MISIR: KÂHİRE-TANTA, 5-10 Temmuz 1996

Mâverâü’n-nehr - Özbekistan - seyahatinin tadı devam ederken, sıcağı sıcağına Mısır’a gitmeye niyetlendik. Turizm şirketi ile anlaştık. Kahire ve civarını gezeceğiz. Yıllardır kanaatimiz odur ki, bir yere gitmeden önce, amacını, niyetini iyice sorgulamalı ve vicdanen doğrulayabiliyorsa yola niyetlenmeli. Niyet tekbaşına yetmez, gideceği yer ve yapacağı işler/ziyaretler hakkında hazırlık yapmalı, okumalı, öğrenmeli. Öyle yapılmazsa katlanılan masrafın ve çekilen zahmetin faydası da az oluyor. Tam istifade için zihin bilgiyle, kalb niyetle, hâl eylemle aynı yerde buluşmalı diye düşünüyoruz. Öyle yapmaya çalıştık. Tevekkeltü alallah.
İstanbul’dan Mısır havayollarına ait uçakla 1800 sularında uçtuk, iki saat sonra Kahire’ye indik. Pasaport kontrolü, bagaj işleri çok kolay geçti. Sheroton Oteli 1305 no odamıza yerleştik. En sıcak mevsimde, en sıcak bir şehre gidiyor olmak, bazı arkadaşlarımızca yadırgansa da, otelin rahatlığı, seyahatimiz müddetince soğutmalı, geniş ve kullanışlı bir minibüs tahsis edilmesiyle, hiç zorluk çekmedik.
Kahire 17 milyon nüfusu ile Mısır’ın dörtte birini barındırıyor. Nil Nehri boyunca ağaçlı geniş caddeleri ve birbirleriyle yükseklik yarışına girmiş gökdelenleri, otel zincirleri ile modern şehir görüntüsü veriyor. Dahası Nil boyunca geniş köprüler, turist yat ve gemileri, gece ışıklandırması ile gözünü ilk defa orada açan bir yabancı Paris’te olduğunu sanabilir. Ama yakın plana inip, ayrıntılı baktığınızda hiç de öyle olmadığı fark ediliyor. Nil burası için hayat demek. Servet, ticaret, itibar edilen her şey onun kıyısında yer tutmuş. Ama çok değil, üç kilometre sağa ve sola açıldığınızda ne düzgün yol, ne de bakımlı bir bina görülmüyor. Harab bir şehir, bir büyük kabristan manzarası ile karşılaşıyorsunuz. Sıvasız, tuğlaları kararmış duvarlar, ağaçsız sokaklar, balkonsuz, birbirine yapışık evler sürüp gidiyor…
Sabah önce, şehre birkaç km. mesafede, hâkim bir tepe üzerinde inşa edilmiş Kaleye gittik. Selahaddin Eyyubî (rahmetullahi aleyh) vaktiyle burada yerleşmiş. Cami ve civarı bakımlı idi. Osmanlı Mısır Hıdîvi olarak büyük hizmetler veren M. Ali Paşa Camiîni gezdik. Bizim Sultanahmet Camiî model olarak alınmış, daha küçüğü yapılmış. Tepeden bakıldığında el-Fustat (Eski Kahire) görünüyordu. Emevî ve Abbasî döneminde başşehir olmuş ve âlimler, büyük zâtlar yetişmiş, eserler bina edilmiş. Biz asıl o semtleri görmek istiyoruz.
Mısır’da/Afrika’da ilk inşa edilen cami Amr b. Âs (radıyallahu anh) Câmiîdir 642(h.21). O zamanlar palmiye direkler ve ahşap örme olarak 17x29 metre üzerine kurulmuş. Sonraları tamirât ve tevsiâtla 112x120 m. boyutlarına çıkmış. Cami alanı revâklarla çevrili. Biz vardığımızda da tamirat vardı. Meşhur El-Ezher Üniversitesinden 600 sene önce bu camide din ilimleri okutulur, talebe yetiştirilirmiş. İmâm-ı Şâfî (radıyallahu anh) hazretleri de vaktiyle burada dersler vermişler…
Amr b. Âs hazretleri burada vefat etmişler, ama kabrinin nerede olduğu bilinmiyor. Oğulları Abdullah bin Amr b. Âs (radıyallahu anh) kabrini ziyaret ettik. Rûhlarına fatihalar gönderdik, onları vesile ederek Allah-ü Teâlâdan niyazda bulunduk.

Sevbân bin İbrâhîm (kuddise sirruh), Zunnûn-ı Mısrî olarak bilinir.   Evliyânın büyüklerinden. Mâlik Bin Enesin (rahmetullahi teala aleyh) talebesi. Mısır'da tasavvuf ilmini ilk defa Zünnûn-i Mısrî hazretleri açıklamışlar ve nice kimselerin dünyâ ve âhıret se'âdetine kavuşmasına vesile olmuşlar. 860(h.245) senesinde Mısır'da vefât etmiş, Amr bin Âs'ın radıyallahü teâlâ anh hazretlerinin yanına defn edilmiş. Kitaplarda kabrinin tarihî Karafe Kabristanında olduğu söyleniyordu. Mihmandarımız (Aslen İstanbul/Beşiktaşlı bir hanım) ile bir saatten fazla aradık, sorduk. Ama ne bilen, ne de adını duyan kimseye rastlamadık. Kerâmetleri, menkıbeleri ve veciz sözleri kitaplarda yazılıdır[1].
Sözlerinden birkaçını zikredelim:
·                     Kalbini en güzel koruyan kimdir? Diye sorduklarında: "Diline en çok hâkim olan" cevâbını verirler.
·                     "İlim tahsil ettiği hâlde, bu ilmiyle amel etmeyen kimseye âlim denilmez."
·                     " Fâydalı işleri ihmâl eden, fâydasız işlerle uğraşır."
·                     "Bir kula bak, vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü teâlâyı anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor."
·                     "İnsanların ayıpları ile meşgul olan, kendi ayıbını görmez."
·                     “Öyle bir zaman gelecek ki, ahmaklar (nefsine uyanlar) akıllılardan (ölümden sonrasını düşünüp, ona göre amel eden) üstün tutulacak ve akıllılar teba’a, ahmaklar sultan olacaklar.”
Karafe Kabristanında Memluk Sultanlığı (Kölemenler) zamanında yapılmış çok türbe var. Bu büyük, tarihî kabristan şimdilerde şehre göç edip işsiz, aşsız dolaşanların sığındığı, işgal ve tahrip ettiği, bazen ev olarak da kullandığı yapılara dönüşmüş, hatta parsellenmiş.  Üstte diriler yaşıyor, altta ölüler yatıyor.
Şehre yukarıdan, Kale mevkiinden Nil’e doğru bakınca gri-kahverengi, kupkuru tuğla yığını gibi görünüyor. Arada İbn-i Tulûn Camii, Hasan Camii, Seyyid Ahmed Rufâî Türbesi gibi eserler yükseklikleriyle dikkatimizi çekiyor.
İmâm-ı Şafiî (radıyallahü teâlâ anh) amelde dört büyük mezhebimizden Şafiî mezhebinin reisi. Adı, Muhammed bin İdris. 820 (h.204)’de vefat etmişler. Küçük yaşlardan itibaren Mekke'de zamanın meşhur âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devam ediyorlar. Yirmili yaşlarda Medine'ye gidip, İmam-ı Malik hazretlerinden ders alıyorlar. Yemen'de bir süre kadılık görevi yaptıktan sonra, Bağdat’a giderek, ilmini ilerletmek için, İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe’nin talebesi olan İmam-ı Muhammed Şeybanî’den ders alıyorlar. İmam-ı Şafiî hazretleri, zamanındaki âlimlerin en üstünü oluyorlar, öyle ki İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri dahî onlardan ders almaya geliyorlar…

Hayatı, ilmi, menkıbeleri, yetiştirdiği âlimler ve eserleri kitaplarda geniş anlatılmaktadır. Teberrüken o büyük imâmımızdan birkaç sözlerini aktaralım:
·                     “Haksız sözleri tasdik eden, dalkavuk ve ikiyüzlüdür."
·                     "Sadık dost, arkadaşının ayıplarını görünce ihtar eder, ifşa etmez."
·                     "Gururlanıp böbürlenmek, bayağı kimselerin vasfıdır."
·                     “İlim öğrenmek, nafile ibadetten üstündür."
·                     "Öğrenmenin acısını bir müddet tatmayan, hayatı boyunca cehaletin zilletini yudumlar."
·                     "Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zayi etmiş olur. Lâyık olandan ilmi esirgeyen de, zulmetmiş olur."
·                     "Dünyada en huzursuz kimse, kalbinde haset ve kin taşıyanlardır."
·                     "Başkalarını senin yanında çekiştiren, senin bulunmadığın yerde de seni çekiştirir."
·                     "Sefih ve câhil bir kimse konuşunca ona cevap verme. Sükût, ona cevap vermekten daha hayırlıdır."
İmam-ı Şafii hazretleri, İslama hizmet uğrunda tükettiği hayatının son anlarını, Kur'an-ı kerimi dinleyerek geçirmişler.
Karafe Kabristanındaki türbesi muhteşem kubbesiyle ayırt ediliyor. Ziyaret ettik, rûhlarına fatihalar okuduk, onları vesile ederek Cenâb-ı Hakk’dan niyazda bulunduk.
İmâm Şafii Camii ve Türbesinin girişinde 16 asır (h.10.asır) başlarında vefat eden, zamanında Mısır’ın en büyük müftüsü olan, şeyhulislam Zekeriya Ensarî (kuddise sirruh) kabri var. Onları da ziyaret edip, fatihalar okuduk.
Onlardan iki öğüt:
·                     “Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zira söz, yayından çıkan bir oka benzer, sizden yerinde olmayan bir söz çıkarsa, siz ona mahkûm, sözünüz size hâkim olur.”
·                     “Ey insan! Dilini tut ve ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir yılandır. Kabir, kendi dillerinin kurbanlarıyla doludur.”
Seyyidet Nefîse (Rahmetullahi teâlâ aleyha); meşhûr hanım evliyâlardan. Hazreti Ali efendimizin dördüncü kuşak torunlarından, 823 (h.208)’de vefât etmişler. Seyyidet Nefise hazretleri ümmî olmalarına rağmen çok hadîs-i şerîf öğrenmişler. İmâm-ı Şafiî ve başka âlimler, kendisini perde arkasından ziyâret eder ve sohbetlerinden istifâde ederlermiş. Nitekim İmâm-ı Şafiî hazretleri vefatlarından önce, Seyyidet Nefîse’nin cenâzesinde bulunmasını da vasıyyet ediyorlar. Seyyidet Nefîse çok zayıf olduğu için cenazeye gelemeyince, cenâzeyi Seyyidet Nefîse’nin bulunduğu yere götürüyorlar. Onlar da cemâatin en gerisinde durup, cenâze namazında imâma uyuyorlar...
İslâm âlimleri Seyyidet Nefîse hazretlerinin bütün mü’minler için bereket olduğunu bildiriyor. İmâm-ı Şarânî hazretleri, “Ehl-i beyt içinde tasarrufu (manen yetiştirmesi) en fazla olanı, Hazreti Nefîse’dir” buyuruyor.
Kabri Kahire’de en çok ziyaret edilen yerler arasında. Biz de türbelerini ve yakınındaki kabirleri ziyaret ederek, fatihâlar okuduk, sevabını mübârek rûhlarına bağışladık. Onları vesile ederek Allah-ü teâlâdan niyazda bulunduk. Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn…
Dünkü ziyaretlerimiz sırasında kale taraflarından baktığımızda birbirine çok yakın yapılmış iki cami görmüştük. Bunların Sultan Hasan Camiî ile Seyyid Ahmed Rufa’î Camileri olduğunu öğrendik. Oraya gittik.
Seyyid Ahmed Rufa’î (kuddise sirruh);  Evliyânın büyüklerinden. Peygamber efendimizin (sallalahü aleyhi ve sellem ) soyundan olup, seyyiddir. 1182(h.578) de vefat etmişler. Basra’da vefat ettiğini bildiren kaynaklar da vardır.  Adına yaptırılan bu camideki kabrin torunu Seyyid Alî hazretlerine ait olduğu da ifade edilmektedir. Seyyid Ahmed Rufâî hazretleri vefatı sırasında, daha dört yaşında bulunan bu torununa icâzet vermiş, kendisini müjdelemiş.
Seyyid Ahmed Rufa’î hazretlerinin kabri orada veya burada olması, O büyüklere niyetle okuyup, dua ettiğimiz için, adreste bir şaşma, istifade etmekte bir hataya yol açmaz. Seyyid Ahmed Rufa’î hazretleri çok yüksek velâyet sahibi “dörtler” diye bilinen kutuplardan biri. Fazileti ve menkıbeleri hakkında çok yazılar vardır. Bir tanesini nakledelim[2]:
“Ahmed Rufâî hazretleri hacca gitmişti. Hac dönüşü Medîne-i münevverede Resûl-i Ekremin (aleyhisselâm) mübârek türbesini ziyâreti esnasında şu meâldeki manzûmeyi söyledi:
‘Uzaktık, toprağını öpmek için efendim,
Kendim gelemez, vekîl rûhumu gönderirdim.
Şimdi seni ziyâret ni’meti oldu nasîb,
Ver mübârek elini, dudağım öpsün Habîb!’
Şiir bitince, Peygamberimizin (aleyhisselâm) kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rufâî de, son derece ta’zim ve hürmetle eli öptü. Orada bulunan herkes hayretle hâdiseyi gördü. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm ) mübârek ellerini öptükten sonra, Ravda-i Mutahharanın kapılarının eşiklerine yattı. Ağlayarak, oradaki cemâatin cümlesine, “Üzerime basarak geçiniz” diye yalvardı. Âlimler başka kapılardan çıkmağa mecbûr oldu. Diğer kimseler üzerine basarak kapıdan çıktılar. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir”.
Hikmetli sözlerinden:
İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sahibi değildir… Ey oğlum, sakın, çok sakın! İyi ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma”.
Seyyid Ahmed Rufa’î hazretleri evliyâya hürmeti anlatırken şöyle buyuruyorlar:
“Allahü teâlânın sevgili kulları olan evliyâyı vesile ederek, cenâb-ı Haktan birşeyler istenebilir. Onları vesile ederek bazı ihsânlara kavuşulursa, bu ihsânları evliyâdan bilmemek lâzımdır, ihsânı yapan Allahü teâlâdır. Çünkü veliler, kendiliklerinden birşey yapmazlar. Allahü teâlâ onları çok sevdiği için, onların duâ ve hatırı ile yaratır. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki; “Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, birşey için yemîn etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o şeyi yaratır…  Evliyânın rûhlarından yardım istenir. Çünkü Allahü teâlânın sevdiği kullarının rûhları, diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvetle ve izin ile dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyâdan yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya tapınmak, O’na inanmak, O’ndan istemek olur”.
Bizler de o büyüğümüzün bildirdiği üzere ziyaretimizi yaptık,  mübarek rûhlarına fatihalar okuduk, onları vesile ederek Cenâb-ı Hakk’dan niyazda bulunduk.
Kahire Hazreti Hüseyin Camiinde mukaddes emanetler var: Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) kılıçları, sakalı şerîfleri, asâlarından bir parça, sürme çubukları ve Hazreti Osman (radıyallahü teâlâ anh) efendimizin kûf”i yazılı Mushâf-ı Şerîfi bunlar arasında…
Evliyânın büyüklerinden İbrahim Gülşenî hazretlerinin kabrini sorduk. Hazreti Hüseyin Camiî yakınlarında olduğunu öğrenmiştik. Ama bilen, duyan kimseye rastlayamadık. Aslen Diyarbakır’lı olan İbrâhim Gülşenî(rahmetullahi aleyh), aydınlı Dede Ömer Rûşenî’den feyz almışlar. “Ma’nevî” adında kırkbin beyitlik mesnevî yazmışlar. Halvetî tarikatinin Gülşenî kolunu kurmuşlar. İnsanlara öyle tatlı, hoş, yumuşak davranırlarmış ki, dost-düşman herkes onu takdîr edermiş. Öyle ki nice gayr-i müslim İbrâhim Gülşenî’nin güzel ahlâkını, alçak gönüllülüğünü görüp seve seve müslüman olmuşlar.
Yavuz Sultan Selim Hân Mısır’ı fethettiğinde, İbrâhim Gülşenî hazretleri karşılamışlar hem sultan, hem pekçok yeniçeri ve sihâpiler sohbetiyle şereflenmişler. Bir ara Kanunî Sultan Süleyman Han’ın daveti ile İstanbul’a gelip, Atîk İbrâhim Paşa Câmii’nde va’z ve nasihat etmiş, devlet erkânından ve halktan pekçok kimse talebe olmakla şereflenmişler. İbrâhim Gülşenî hazretleri yıllar sonra Sultan Kanûnî’den izin alarak tekrar Mısır’a dönmüşler. Vefât tarihleri 1534 (h.940). Rûhlarına Fatiha okuyup, ayrıldık.
Vakit böyle zamanlarda bir hızlı geçiyor. Sultan Barkûk Medresesi, Sultan Kayıtbay Camiî, Sultan Müeyyed Camiî  (Züveyle Kapısı'nın yanındadır), Abdülvehhab Şa’rânî Camii ve Türbesi hızla ziyaret edebildiğimiz yerlerden.
Abdülvehhâb Şa’rânî hazretleri Mısır’da yetişen âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden. İmâm-ı Şa’rânî ve Kutb-i Şa’rânî lakabıyla anılıyor. 1565(h.973) yılında vefat etmişler. Zamanından günümüze âriflerin en meşhur imâmlarından ve eserleri ile insanlığa çok faydalı âlimlerden biri olduğu kitaplarda anlatılıyor. Çok eserleri var. Bunlardan en tanınmışı “Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı Mîzân-ül Kübrâ” dilimize çevrildi[3]. Tabakât-ül Kübrâ: Asr-ı Saâdetten h.10 asra kadar dörtyüzden fazla âlim ve velînin hayatını ve kıymetli sözlerini bildirmektedir[4].
“Mîzân-ül-Kübrâ”da diyor ki: “Din kardeşim, iyi düşün! Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya’nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imamlarımız (rahmetullahi teâlâ aleyhim) hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.
Şeyhülislâm Zekeriyyâ Ensârî (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Resûlullah(aleyhisselâm ), Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imamları (radıyallahü anh) kapalı olarak bildirilenleri açıklamasalardı, bunları hiçbirimiz anlayamazdık. Meselâ Peygamber efendimiz (aleyhisselâm), abdesti nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur’ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Namazların kaç rek’at oldukları ve orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve keyfiyetleri ve nisâb mikdârları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Ya’nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık”.
Cami-ül-Ezher ve Medresesi, şimdi Ezher Üniversitesi olarak hizmet veriyor. Vaktiyle burada çok büyük ilim adamları ders vermişler. Şimdilerde her tür dinî akımın, özellikle de mezhepsizlik fikirlerinin[5] yayıldığı bir merkeze dönüşmüş. Bin yıllık bu tarihî külliyeyi vakit darlığından yeteri kadar görüp, inceleyemedik.
***
Sonraki gün Kahire’nin 94 km  kuzeyinde, Nil Deltası'nda bulunan Tanta şehrine gittik. Orada evliyânın büyüklerinden Seyyid Ahmed Bedevî (kuddise sirruh) hazretlerinin türbesini ziyâret edeceğiz.
Seyyid Ahmed Bedevî hazretleri hem seyyid, hem şerîf. Fas’ta dünyaya gelmişler, 1276(h.675) yılında burada vefat etmişler. Âlimler Mısır’daki evliya arasında İmâm Şafiî’den sonra en üstün odur, diye bildiriyorlar. Yüzü daima örtülü olduğu için “Bedevî” lakabıyla anılıyor. Şafiî fıkhında derin âlim imişler. Manevî bir işaretle Tanta şehrine yerleşmişler. Evin damında gözlerini gökyüzüne çevirir öylece beklerlermiş.
Hak âşıkları her taraftan yanına koşarak, sohbeti ile şereflenmek için can atıyorlar. Zamanla herkes tarafından tanınıyor. Öyle ki büyük bilinen nice âlimler gelip kendisine talebe oluyolar. Sultan Baybars da bu talebeler arasında bulunuyor.
Tanta oldukça sakin bir şehir. Doğruca camiye gidip, türbelerini ziyâret ettik.
Okunmuş hatm-i şerîfler ve sûreler vardı, mübârek rûhlarına hediye ettik.
Öğle namazı vaktini okuyarak bekledik, cemaatle namazlarımızı kıldık. Bu camide dinlediğimiz Kur’ân-ı Kerîm tilâvetinin güzelliği unutamıyorum. Namazdan sonra camiin imâmı özel odada koruma altında olan Ahmed Bedevî hazretlerinin elbiselerini, kavuklarını, dokuz metreden fazla tutan 1000’lik tespihlerini, sakal taraklarını gösterdiler. O tesbihle teberrüken birkaç dane de biz çektik!
Menkıbeleri kitaplarda uzun anlatılmaktadır. Kıymetli sözlerinden teberrüken birkaçını nakladelim:
·                     “Tefekkür etmenin hakîkati, Allahü teâlânın yarattıkları hakkında düşünmek, fakat Allahü teâlânın zâtı hakkında düşünmemektir.
·                     İlmi olmayan kimsenin dünyâda da âhırette de hiçbir kıymeti yoktur. Hilmi (yumuşaklığı) olmayan kimseye, ilmi fayda vermez.
·                     Allahü teâlânın kullarına şefkat etmeyen kimseye, Allahü teâlâ katında şefaat yoktur.
·                     Sabırlı olmayan kimsenin, işlerinde selâmet yoktur”.
Bütün bu güzelliklerin, cezbeden rûhaniyetin yanında anlamakta zorluk çektiğimiz hallere de şahit olduk. Halk kutsal mekânlara saygılı değiller. Neler mi?
·                     Mushaf-ı şerîfler yerde, ayaklar arasında!
·                     Ayaklarını kıbleye uzatıp yatanlar, türbeler çevresinde tavaf eder gibi dönenler, bağırışıp çağırışanlar,
·                     O mübarek mekânlarda dolaşan elbisesi ve ayakları kirli insanlar  Her ziyaretten sonra çoraplarımızı değiştirmek ihtiyacını duyduk.
·                     Avret yerlerinin açılmaması için tedbirli ve duyarlı değiller! Mukaddes mahallerde bî-edep geziniyorlar!
Akşam vakti Kahire’ye döndük. Gemi ile iki saatlik bir Nil gezisi yaptık.
Ertesi gün Giza’da piramitleri gezdik. Firavun kibrini ve zulmünü anlamak için görmeye değer! Her biri tonlarca ağırlığı olan yontulmuş kayalar o günün şartlarında nasıl taşındı ve böyle üst üste kondu? Kaç bin insanın canına mal oldu?
Bunları düşündük…
Kahire Müzesinde bed mumyaları sergileniyordu, gördük!
Son gün tarihî El Halil Çarşısını gezdik. Oralarda meşhur olan anber ağacından bir tesbih almak istedik. Gözaçık satıcı, bize kehribar çıkardı. Anlaşamadık.
Papirüs atölyesine gittik. Papirüs bitkisinin kamışımsı uzun saplarını ince dilimlere ayırıyorlar, haddeden geçiriyorlar ve yassılaşmış şeritleri çapraz örüp, çeşitli ebadda kâğıt yapıyorlar. Kufî yazılı birkaç levha satınaldık.



[1] Menkıbelerle İslam Meşhurları Ansiklopedisi, Berekât Yayınevi, 3.cild, 2122-225.
Tezkiretü’l Evliyâ, Semerkand, s: 201-223
[2] Süleyman Kuku(A.Fârûk Meyân); Nâdir Risaleler, Alioğlu Yayınevi, 2014. s: 472-475
Kaynaklarda bazen Rufâî, bazen Rifâî yazıldığı görülmektedir. Bu güzel ismi kullanarak, İslâma uymayan inanış, söz ve hareketlerde bulunanları Seyyid Ahmed Rufa’î hazretlerinin yolu ile karıştırmamalıdır. MA.
[3] “A. Fârûk Meyân(Süleyman Kuku); Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı Mîzân-ül Kübrâ. 2. Cild bir arada, Berekât Yayınevi, İstanbul, 1980,  720 s.”
[4] Abdülkadir Akçiçek; Evliyalar Ansiklopedisi Tabakat'ül-Kübra (2 Kitap 4 Cilt), Bedir Yayınevi, 1615 s.
[5] Mezhepsizlik, Vehhabilik ve Dinde Reform akım ve telkinlerine karşı uyanık olmak bâbında şu kaynaklara bakılabilir:
1.        Dîni Modernizmin Üç Şövalyesi: Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Türkiye’deki takipçileri. Hasib es-Samarrai, Bedir, 1998, 292 s.
2.        İslam Dinini tehdid eden en korkunç Fitne: Mezhepsizlik. M. Said Ramazan el Bûtî, Sebat, 1976, 303 s.
3.        Dini Tâmir Dâvasında Din Tahripçileri. Ahmed Davudoğlu, Bedir, 1997, 383 s.
4.        Le Pacte de Nadjd. Hamadi Redissi, Seuil, Paris, 2007, 345 p.
5.        Mezhepsizlik ve Vehhabilik.  Allame M. Abdurrahman Silhetî, Berekat Yayınevi,  1978, 208 s.
6.        Selefiler ve Selefî Hareketi IŞİD Ne Kadar Sünnîdir? Hilmi Demir 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Özel Rapor, Ağustos 2014, 22 s.