan sonra, Bağdat’a giderek,
ilmini ilerletmek için, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe’nin talebesi olan İmam-ı
Muhammed Şeybanî’den ders alıyorlar. İmam-ı Şafiî hazretleri, zamanındaki
âlimlerin en üstünü oluyorlar, öyle ki İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri dahî
onlardan ders almaya geliyorlar…
Hayatı, ilmi, menkıbeleri, yetiştirdiği
âlimler ve eserleri kitaplarda geniş anlatılmaktadır. Teberrüken o büyük
imâmımızdan birkaç sözlerini aktaralım:
·
“Haksız sözleri
tasdik eden, dalkavuk ve ikiyüzlüdür."
·
"Sadık dost,
arkadaşının ayıplarını görünce ihtar eder, ifşa etmez."
·
"Gururlanıp
böbürlenmek, bayağı kimselerin vasfıdır."
·
“İlim öğrenmek,
nafile ibadetten üstündür."
·
"Öğrenmenin
acısını bir müddet tatmayan, hayatı boyunca cehaletin zilletini yudumlar."
·
"Kendini
bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zayi etmiş olur. Lâyık olandan ilmi
esirgeyen de, zulmetmiş olur."
·
"Dünyada en
huzursuz kimse, kalbinde haset ve kin taşıyanlardır."
·
"Başkalarını
senin yanında çekiştiren, senin bulunmadığın yerde de seni çekiştirir."
·
"Sefih ve
câhil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Sükût, ona cevap vermekten daha
hayırlıdır."
İmam-ı Şafii hazretleri, İslama hizmet
uğrunda tükettiği hayatının son anlarını, Kur'an-ı kerimi dinleyerek geçirmişler.
Karafe Kabristanındaki türbesi muhteşem
kubbesiyle ayırt ediliyor. Ziyaret ettik, rûhlarına fatihalar okuduk, onları
vesile ederek Cenâb-ı Hakk’dan niyazda bulunduk.
İmâm
Şafii Camii ve Türbesinin girişinde 16 asır (h.10.asır) başlarında vefat eden,
zamanında Mısır’ın en büyük müftüsü olan, şeyhulislam Zekeriya Ensarî (kuddise sirruh) kabri var. Onları da
ziyaret edip, fatihalar okuduk.
Onlardan
iki öğüt:
·
“Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zira
söz, yayından çıkan bir oka benzer, sizden yerinde olmayan bir söz çıkarsa, siz
ona mahkûm, sözünüz size hâkim olur.”
·
“Ey insan! Dilini tut ve ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir
yılandır. Kabir, kendi dillerinin kurbanlarıyla doludur.”
Seyyidet
Nefîse (Rahmetullahi
teâlâ aleyha); meşhûr hanım evliyâlardan. Hazreti Ali efendimizin dördüncü
kuşak torunlarından, 823 (h.208)’de vefât etmişler. Seyyidet Nefise hazretleri
ümmî olmalarına rağmen çok hadîs-i şerîf öğrenmişler. İmâm-ı Şafiî ve başka
âlimler, kendisini perde arkasından ziyâret eder ve sohbetlerinden istifâde
ederlermiş. Nitekim İmâm-ı Şafiî hazretleri vefatlarından önce, Seyyidet
Nefîse’nin cenâzesinde bulunmasını da vasıyyet ediyorlar. Seyyidet Nefîse çok
zayıf olduğu için cenazeye gelemeyince, cenâzeyi Seyyidet Nefîse’nin bulunduğu
yere götürüyorlar. Onlar da cemâatin en gerisinde durup, cenâze namazında imâma
uyuyorlar...
İslâm
âlimleri Seyyidet Nefîse hazretlerinin bütün mü’minler için bereket olduğunu bildiriyor.
İmâm-ı Şarânî hazretleri, “Ehl-i beyt içinde
tasarrufu (manen yetiştirmesi) en fazla olanı, Hazreti Nefîse’dir”
buyuruyor.
Kabri
Kahire’de en çok ziyaret edilen yerler arasında. Biz de türbelerini ve
yakınındaki kabirleri ziyaret ederek, fatihâlar okuduk, sevabını mübârek
rûhlarına bağışladık. Onları vesile ederek Allah-ü teâlâdan niyazda bulunduk.
Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn…
Dünkü
ziyaretlerimiz sırasında kale taraflarından baktığımızda birbirine çok yakın yapılmış
iki cami görmüştük. Bunların Sultan Hasan Camiî ile Seyyid Ahmed Rufa’î Camileri
olduğunu öğrendik. Oraya gittik.
Seyyid
Ahmed Rufa’î (kuddise
sirruh); Evliyânın büyüklerinden.
Peygamber efendimizin (sallalahü aleyhi ve sellem ) soyundan olup, seyyiddir.
1182(h.578) de vefat etmişler. Basra’da vefat ettiğini bildiren kaynaklar da
vardır. Adına yaptırılan bu camideki
kabrin torunu Seyyid
Alî hazretlerine ait
olduğu da ifade edilmektedir. Seyyid Ahmed Rufâî hazretleri vefatı sırasında,
daha dört yaşında bulunan bu torununa icâzet vermiş, kendisini müjdelemiş.
Seyyid
Ahmed Rufa’î hazretlerinin
kabri orada veya burada olması, O büyüklere niyetle okuyup, dua ettiğimiz için,
adreste bir şaşma, istifade etmekte bir hataya yol açmaz. Seyyid Ahmed Rufa’î hazretleri çok yüksek velâyet sahibi “dörtler” diye bilinen kutuplardan biri.
Fazileti ve menkıbeleri hakkında çok yazılar vardır. Bir tanesini nakledelim[2]:
“Ahmed
Rufâî hazretleri hacca gitmişti. Hac dönüşü Medîne-i münevverede Resûl-i
Ekremin (aleyhisselâm) mübârek türbesini ziyâreti esnasında şu meâldeki
manzûmeyi söyledi:
‘Uzaktık,
toprağını öpmek için efendim,
Kendim gelemez, vekîl rûhumu gönderirdim.
Kendim gelemez, vekîl rûhumu gönderirdim.
Şimdi
seni ziyâret ni’meti oldu nasîb,
Ver mübârek elini, dudağım öpsün Habîb!’
Ver mübârek elini, dudağım öpsün Habîb!’
Şiir
bitince, Peygamberimizin (aleyhisselâm) kabrinden mübârek elleri göründü.
Seyyid Ahmed Rufâî de, son derece ta’zim ve hürmetle eli öptü. Orada bulunan
herkes hayretle hâdiseyi gördü. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm ) mübârek
ellerini öptükten sonra, Ravda-i Mutahharanın kapılarının eşiklerine yattı.
Ağlayarak, oradaki cemâatin cümlesine, “Üzerime basarak geçiniz” diye yalvardı.
Âlimler başka kapılardan çıkmağa mecbûr oldu. Diğer kimseler üzerine basarak
kapıdan çıktılar. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir”.
Hikmetli
sözlerinden:
“İlminin
fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sahibi değildir…
Ey oğlum, sakın, çok sakın! İyi ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma”.
Seyyid Ahmed Rufa’î hazretleri evliyâya hürmeti
anlatırken şöyle buyuruyorlar:
“Allahü
teâlânın sevgili kulları olan evliyâyı vesile ederek, cenâb-ı Haktan birşeyler istenebilir. Onları vesile ederek bazı ihsânlara
kavuşulursa, bu ihsânları
evliyâdan bilmemek lâzımdır, ihsânı yapan Allahü teâlâdır. Çünkü veliler, kendiliklerinden
birşey yapmazlar. Allahü teâlâ onları çok sevdiği için, onların duâ ve hatırı
ile yaratır. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) bir hadîs-i şerîflerinde
buyurdu ki; “Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki,
birşey için yemîn etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o şeyi yaratır… Evliyânın rûhlarından yardım istenir. Çünkü
Allahü teâlânın sevdiği kullarının rûhları, diri iken de, öldükten sonra da,
Allahü teâlânın verdiği kuvvetle ve izin ile dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyâdan
yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya
tapınmak, O’na inanmak, O’ndan istemek olur”.
Bizler
de o büyüğümüzün bildirdiği üzere ziyaretimizi yaptık, mübarek rûhlarına fatihalar okuduk, onları
vesile ederek Cenâb-ı Hakk’dan niyazda bulunduk.
Kahire
Hazreti Hüseyin Camiinde mukaddes emanetler var: Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem) kılıçları, sakalı şerîfleri, asâlarından bir parça, sürme çubukları ve
Hazreti Osman (radıyallahü teâlâ anh) efendimizin kûf”i yazılı Mushâf-ı Şerîfi
bunlar arasında…
Evliyânın
büyüklerinden İbrahim Gülşenî hazretlerinin kabrini sorduk. Hazreti Hüseyin
Camiî yakınlarında olduğunu öğrenmiştik. Ama bilen, duyan kimseye
rastlayamadık. Aslen Diyarbakır’lı olan İbrâhim Gülşenî(rahmetullahi aleyh), aydınlı Dede Ömer Rûşenî’den feyz almışlar. “Ma’nevî” adında kırkbin beyitlik mesnevî
yazmışlar. Halvetî tarikatinin Gülşenî kolunu kurmuşlar. İnsanlara öyle tatlı,
hoş, yumuşak davranırlarmış ki, dost-düşman herkes onu takdîr edermiş. Öyle ki
nice gayr-i müslim İbrâhim Gülşenî’nin güzel ahlâkını, alçak gönüllülüğünü
görüp seve seve müslüman olmuşlar.
Yavuz
Sultan Selim Hân
Mısır’ı fethettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri karşılamışlar hem sultan, hem
pekçok yeniçeri ve sihâpiler sohbetiyle şereflenmişler. Bir ara Kanunî Sultan Süleyman Han’ın daveti ile İstanbul’a gelip, Atîk
İbrâhim Paşa Câmii’nde va’z ve nasihat etmiş, devlet erkânından ve halktan
pekçok kimse talebe olmakla şereflenmişler. İbrâhim Gülşenî hazretleri yıllar
sonra Sultan Kanûnî’den izin alarak tekrar Mısır’a dönmüşler. Vefât tarihleri 1534
(h.940). Rûhlarına Fatiha okuyup, ayrıldık.
Vakit
böyle zamanlarda bir hızlı geçiyor. Sultan Barkûk Medresesi, Sultan Kayıtbay
Camiî, Sultan Müeyyed Camiî (Züveyle Kapısı'nın
yanındadır), Abdülvehhab Şa’rânî Camii ve Türbesi hızla ziyaret edebildiğimiz
yerlerden.
Abdülvehhâb
Şa’rânî hazretleri
Mısır’da yetişen âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden. İmâm-ı Şa’rânî ve Kutb-i Şa’rânî lakabıyla
anılıyor. 1565(h.973) yılında vefat etmişler. Zamanından günümüze âriflerin en
meşhur imâmlarından ve eserleri ile insanlığa çok faydalı âlimlerden biri
olduğu kitaplarda anlatılıyor. Çok eserleri var. Bunlardan en tanınmışı “Dört
Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı Mîzân-ül Kübrâ” dilimize çevrildi[3]. Tabakât-ül Kübrâ: Asr-ı Saâdetten h.10 asra
kadar dörtyüzden fazla âlim ve velînin hayatını ve kıymetli sözlerini
bildirmektedir[4].
“Mîzân-ül-Kübrâ”da diyor ki: “Din kardeşim, iyi düşün!
Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı kerîmde icmâlen
bildirilenleri, ya’nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı,
Kur’ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imamlarımız
(rahmetullahi teâlâ aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri
açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen
âlimler, Resûlullaha tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.
Şeyhülislâm
Zekeriyyâ Ensârî (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Resûlullah(aleyhisselâm ),
Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imamları
(radıyallahü anh) kapalı olarak bildirilenleri açıklamasalardı, bunları
hiçbirimiz anlayamazdık. Meselâ Peygamber efendimiz (aleyhisselâm), abdesti
nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest
alacağımızı Kur’ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Namazların kaç rek’at oldukları ve
orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve keyfiyetleri ve nisâb mikdârları ve
şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur’ân-ı
kerîmde mücmel olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Ya’nî, bunlar
hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık”.
Cami-ül-Ezher ve Medresesi, şimdi Ezher
Üniversitesi olarak hizmet veriyor. Vaktiyle burada çok büyük ilim
adamları ders vermişler. Şimdilerde her tür dinî akımın, özellikle de
mezhepsizlik fikirlerinin[5] yayıldığı bir merkeze dönüşmüş. Bin
yıllık bu tarihî külliyeyi vakit darlığından yeteri kadar görüp, inceleyemedik.
***
Sonraki
gün Kahire’nin 94 km kuzeyinde, Nil Deltası'nda bulunan Tanta şehrine gittik. Orada
evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Bedevî (kuddise sirruh) hazretlerinin türbesini ziyâret edeceğiz.
Seyyid
Ahmed Bedevî hazretleri hem seyyid, hem şerîf. Fas’ta dünyaya gelmişler,
1276(h.675) yılında burada vefat etmişler. Âlimler Mısır’daki evliya arasında
İmâm Şafiî’den sonra en üstün odur, diye bildiriyorlar. Yüzü daima örtülü
olduğu için “Bedevî” lakabıyla anılıyor. Şafiî fıkhında derin âlim imişler.
Manevî bir işaretle Tanta şehrine yerleşmişler. Evin damında gözlerini
gökyüzüne çevirir öylece beklerlermiş.
Hak
âşıkları her taraftan yanına koşarak, sohbeti ile şereflenmek için can
atıyorlar. Zamanla herkes tarafından tanınıyor. Öyle ki büyük bilinen nice
âlimler gelip kendisine talebe oluyolar. Sultan Baybars da bu talebeler
arasında bulunuyor.
Tanta
oldukça sakin bir şehir. Doğruca camiye gidip, türbelerini ziyâret ettik.
Okunmuş
hatm-i şerîfler ve sûreler vardı, mübârek rûhlarına hediye ettik.
Öğle
namazı vaktini okuyarak bekledik, cemaatle namazlarımızı kıldık. Bu camide
dinlediğimiz Kur’ân-ı Kerîm tilâvetinin güzelliği unutamıyorum. Namazdan sonra
camiin imâmı özel odada koruma altında olan Ahmed Bedevî hazretlerinin
elbiselerini, kavuklarını, dokuz metreden fazla tutan 1000’lik tespihlerini,
sakal taraklarını gösterdiler. O tesbihle teberrüken birkaç dane de biz çektik!
Menkıbeleri
kitaplarda uzun anlatılmaktadır. Kıymetli sözlerinden teberrüken birkaçını
nakladelim:
·
“Tefekkür etmenin hakîkati, Allahü teâlânın yarattıkları hakkında
düşünmek, fakat Allahü teâlânın zâtı hakkında düşünmemektir.
·
İlmi olmayan kimsenin dünyâda da âhırette de hiçbir kıymeti yoktur. Hilmi
(yumuşaklığı) olmayan kimseye, ilmi fayda vermez.
·
Allahü teâlânın kullarına şefkat etmeyen kimseye, Allahü teâlâ katında
şefaat yoktur.
·
Sabırlı olmayan kimsenin, işlerinde selâmet yoktur”.
Bütün
bu güzelliklerin, cezbeden rûhaniyetin yanında anlamakta zorluk çektiğimiz
hallere de şahit olduk. Halk kutsal mekânlara saygılı değiller. Neler mi?
·
Mushaf-ı şerîfler yerde, ayaklar arasında!
·
Ayaklarını kıbleye uzatıp yatanlar, türbeler çevresinde tavaf eder gibi
dönenler, bağırışıp çağırışanlar,
·
O mübarek mekânlarda dolaşan elbisesi ve ayakları kirli insanlar Her ziyaretten sonra çoraplarımızı değiştirmek
ihtiyacını duyduk.
·
Avret yerlerinin açılmaması için tedbirli ve duyarlı değiller! Mukaddes mahallerde
bî-edep geziniyorlar!
Akşam
vakti Kahire’ye döndük. Gemi ile iki saatlik bir Nil gezisi yaptık.
Ertesi
gün Giza’da piramitleri gezdik. Firavun kibrini ve zulmünü anlamak için görmeye
değer! Her biri tonlarca ağırlığı olan yontulmuş kayalar o günün şartlarında
nasıl taşındı ve böyle üst üste kondu? Kaç bin insanın canına mal oldu?
Bunları
düşündük…
Kahire
Müzesinde bed mumyaları sergileniyordu, gördük!
Son
gün tarihî El Halil Çarşısını gezdik. Oralarda meşhur olan anber ağacından bir
tesbih almak istedik. Gözaçık satıcı, bize kehribar çıkardı. Anlaşamadık.
Papirüs
atölyesine gittik. Papirüs bitkisinin kamışımsı uzun saplarını ince dilimlere
ayırıyorlar, haddeden geçiriyorlar ve yassılaşmış şeritleri çapraz örüp,
çeşitli ebadda kâğıt yapıyorlar. Kufî yazılı birkaç levha satınaldık.
[1] Menkıbelerle İslam Meşhurları Ansiklopedisi, Berekât Yayınevi,
3.cild, 2122-225.
Tezkiretü’l Evliyâ, Semerkand, s: 201-223
[2] Süleyman Kuku(A.Fârûk Meyân); Nâdir Risaleler, Alioğlu Yayınevi, 2014.
s: 472-475
Kaynaklarda bazen Rufâî, bazen Rifâî
yazıldığı görülmektedir. Bu güzel ismi kullanarak, İslâma uymayan inanış, söz
ve hareketlerde bulunanları Seyyid Ahmed
Rufa’î hazretlerinin yolu ile
karıştırmamalıdır. MA.
[3] “A. Fârûk
Meyân(Süleyman Kuku); Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı Mîzân-ül Kübrâ. 2. Cild bir arada, Berekât
Yayınevi, İstanbul, 1980, 720 s.”
[4] Abdülkadir Akçiçek; Evliyalar Ansiklopedisi Tabakat'ül-Kübra (2
Kitap 4 Cilt), Bedir Yayınevi, 1615 s.
[5] Mezhepsizlik, Vehhabilik ve Dinde Reform akım ve telkinlerine karşı
uyanık olmak bâbında şu kaynaklara bakılabilir:
1.
Dîni Modernizmin Üç Şövalyesi: Cemaleddin Efgani,
Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Türkiye’deki takipçileri. Hasib es-Samarrai, Bedir,
1998, 292 s.
2.
İslam Dinini tehdid eden en korkunç Fitne:
Mezhepsizlik. M. Said Ramazan el Bûtî, Sebat, 1976, 303 s.
3.
Dini Tâmir Dâvasında Din Tahripçileri. Ahmed
Davudoğlu, Bedir, 1997, 383 s.
4.
Le Pacte de Nadjd. Hamadi Redissi, Seuil, Paris, 2007,
345 p.
5.
Mezhepsizlik ve Vehhabilik. Allame M. Abdurrahman Silhetî, Berekat
Yayınevi, 1978, 208 s.
6.
Selefiler ve Selefî Hareketi IŞİD Ne Kadar
Sünnîdir? Hilmi Demir 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Özel Rapor, Ağustos 2014, 22
s.