HİNDİSTAN / DELHİ; 20 EKİM 1988


Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ve senâlar olsun. Aylardır heyecanını çektiğimiz, gün geldi. Bugün 0920 de İzmir’den hareketle İstanbul, Maskat üzerinden Delhi’ye varacağız. 26 Ekim’e kadar orada kalıp Delhi ve civarına, mümkünse Serhend’e gidip, büyüklerimizin kabirlerini, mescidlerini ziyaret edeceğiz. Sonra Bangkog üzerinden Cakarta’ya uçup UFI kongresine iştirak edeceğiz. 29 Ekim günü inşallah Cakarta- Cidde seferimiz olacak. Umre yapacağız, mübârek yerlere yüz süreceğiz. Ravda-i Mutahhara’da ibâdet, istiğfar edeceğiz Hocamıza, ebeveynlerimize, aile fertlerimize, akraba ve dostlarımıza, bütün mü’min kardeşlerimize selâmetimiz, ebedî saadetimiz için dualar edeceğiz, Cenâb-ı Hakk nasip ve müyesser eyleye…
Valizimi hazırladım. Yanıma Mevlânâ Hâlid Dîvânı’nı ve Câliyet-ül-ekdâr kitaplarını aldım.
Uçuş yolumuz İstanbul-Maskat görünüyor. Ama yolumuz İstanbul-Atina-Bahreyn-Maskat olarak son şeklini alıyor. Uzuyor!
Olsun.
Dîvân ile her yol çekilir, çekiliyor…
Mevlânâ Hâlid Dîvânı bunca senedir raflarımda bu günü beklemiş. O aşktan, duygudan bir demet. Abdullah Şah-ı Dehlevî hazretleri için bakın ne söylüyor:
“Güzellerin şahına benden gizli haber ver;
Bahar yağmurlarından yeniden canlandı yer.
Sevenleri dizilmiş onun yolunu gözler,
Güzeller hep toplanmış, mutribten gazel dinler[1]”.
Dîvân,  Dehlevî Sultanın şânını övüyor,
Onda Ravdâ-i Mutahharâ burcu burcu tütüyor.
Bahreyn semalarında gün batmış, bulutlar yanıyor,
Gönüller de…
Oku ağla,
Kokla ağla,
Duy ağla!
Uçakta kıble tayini yaptık. Maskat’da fazla zamanımız olmayacak. Akşam, yatsı ve vitir namazlarımızı uçakta kıldık.
Kıyafetlerinden yolcuların büyük çoğunluğunun Arap olduğunu anlıyoruz.
Ama kıyafetlerine bakıp da aldanmamalı. Beyaz entarilerin, örtülerin altında ayyaş bedenler saklı olabilir! Bahreynli bir gurup genç yol boyu viski içti, koltukları döşeyip oyun masası yaptılar.
Dört saattir Maskat Havaalanı yolcu salonunda beklemedeyiz. Uçağımız arızalı imiş. Oturduğumuz yerde uyumaya çalışıyoruz. Bu kadar Hintliyi bir arada ilk defa görüyorum. Yoksulluk çektikleri anlaşılıyor. Bu ince kemikli, zayıf, esmer insanlar ellerinde birer transistorlu radyo, ayaklarında terlikleriyle itaatkâr, iddiasız oturuyorlar. Salonda sessizlik hâkim, kimse saatlerdir niçin bekletildiğimiz sormuyor. Havayolu görevlilerinden biri gelip öte yana geçin diyor. Kalabalık sığırcık sürüsü gibi kanatlanıp az öteye konuyor. Göz çukurlarının derinliklerinde ezik bakışlar dolaşıyor. Aralarında renkli kavuklarıyla Sihler var. Saç sakal kesmezlermiş. Kavuklarının altına gizlerlermiş. Uçakla seyahat edenleri böyle ise, acep 900 milyonluk Hindistan nasıl? İnsan ister istemez merak ediyor.
İngilizlerin girdiği yerde ot bitmiyor...
Havaalanındaki bu bekleyiş, Hintlilerle tanışmaya ve alışmaya vesile oluyor.
Sabah namazımızı burada, inşallah öğle namazımızı da Delhi’de Şah Cihan Camiinde kılarız, diye dua ediyoruz.
Ama dokuz saattir Maskat havaalanındayız. Bir salona hapsedilmiş olarak, aynı sandalyede bekliyoruz. Uykusuzuz, üşümeye başladık, sabırsızlanıyoruz, tedirginiz. Ne açıklama yapan var, ne yemek veren. Çay ikramı dahi yok. Eskiden mübarek yollara düşenlerin kervanlarını çevirir, mallarını alırlarmış. Şimdi böyle yol kesiyorlar demek.
Büyüklere kavuşmak ne kadar kıymetli ise, yolları da o kadar zahmetli imiş.
Resûl kardeşim bir bekledi, iki sabretti ve harekete geçti. Hintliler Resûl’ün liderliğinde soluklanıp, ayaklandılar. Yemekler, çaylar geldi, üç saatliğine de olsa bir otele gönderme sözü vermişler. Kızgın güneş altında 30 km kadar götürüldük. Ruwi Otel’in 913 numaralı odasındayız. Penceresinden yüksekçe kayalıkları görüyoruz. Duş alır, bir saat kestirirsek kendimize geliriz. Planımız bu. Fakat o da nesi? Danışmadan telefonla 20 dakika sonra hazır olmamızı, havaalanına döneceğimizi söylediler!
Ciddiyetsizliğin, saygısızlığın, terbiyesizliğin böylesi…
Çöl güneşinde kavrulmuş, sıcaklığını olduğu gibi içeri veren, alelusul bir otobüsle geri döndük. Geniş ana yol boyunca tek katlı yeni yapılar, on kadar vezâret binası gördük. Binaların hemen ardında çöl dağları uzanıyor.
Vâki’ olanda hayır vardır…
Umman;  kendi adıyla anılan denizin kenarında, küçük bir petrol devleti.  1750’lerden sonra İngilizler buradan geçmişler ve çok sevmişler. Başlarına bir “emir” oturtup, bugünkü düzeni eline vermişler!
Bizim gönlümüzde Umman, ‘sevgi ve hakîkat’ anlamını çağrıştırıyor.
“Bu aşk bir bahr-i umman'dır,
Buna hadd-ü kenar olmaz”

21 Ekim gece yarısı Delhi’ye geldik. 15 saat tehir olmasına rağmen bizi karşıladılar. Eskiden İzmir Fuarında Hindistan Pavyonu müdürlüğü yapmış olan Müslüman dostumuz Safdar Huseyn Khan bizi karşıladı. Gümrükte oyalanmadık. Bir araba ve mihmandar da getirmiş. Eşyalarımızı yükleyip ağaçlı geniş caddelerden geçerek Jukaso Inn adlı otele vardık. Sunder Nagara’da… Bizim Basmahane otelleri gibi, basit bir otel.
DELHİ, 22 EKİM
Sabah namazımızı kılıp, Yasîn-i Şerîf okuduk. Mihmandarımız 1100 de gelecek. O vakte kadar şehrin manevî sahiplerinin huzurlarına varmak istiyoruz. Delhi’ye gelmeden burası hakkında yazılar okumuş, öğrenmiştik. Önce Seyyid Abdullah-ı Dehlevî (kuddise sirruh) ve mübarek hocaları Seyyid Mazhar-ı Cânân hazretlerinin kabirlerini ziyaret etmek istiyoruz. Şah Cihân Camisi yakınında imiş. Türbeyi tanıyan bulunmadığı için, bir taksi tutup herkesin bildiği Şah Cihân Camiine (Cuma Mescidi) gittik. Kalabalık ve bakımsız, pazaryerini andıran mahalde yüksekçe bir zemine oturtulmuş, ihtişamlı minareleri, lâl taştan kubbe ve duvarlarıyla Şah Cihân Camiine vardık. İki rekât tehiyyetü’l- mescid kılıp, camiyi gezdik. Kıble duvarı kubbeler altında, yanları açık. Çok sanatkârane işlenmiş mermer minberi var. Kemerlerin bittiği yerden itibaren son cemaat yeri başlıyor. 20-30 bin kişinin namaz kılabileceği çok büyük bir avlu. Mihmandarımız gezdirirken avlunun kuzey köşesinde küçük beyaz bir müze gördük. Orada Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mübarek kadem-i şerîflerinin izi, Hazreti Ali ve Hz. Hasan (radıyallahü anhüm) efendilerimizin olduğu söylenen el yazması Mushaf-ı Şerîfleri ziyaret ettik, öptük. Bunları vaktiyle Timur Hân (rahmetullahi aleyh) getirmiş.  Camiin avlusunda gezinirken bir şahinin bir serçeyi zemin taşlarını sıyırırcasına kovaladığını görmüştüm. Mevlâna Hâlid Divânındaki mısrâları hatırladım:
“Doğana benzeyen nefsin korkusundan, serçe gibi, sana geldim,
Lütfunla bu serçeyi, doğan kuşu yaparsan eğer, nefsimi yakalar önüne korum[2]”.
Şah Cihan Camiine getiren taksiciye bizi beklemesini söylemiştik. Rehberimiz bizi oradan Çitli Kabir (veya Türkmen Kapı) semtine götürdü. Sonra 10 dakika kadar yürüdük. Sokaklar tam bir ibret levhası; sadece avret yerini bir bez parçasıyla sarmış, yarı çıplak, sırtında bir örtü ile dolaşan, yalınayak, zayıf, esmer, yavaş hareketli binlerce insan… Yol kenarında ocak yakıp yemek, balık pişirenler, başı üstünde eşya taşıyanlar, bisikletliler, atla öküzle bizonla çekilen arabalar, insanların çektiği arabalar… Hepsi yan yanalar.
Dolambaçlı birkaç sokağı geçtikten sonra, yüksekçe ve sıkışık yapılmış evler arasından türbeye vardık. Avluda birkaç kişi tamirat yapıyordu. Çalışanlara selâm verdik, fotoğraflarından hatırladığımız Zeyd Farukî efendi oradaydı. Yaklaşıp, Türkiye’den geldiğimizi ve Hocamız H. Hilmi efendilerin isimlerini söyledik. Sevindi, gülümsedi ve bizi çalışma odasına aldı. Pencereden ışık alan, loş, sâde bir salon. Yerde bir hasır, kilim ve ince bir şilte var. Geniş sayfalı kalınca bir defter açılmış, yanı başında bir hokka, bir divit duruyor. Duvarda kitapların konulduğu bir oyma, açık defterin yanındaki sehpa üzerinde iki düzine kadar kitap dizili. Farukî Ceddleri(rahmetullahi aleyhim ecmaîn) ve şecereleri hakkında bir risale hazırlıyorlarmış…
Torunları A. Nasar Enes Farukî ile tanıştık. 17 yaşında, güleç, pırıl pırıl bir delikanlı. Çeyrek saat kadar oturduk. Resûl kardeşim, dağarcığındaki tüm dilleri kullanarak meramımızı anlatmakta zorlanmıyor.  İstanbul’dan sordular. Hocamız H. Hilmi Efendilerden çok saygıyla bahsettiler. 1970’li yıllarda Enver Ağabey ile buraya teşriflerinde bizim oturduğumuz yerde oturduklarını söylediler. Hocamız(rahimehullah) için “Zamanımızın sahibi, bir tanesi” anlamına ifade kullandılar…
Müsaadelerini isteyip, ellerini öperek hemen avludaki türbeye girdik.
Türbe içinde dört kabir bulunuyor:
Sağ başta Silsile-î Âliye’nin  27. Halkası Seyyid Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (ö.1195/1781), yanında büyükler silsilesinin 28. Halkası Seyyid Abdullah-ı Dehlevî (ö.1240/1824),  Onların solunda Ebû Said Farukî (ö. 1250/ 1834) ve sol başta da torunları ve az önce tanıştığımız Zeyd Efendilerin babası Ebu’l-Hayr Fârukî (ö.1341/1925)  hazretlerinin kabirleri var[3].
O büyükleri anlatmak bu âcizin haddi değildir. Geniş ve doğru bilgi edinmek ve istifade etmek isteyenler, bölüm sonundaki kaynaklara müracaat edebilirler. Bereketlenmek amacıyla onlardan birer paragraf sunalım:
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri talebelerine nasihatlerinde şöyle buyururlar: “Kendi hâlinizi Kitap(Kur’ân-ı Kerîm) ve sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer hâliniz, Kitap ve sünnete yani dinin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun değil ise reddedilecektir. Ehl-i sünnet ve cemâat itikadı üzere olmak lâzımdır”.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Mekâtib-i Şerîfe, 90. Mektup sonlarında, Hâce Abdülhâlık Gocdevânî(radıyallahü anh)den  “vazgeçilmez öğütler” naklederler.  Özetle: “… Câhil sofulardan uzak durasın, namazları cemaatle kılasın. Sakın şöhret talebinde bulunma, şöhret afettir. Mevki ve makam isteme, hep isimsiz ol. Az konuş, az ye, az uyu. Çok gülme, dışını çok süsleme, kimseden bir şey isteme…”
Ebû Said Farukî Hazretleri buyuruyorlar ki: “Allahü Teâlâ’nın sonsuz ihsânı, kullarından birine eriştiği zaman, o kulunu kendi dostlarından birinin hizmetine ulaştırır… O da talebelerine Ehl-i sünnet îtikâdına göre inanmayı, sünnet-i seniyyeye uymayı, bidatlerden sakınmayı emreder…”
Ebu’l-Hayr Fârukî hazretleri sohbetlerinde şöyle buyururlardı: “Din bilgilerini öğreniniz. Geliş gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda, kısaca her vakit, kalbinizi Allahü Teâlâ’yı anmak ve hatırlamakla meşgul ediniz… Gıybetten ve yalan söylemekten çok sakınınız… Her gün belli vakitte Kur’ân-ı Kerîm okuyunuz. İyilerin yolu budur...”
Bu türbede yan yana yatan mübârek zâtlar birbirleriyle hoca/talebe, mürşîd/mürîd ilişkileri içinde olmuşlar. Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn. Ayakuçlarında oturup, rûhlarına Fatihalar okuduk. Bil-vesile duâ ve istiğfar ettik. Yüce Rabbimiz onları, önceki büyüklerimizi ve yolundakileri sevmek, onlardan istifade etmek ve mahşerde de şefaatlerine kavuşmak nasip eylesin. Âmin.
Gönül oradan, onlardan hiç ayrılmak istemiyor,
İşte buldun, neden dönüp gidiyorsun? Diyor!
Avluda birkaç adım yürüyüp Zeyd Efendiler ve torunlarıyla fotoğraflar çektik. Mescidin yan duvarındaki korkuluksuz, yüksekçe basamaklardan minaresine çıkıp, birkaç nefes, ciğerlerimize çektik. Tekrar gelmek niyetiyle vedalaştık…
Aynı dar ve dolambaçlı sokaklardan dönerken, gözümüz, aş pişiren bir dükkânın önünde, sırayla çömelmiş, sessizce bekleşen 15-20 kişiye takıldı. Onlara yemek ısmarladık. 35 rupis ödedik, üç dolar bile tutmuyor! Duvar dibinde yemeğini yiyen fakirlerden birinin, ingilizce “sizi hatırlayacağız” dediğini işittik. Onları fotoğraflamak değil, yüzlerine bakmaya utandık. Yol boyu 30’ar, 40’ar kişinin önünde bekleştiği lokmacılar ve lokantamsı yerlerin önünden geçtik. İnsanlar ölmeyecek kadar bir şeyler bulup, ayakta durmaya çalışıyor. Çevre ve gıda sağlığı henüz buraların gündemine gelmemiş. Yol boyu aynı hüzün levhalarını görerek geri döndük.
Saat 1100 sularında mihmandarımız arabaya geldi. Resmî ziyâretlerimize başladık. Önce Delhi Fuar İdaresine gittik, yetkilileriyle görüştük. Ardından fuar alanını biraz araba ile biraz da yürüyerek dolaştık. Tarihî-mimarî çizgilerini sürdürme gayreti içinde oldukları anlaşılıyor. Ama yapılar çok iptidaî ve hantal. Sanatla yapılmış olanına rastlamadık. Gözümüz, buraya has tarih ve kültür unsurları arıyor.
Delhi; düzlük bir arazide, bizim İzmir Kültür Parkın binlerce defa büyütülmüş şeklini düşündürüyor. Büyüklü küçüklü binalar, geniş yapraklı ağaçların arasına serpiştirilmiş.  Alışık olmadığımız bir kuş senfonisi var burada. Kıvrık gagalı iri kuşlar, akbabalar eski binaların, türbelerin yüksek uçlarına konmuşlar.
Öğle namazımızı Nizâmüddîn Evliyâ Dergâhına bitişik bir binada kıldık. Orada öğrendiğimize göre bu yer “Tebliğ Cemaati”nin merkezi imiş. Yüzlerce insan dünyanın dört bir yanından gelip, burada yiyor, içiyor, yatıyor, ibadet ediyor ve gidiyorlar. Geçen yıl Bağdad ziyaretimizde bunlardan Pakistanlı bir grupla karşılaşmıştık.  Hepsinin özelliği; cana yakın tavır sergilemeleri. Gülümsüyorlar, lisan bilenleri hemen ileri çıkıp ilgi gösteriyorlar, ikram etmeye çalışıyorlar ve soru yağmuruna tutuyorlar. Aralarına almak istiyorlar. Ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar, inançları nasıl, sapık fikirleri var mı? Bilmiyoruz. Esasen onlardan bir şeyler öğrenmeye niyetimiz de, ihtiyacımız da yok. Onlardan sıyrılıp, Müslümanların işlettiği yakındaki bir lokantaya girdik. Türkistan, Afganistan yemekleri, av etleri vardı. Acılı, ama lezzetliydiler…
Resmî programız çerçevesinde Hindistan’ın yakın tarihinde önemli isimler olan M.Gandhi, J. Nehru, İndira Gandhi, R. Gandhi’yi anlatan fotoğraf ve eşya sergisini gezdik. Her karede ve olayda “İngiliz parmağı”nı görmek mümkün. Zavallı insanların hayat damarlarını kesmişler…
Mihmandarımızla ertesi günün programını konuşup, ayrıldık. Doğruca Delhi’nin en çok ziyaret edilen yerleri arasında bulunan Mahbûb-i İlâhî (Allah’ın Sevgilisi) lakaplı Seyyid Nizâmüddîn Evliyâ türbesine gittik. Türbedarlık hizmetlerini yürüten Aziz ve Husrev(Nizamî) kardeşlerle tanıştık. Rehberlik ettiler, ziyaretlerimizi yaptık. Verdikleri kıymetli bilgileri dinledik. 12 İmâm soyundan geliyorlar. Rahmetullahi teâlâ aleyh. Nizâmüddîn Evliyâ (ö: 725/1325) Ferideddîn Genc-i Şeker hazretlerinin sohbetinde yetişmişler. Çok talebe yetiştirmişler. Hüsrev Dehlevî kabri de aynı türbede bulunmaktadır. Rahmetullahi aleyhim ecmaîn.
Burada daha çok görülecek şeyler var. Ama aklımız Seyyid Nûr Bedâyûnî (Bedevanî) hazretlerinde. Buralara yakın bir yerlerde olduğunu öğrenmiştik. Orayı ziyaret etmek istediğimizi söyleyince kırmadılar, akşam karanlığına rağmen bizi oraya götürdüler. Arabayla bir süre gittik, sonra yol kenarında indik. Nizamî kardeşler ellerinde fenerle biri önümüzden, diğeri ardımızdan birerli kolda yürüdük. İnişli çıkışlı, patikamsı bir yoldan on dakika gittik. Çevreden nâhoş kokular geliyordu. Fener ışığında bir bahçe duvarından üç basamak inerek ağaç altında yan yana üç kabrin bulunduğu yere vardık. Silsile-î Aliyye meşâyıhının 26.sı Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin sâde kabirlerinin ayakucundayız…
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî(ö. 1135/1722) hazretleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, mürşîd-i kâmil Seyfeddîn Farukî hazretlerinin sohbetlerinde yetişmiş. İlk gün ziyaret ettiğimiz Seyyid Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin ise hocaları. Daha sayısız kimseler kendilerinden faydalanmışlar, feyiz ve bereketlere kavuşmuşlar. Allah-ü teâlâ sırrının kutsiyetini artırsın.
Karanlık tamamen çöktü, etrafta ürkütücü bir sessizlik hâkim. Ziyarete doyamadık.
Resûl ağabey, o karanlıkta teberrüken alacak bir şeyler arıyordu. Seslendim: “Ağabey, taşla toprakla uğraşıp durma, gidilecek başka yerimiz var” dedim.
Yol kenarında bizi bekleyen arabamıza binip, yarım saatten biraz fazla yol aldık.
Dar, kalabalık yollardan geçtik. Gördüğümüz her şey fakirlik ve yokluk hatırlatıyordu. Delhi kenar semtlerinden Kutabrol’dayız. Muhammed Bâkî Billâh hazretlerinin semti. Bağdad’da şeyh Marûf-u Kerhî(kaddesallahü sırrahül azîz) türbesine giderken gördüğümüzü hatırladık: Bir kabristandan geçiliyor. Selam verdik, yokuşça bir yoldan çıkıp, camie vardık. Yatsı namazı kılınıyordu. Hemen cemaate dâhil olduk. Tadil-i erkân ile ve çok yavaş kılınıyordu. Namazdan sonra mescidin yakınında bulunan Hâce Muhammed Bâkî Billâh (kaddesallahü sırrahül azîz)  kabrini ziyaret ettik. Fatihalar okuduk. Silsile-i Âliye meşâyıhının 22.si ve İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî (kaddesallahü sırrahül azîz) hazretlerinin hocaları. 40 yıl yaşamışlar, hicrî 1012(1603) senesinde vefat etmişler. Sâdece üç yıl irşad makamında kalmalarına rağmen, nice insanlar onların şerefli sofrasından nasiplerini almışlar. Burada daha çok kalmak, havasını teneffüs etmek istiyoruz. Ama vaktimiz dar. Başımızda bekleyenler var! Sanki “gidelim artık” diyorlar…
Buraları gündüz gözüyle görmeğe ve yalnız gelmeğe niyet ettik. Otelimize döndüğümüzde gece olmuştu. Yarın Agra’ya gideceğiz, Tac Mahal’i göreceğiz inşallah.

23 Ekim, Agra
Sabah erken kalkıp hazırlandık. Mihmandarımız İnayetullah Bey çocuğuyla birlikte geldi. Küçücük arabaya sıkıştık, Agra yoluna düştük. Geçerken Nizameddîn Evliya ve Hân-ı Hânân türbelerini gördük. Yol düz, her taraf ağaçlık. Delhi-Agra 200 km. Ama burada her araba her istediği yere gidemiyor. Eyaletler arasında ancak hususî izne sahip olanlar seyredebiliyor. Otomobilimizin arkasında “izin” yazısı var. Delhi sınırında durduk. Polisler, eski bir otobüs karoserinin altına dört kazık atmışlar, kontrol noktası olarak kullanıyorlar. Onay verdiler ve Uttar Pradeş Eyaletine, Agra’ya doğru ilerliyoruz. Bütün otomobil ve kamyonların arkasında “horn please” yazılı. “lütfen korna çalınız!” diyorlar. Klaksonsuz saniye yok gibi. Direksiyon sağda. Bu da İngilizlerden kalma!
100 km gidince bir mola verdik. Arabanın kadranındaki son rakam 70. Biz ancak 40-50 km hız yapabiliyoruz. Dolayısıyla 100 km uzun ve yorucu oluyor.
Mola yerinde çay içerken, kobra ve boğa yılanları oynatan, ayıyla dans eden Hintliler gördük. Fotoğraf çektik. Para istediler, ödedik. Nedenini sorduk. Bunlar “Özel sektör” işi dediler!
Yol boyunca ottan, kamıştan yapılmış, basık siloları andıran ev kümeleri gördük, Hindu köyleri imiş. Bol miktarda inek başıboş dolaşıyor. Bir domuzun kaldırım boyunca koşturduğunu, birkaç maymun ve şempanzenin kovalamaca oynayarak önümüzden geçtiğini görüyoruz. Yarı çıplak birçok Hintlinin, tepeleri üzerinde örme sepetlerle birer ikişer kürek toprak taşıdığını gördük. Yol yapımı ve banket tamiratı yapıyorlarmış. Burada altyapı teknolojisi bu!
Agra çok tanınmış bir şehir. Güney yolunun en önemli hattı olan bu yolun kalitesizliği bizi şaşırttı. İlgimizi çeken bir başka görüntü daha; inekler orta kaldırımı keşfetmişler, yayılıyorlar, yatıyorlar. Trafikte, kavşaklarda istedikleri yöne dümdüz gidiyorlar.
Bâbur Şah’tan sonra sırayla Humayun, Ekber, Cihangir ve Şah Cihan buralara hükmetmişler. Agra’ya varırken Ekber Şah’ın türbesini gördük. Hani şu her dinden bir parça alıp, paçal bir din inşa etmek(!) isteyen, tebaasına, özellikle de müslümanlara zulmü ile meşhur hükümdar. Geniş ve süslü bahçesinde koşuşan, kaçışan maymunlar, sincaplar. Zulmet bastı, o türbeye girmedik.
Tac Mahal Hindistan’ın simgesi. Dünyanın yedi harikasından biri. Şah Cihan(ö.1666) tarafından çok sevdiği hanımı Mümtaz Mahal için yaptırmış. Osmanlı mimarlarından İsmail Efendi tarafından tasarımı yapılmış ve çok ülkeden seçme ustalarla inşa edilmiş. Yabancıların çokluğu buraya ilginin derecesini anlatıyor. Dünyanın en kaliteli beyaz mermerlerinden kullanılmış. Yamuna Nehri kenarında, yüzük taşı gibi duruyor. Çok geniş bir arazi üzerinde, mükemmel bir bahçe mimarisi örneği gördük. Girişten ta Tac Mahal’e kadar uzanan dikdörtgen bir havuz. Havuz boyu dizilmiş fıskiyeler, narin serviler, “hoş geldiniz” der gibiler. Arkasında genişlik hissini destekleyen çim düzlükler, seçme dekoratif top ağaçlar. Sağ ve solunda lâl renkli saray ve 200 kişinin namaz kılabileceği mescid var. Bütün yapılar, mesafeler, geometrik şekiller, orantılar tam bir tasarımı yansıtıyor. Giriş katına geniş mermer merdivenlerden çıkılıyor. Büyük kapının çevresi beyaz mermer üzerine siyah mermerden kakma tekniğiyle Kur’ân ayetleri yazılmış. Dürbünle baktık, 350 yıllık binanın mermerlerinde, birleşme noktalarında en ufak bir kayma veya bozulma görmedik.
Mezarlar türbenin alt kısmında bulunuyor. Merdivenlerine kadar taşmış, her ülkeden kalabalık sebebiyle inmedik. Hava oldukça sıcaktı. Hem dinlenmek, hem de yemek için bir lokantaya gittik. Agra içinde kısa da olsa bir gezinti yapıp mermer-sedef işçilerini, süslemecileri gördük. Mehtapta Tac Mahal’in kubbesi, minareleri, kakma yazılı büyük kapısı ay ışığında pırıl pırıl parlar, önündeki havuzda yansırmış. Mehtap vaktini beklersek eğer! Bizim o imkânımız yok. Dönüş yolunda lâmba, ışık, yardım, ne de emniyet var. Geceye kalmamalıyız. Akşamın loşluğunda esintisiz, engebesiz yollara nahoş bir duman çökmüş. Mihmandarımız yol boyu köylerde yakılan şeker kamışı saplarından kaynaklandığını söyledi.
24 Ekim, Delhi
Sabah duş alıp, namazdan sonra çıkıyoruz. Evvelsi gün akşam karanlığında tam göremediğimiz, doyamadığımız büyüklerimiz; Seyyid Nûr Bedâyûnî ve Hâce Muhammed Bâkî Billâh (kaddesallahü sırrehümül azîz) hazretlerinin kabirlerini gün ışığında tekrar ziyaret etmek istiyoruz. Mihmandarımız saat 1000 da gelecek. O zamana kadar otelimize dönmeliyiz.
Buralarda ziyaret yerlerini her taksici bilmiyor. En iyisi Nizâmeddîn Evliya Türbesi civarındaki taksicileri bulmak. Onlar alışık, istediğimiz adresleri bilebilirler. Nitekim arabasında uyurken bulduğumuz tek taksici hemen kıyafetini değiştirdi. Güneşin ilk ışıkları ağaçlar arasından süzülürken sokaklardaydık. Gördüklerimize, ansızın yakalanmış sefalet tabloları diyesim geliyor; kaldırımlarda yatanlar, uyanmaya çalışanlar, duvar diplerine çömelmiş hareketsiz duranlar. Bir bez parçasına sarınmış çevreye bakanlar, plastik leğende açıkta yıkananlar…
Kutabrol semtindeyiz. Önce Muhammed Bâkî Billâh (Allah-ü teâlâ sırrını yüceltsin) hazretlerinin mescidinde iki rekât namaz kıldık ve Yâsîn-i Şerîf okuduk. İstiğfar ve o büyükleri vesîle ederek dualar ettik. Talebelerine-İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine - bizi göndermesini istedik. Hocamız, dostlarımız, hane halkımız, mesai arkadaşlarımız ve bütün mü’min kardeşlerimiz için dualar ettik. Mübârek annelerinin yakındaki kabrini ziyaret ettik. Çoğu talebelerine ait çevredeki kabirlerde yatanların ruhlarına Fatihalar okuduk. Fotoğraflar çekip, kabristana hizmet edenlere birkaç rupis yardım ettik. Hasreti içimizde kaldı, yetmedi. Ama vaktimiz bu kadar. Vedâ edip, bizi bekleyen şoförümüzü bulduk ve Seyyid Nûr Mahammed Bedâyûnî hazretlerine doğru hareket ettik. Evvelki akşam fener ışığında geçtiğimiz yerleri bu defa görerek yürüdük. Kirli bir çayın şırıltısına kuş seslerinin karıştığı hafif engebeli sırt boyunca yürüyerek, kabirlerin olduğu bahçeye vardık. Ağaçlar altındaki üç kabirden Seyyid Nûr Mahammed Bedâyûnî hazretlerinin kabrini karşımıza alarak, ayakucunda oturduk. Bahçe duvarının kıble tarafında namaz kılmak için toprak düzeltilmiş, önüne sütre çekilmişti.
İstiğfar, duâ, duâ ve istemediğimiz elveda…
Resûl ağabey’in sesini işittim: “Muhsin” diyordu, “gel de şuraya bak, alır mısın, almaz mısın?” Baktım, karıncalar kabrin üstüne taze topraktan küçük bir öbek hazırlamışlar. Aldık tabii, teberrüken, yüzümüze gözümüze de sürerek!
Ayrılırken çayın sığ yatağında mandalar yayılıyor, bir gurup Hintli delikanlı oynayıp, zıplıyordu…
***
Resmî program çerçevesinde Hindistan Fuar İdaresinin verdiği yemeğe gittik. Büyükelçimiz elinde piposu, o insanları küçümser bir havayla sırıtıyordu.
Öğleden sonra Lâl Kale’yi gezdik. Kırmızı taştan örüldüğü için böyle anılıyor. Sarayı, mescidi, Divân-ı Âmm’ı, Dîvân-ı Hass’ı, suyolları, havuzları, nadide ağaçlı bahçesiyle, yüzük taşı kubbesiyle muhteşem bir külliye. Beyaz mermer üzerine yakut, zümrüt, firuze, akik kakma desenler, şiir gibi işlemeler.
Taşına tamah edilip, kırılmış, yontulmuş direkler, kemerler. Çekiçlenmiş mermerler, yakutları sökülmüş levhalar…
Belli, buralardan İngilizler geçmişler!
İbretle seyrettik.
Zavallı insanların alın terini, kanını, mümbit topraklarını sömürüp yaptıkları Buckingham sarayı ile övünüyorlar. Çaldıklarını Londra’nın müzayede salonlarında kaç bin pounda satıyorlar. Yaptıklarıyla, yansıttıklarıyla merd-i kıptîler gibi şecâat arz ediyorlar…
Lâl Kale çıkışında akik tespihler satılıyordu. On yıllık arzumdu, aldık.
1700 sularında Hümayun Şah türbesini gezdik. Yorgunluk bastı. Lâl taştan kanepeye oturup, günlük notlarımı yazdım. Uzakta, top ağaçlıklar arasında Hân-ı Hânân lâkabıyla meşhur Abdurrahîm Hân Türbesinin silueti seçiliyor. Dört Sultana vezirlik yapmış bu devlet adamına İmâm-ı Rabbânî Hazretleri mektuplar[4] yazmışlar, İslâma ve müslümanlara yardım etmesi, yüce dinimizin bid’atlerden arındırılması için teşvik etmişlerdir. Akşam olmadan oraya gitmeliyiz. Gün batarken bir lâhza orada olmak, bir kare fotoğraf almak istiyoruz. Yol üzerinde arabadan inip, bahçeyi aceleyle geçtik. Eskiden satış yerleri olan çepeçevre taş hücrelerle kuşatılmış türbenin merdivenlerinden geniş bir terasa çıktık. Mihmandarımız yarasalardan kendimizi korumamız konusunda bizi ikaz etti. İçeri girmedik. Terasta Resûl Bey imam oldu, cemaatle akşamı kıldık, dua ettik.
Sabah ışıklarıyla beraber İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hocaları Muhammed Bâkî Billâh hazretlerinin manevî huzurlarında idik. Şimdi gün batımında talebelerinin türbesindeyiz. Yüce Rabbimiz onlara rahmet, bizlere de şefaatçi eylesin. Ayrılmak istemediğimiz bir ferahlık, ılık bir esinti var. Aşağıda da bir kanepeye oturmuş sohbet eden birkaç ihtiyar.
***
Günlerdir gidiyoruz, geliyoruz, bir programın içindeyiz. Zihnimizdeki tek soru: Acaba Serhend şehrine gidebilecek miyiz? Silsile-i Âliye’nin 23,24,25. Halkaları: İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farukî ve Muhammed Ma’sum Farukî ve Seyfeddîn Fârukî (kaddesallahü sırrahümül azîz) hazretlerinin kabirlerini ziyâret edebilecek miyiz? Onlar 300 km yakınımızda, kavuşabilecek miyiz? Eşiklerine yüz sürebilecek miyiz?
Pasaportumuzda “tahditli bölgelere giremez” yazıyor.
Bütün kapıları çaldık, müracaatlarımızı yaptık. Resmî zevattan aynı açıklamayı duyuyoruz. “Pencap Eyaletine giriş çıkış yasak!”. Sihler ayaklanmışlar. Muhtariyet istiyorlarmış. Sih olmayan herkesi öldürüyorlarmış. “Can emniyetinizi sağlayamayız!” diyorlar. Gazetelere yansıyan haberlere göre her gün 15-20 kişi öldürülüyor. Mihmandarımız korkuyor ve gidemeyeceğini söylüyor.
Yâ nasip!
Hem gidiyor hem düşünüyoruz. İçin için…
Ve korktuğumuza uğradık!
Pencap Eyaletine vize alamadık. Serhend’e gidemeyeceğiz. Müslim, gayr-i müslim bütün mercileri zorladık, ama olmadı. Hint hükümeti Pencap’ta olup biteni kimseye göstermek istemiyor ve asla izin vermiyormuş. Elden ne gelir?
Özlemini çek, gel, yaklaş, eşiğine var. Ama o eyalete giremeden, en görülmesi gereken yerleri göremeden dön…
Mektubat’ta çokça geçen bir beyt:
“Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba?
Korkunç dağlar, tehlikeler var arada…”
Evet, sevgiliye kavuşmak kolay değilmiş…
Akşam otelimize döndük. Bir Hind düğünü vardı. Odamızın penceresinden seyrettik; Çiçek, çiçek, çiçek ve hind müziği. Sıralarda çeşit çeşit yemekler. Alınlarda ben, aşırıya kaçmış takılar…
Yollarda gördüğümüz sefalet tablolarından sonra, şu düğünde yüzlerce fakire bir yıllık yetecek gıda israf edildi, diye düşündük.
Geç saat olmuştu. Hüsrev ve Aziz kardeşler çıkageldiler. Davetleri için mazeret bildirip, özür dilemiştik. Merak etmişler. Mutlaka yemeğe bekliyoruz dediler. Gittik. Önce Nizameddîn Evliya (kuddise sirruh) türbesini ziyaret ettik, yatsı namazlarımızı kıldık. Nizameddîn Evliya Dergâhını bu ikinci ziyaretimiz. Yine yadırgadığımız manzaralar gördük. Ziyâret rutin hareketlere dönüştürülmüş. Bazı eşyalara el sürüp, bazı ritüeller yapılınca iş bitmiş sayılıyor. Kalıbınız orada olsa da kalbiniz orada değil. Türbe avlusunda yere oturmuş veya çömelmiş insanlar vardı. Körüklü, nefesli veya tef gibi aletler eşliğinde yanık sesle ilâhiler söylüyorlardı. Büyükler dergâhını bid’ate ve harama boğmuşlar. Tıpkı bizim Konya Mevlâna Türbesinde olduğu gibi. Bunlara takılmayalım desek de ortam kasvetli. Göze ve kulağa hitap edilince, gönül penceresi açılmıyor. Çıkışta Nizamî kardeşlerin evlerine gittik. Acılı-baharatlı Hind ve Buhara yemekleri yedik. Anadolu’nun çoğu yerinde olduğu gibi, kadın ve erkekler ayrı yerlerdeydi, rahat ettik. Otelimize döndük.
25 Ekim 1988
Sabah namazdan sonra Mevlâna Hâlid Divânından bir miktar okuduk, tekrar uyuduk. Hesabımıza göre, bugün Serhend’e gidecektik. Nasipte yokmuş!
Gidemesek de o büyüklerimizden kısaca söz ederek, yazılarımızı kıymetlendirmek,  bereketlenmek istiyoruz.
İMÂM-I RABBÂNÎ (rahmetullahi teâlâ aleyh)
İslam âleminde yetişmiş en büyük âlim ve velîlerden. İnsanlığın güneşi, müceddîd-i elf-i sânî (dinin yenileyicisi, asr-ı saâdetteki hâline getiricisi). Önceki tarîkatların hepsini kendinde toplamış ve neşretmişler. Onlara çıkmayan, onlara uğramayan yol kesiktir. Yol değildir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, onları ve eserlerini en iyi tanıyan ve sevenlerden ve onların yolunda gidenlerden dinlemek ve öğrenmek lâzım. Bendeniz bu konuda iki muhterem zâtı tanıdım. Birincisi 2001 yılında rahmet-i Rahmân’a kavuşmuş bulunan Hocam Hüseyn Hilmi Işık (rahimehullah),  ikincisi de onların talebesi, muhterem insan Süleyman Kuku (A. Fârûk Meyân) efendilerdir.
Hocam H. Hilmi Efendiler (rahmetullahi teâlâ aleyh),  son devrin en büyük İslâm âlim ve mutasavvıflarından Seyyid Abdülhakîm Arvasî (kaddesallahü sırrahul azîz) hazretlerinin halka-i tedrîsinde yetişmişler, ilim ve irfâna kavuşmuşlardır. Hocaları Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerinin teşvik ve yardımlarıyla İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin Mektûbât kitabının ilk cildini tercüme etmişler, ikinci ve üçüncü ciltlerdeki birçok mektubun tercümelerini de Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabına almışlardır. Mektûbât kitâbı üç cilttir. Zamanın âlimlerine, hükümdar ve sultanlarına, talebelerine, sevenlerine yazdıkları 536 mektûbun toplanmasından meydana gelmiştir. Farsçadır. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, Resûlullah’ın güzel ahlâkını açıklamaktadır.
İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin hazırladığı ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin de şerh ettikleri Eshâb-ı Kirâm kitabı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hal tercümeleri ve Redd-i Revâfıd kitabı ve birçok mektuplarının yer aldığı Hak Sözün Vesîkaları kitâbı da Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.
Süleyman Kuku (A. Fârûk Meyân) efendiler; İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakiler(Berekât), Umdetü’l Makâmât, Evliyânın Kutbu Muhammed Ma’sûm Fârûkî, Üç Mektûb, Mebde’ ve Me’ad Risâlesi, İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakilerde Namaz, Hazînet-ül-Meârif (Mârifetler Hazînesi) kitablarını tercüme ederek, derleyerek,  İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini, oğullarını, eserlerini ve Müceddidî yolunu tanıyıp,  bereketlenmek isteyenlere çok büyük bir hizmet sunmuşlardır.  Hocamı rahmetle yâd ederken, Süleyman Kuku Efendilere de şükranlarımı arzediyorum. Onların mezkûr kitaplarında yazdıklarından birkaç paragraf alarak satırlarımızı kıymetlendirelim:
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farukî hazretleri Hindistan’da yetişen en büyük İslâm âlimidir. 1563 (h.971) yılında Lahor/Serhend’de doğmuşlar, 1624(h.1034) te Serhend’de vefât etmişler. Afganistan Hükümdarı Şah Zemân tarafından kabirlerinin üstüne çok sanatlı bir türbe yaptırılmıştır. İki oğlu Muhammed Sâdık ve Muhammed Saîd de aynı türbede yatmaktadır.
Seyyid Abdüllah Dehlevî (kuddise sirruh), talebelerinin büyüklerinden mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye (kuddise sirruh) gönderdikleri bir mektûpta, İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hakkında şöyle buyuruyor: “Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki, imâm-ı Rabbânîyi sevenler, mü’min ve müttekî olanlardır. Sevmeyenler de, münâfık ve şakîlerdir. İslâm memleketleri hazret-i Müceddîdin feyz ve nûrları ile doldu. Bütün müslümânlara, hazret-i Müceddîdin nimetlerine şükür ve hamd etmesi vâcib oldu”.
Başka bir mektûblarında, “İnsanda bulunabilecek her kemâli, her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız Peygamberlik makâmı kalmıştır” diye yazmışlar.
Seyyid Abdulhakim Arvâsî (kuddise sirruh) mektublarında ve derslerinde: “Ba’de kitâbillah ve ba’de kitâb-ı Resulillah, efdal-i kütub, Mektûbâtest” buyururlardı. Ya’ni, Allahu teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı Kerimden ve Resûlullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinin toplanması ile meydana gelmiş olan Buhârî kitabından sonra, dîn-i islâmda yazılmış kitabların en üstünü Mektûbâtdır.
Evliyayı kiramın vilâyetlerinin kemâlâtının marifetlerini bildiren kitabların en kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmî’nin (Mesnevî)si olduğu gibi, hem vilâyet kemâlâtının marifetlerini hem de nübüvvet kemâlâtının marifetlerini ve inceliklerini bildiren kitabların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâm-ı Rabbanî Ahmed Fârûkî’nin (Mektûbât) kitabıdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin ve halifelerinin en yükseklerinden Muhammed Hâşim Kişmî, Berekât, Zübdetü’l-Makâmât kitabında ve yine talebelerinden M. Fadlullah Serhendî Fârûkî, Umdetü’l Makâmât kitablarında hazreti İmâmın hayatını ve menkıbelerini anlatırlar[5].
Mekûb-i Rabbânî’den Üç Mektûb, Mebde ve Meâd Risâlesinde[6](s.20) ve Berekât Kitabında(s.182) şöyle bir müjde var:
“Buyurdu: Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken, “Allahü teâlâ için alçalanı, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfi gereğince şöyle bir nidâ geldi: “Seni ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül edenleri mağfiret eyledim”.
Buyurdu:  Erkeklerden ve kadınlardan bizim yolumuza girmiş olanların ve kıyâmete kadar, vâsıtalı ve vâsıtasız girecek olanların hepsini bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bildirdiler. İstersem hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana bağışladılar.”
Onlar böyle müjdeler verirken bize düşen; beldelerini, kabirlerini ziyâret ederek, kitaplarını okuyarak, nasihatlarını dinleyip, onların ahlâkı ile ahlâklanarak feyiz ve bereketlerine kavuşmaya çalışmak…
“İstemeseydi, istek vermezdi!”
Yüce Rabb’imiz bize kendi sevgisini, sevdiklerinin sevgisini ihsan eylesin. Rızâsına kavuşturan amelleri işlememizi ve sırât-ı müstekîm üzere olmamızı nasip eylesin. Âmin.
Muhammed Masûm Fârûkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”
İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruhümâ” hazretlerinin üçüncü oğlu ve en yüksek halifeleri. Serhend şehrinde 1668 (h.1079) yılında vefât etmişler. Türbeleri, mubârek babalarının türbesine birkaçyüz metre mesafede.
Urve-tül-vüskâ(sağlam tutanak) adı ile meşhûr olmuşlar.
Urve-tül-vüskâ Muhammed Masûm Fârûkî hazretlerinin makâmları, keşfleri ve kerâmetleri Farûkî-Müceddidî hânedânın hâllerini bildiren yukarıda bildirdiğimiz kitaplarda uzunca anlatılmaktadır. Şu kadarcığını nakledelim:
“Dokuz yüz bin talebe elinde tövbe etmiş, Yüzkırk bini evliyalık mertebesine kavuşmuş, yedibini de insanları aydınlatma, irşâd ile vazifelendirilmiş. İslâm tarihinde rüşd ve hidayeti bu kadar yaygın olan bir başka âlim ve mürşid görülmüyor. Sözleri, hasta kalblere deva, bakışları ruhlara gıda idi. Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şâh-ı Nakşîbend, Alâeddîn-i Attâr, Ubeydullah-ı Ahrâr (kaddesallahü esrarehümü’l azîz) gibi bu ümmette gelmiş en yüksek evliyâdan”.[7]
Bütün islâm memleketleri, Onların kalblerinden saçılan nûrlarla nûrlanmış. İrfân ehli ve yakîn sâhibleri onlardan feyiz akmaya devam ettiğini bildiriyorlar.  İnşâallah, âhır zemâna kadar da, böylece cârî olacakdır.  652 mektuptan meydana gelmiş üç cildlik fârisî (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) kitâbı vardır.[8]
M. Seyfeddîn Fârûkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”:
Muhammed Ma’sûm Fârûkî'nin altı oğlu da kemâle gelmiş, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyyeye kavuşmakla şereflenmişler. Bunlardan M. Seyfeddîn, tesavvuf bilgilerinin mütehassısı idi. (Muhyis-sünne) adı ile meşhûr olmuşlar.
1684 [h.1096] vefât etmişler. Babaları Muhammed Masûm hazretlerinin yakınında başka bir türbede yatmaktadır. Çok kerâmetleri görülmüş. “Açlık çekmeğe lüzûm yok. Açlık ve nefisle mücâhede hârika ve kerâmeti artırır. Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikir etmeği yerleştirir. Sünnete uymayı kolaylaştırır”  buyuruyorlar. Bin dörtyüz velî yetiştirmişler. 190 mektûbu (Mektûbât-ı Seyfiyye) adındaki kitapta toplanmış.
Silsile-î Âliyye meşâyıhının 23.24.25. halkalarının türbelerinin bulunduğu o mübarek beldeye, Serhend’e gidemedik. Savaş ve yasak yollarımızı kesti. Hasreti içimizde kaldı.
Ama bir gün, inşallah bir gün olur elbet, gideriz bin muhabbet…
Alternatif program yaptık. 50 km kadar yakınımızdaki Kudbüddîn Bahtiyâr hazretlerinin türbesine gidip, ardından Kutb-u Minâr ve civarındaki Türk eserlerini ziyaret edeceğiz.
Kahvaltımızı mihmandarımız ve hindû şoförümüzle yaptık. Konuşma sırasında mihmandarımız İnâyetullah Bey “Çitli Kabir” Sokağında oturduğunu söyledi. Ve ilâve etti: “Evimizin yakınında bir türbe var. Sizi oraya götüreyim” dedi. Sorduk, “türbede yatanların kimler olduğunu bilmiyorum” dedi. Oraya iki gün önce gittiğimizi kendisine söylemedik! Ama Divân’da geçen şu kıssayı hatırlamadan da edemedik:
Mevlâna Hâlid hazretleri aylarca süren yolculuktan sonra Delhi’ye ulaşırlar ve Şâh Abdullah Dehlevî hazretlerinin mahallesine kadar gelirler. Oradakilere
“Gönüller kâbesi Şâh Abdullah Dehlevî hazretleri”nin yerini sorarlar. Kimse tanımaz. “Burada öyle âlim, velî, mübarek kimse yok. Ama şu sokağın sonunda Abdullah isimli bir garip var, istersen ona sor”, diye cevap verirler.
Bu hâdise Divân’da şöyle geçiyor:  Beyt [9]:

“Bir sefil, ‘yakındayım, ama tanımam’ dedi,
Dedim, Ebu Cehille Muhammed hâline benzer”.
Büyükleri tanımak ve sevmek nasip işiymiş. Ya Rabbi, bizlere dostlarını sevdir, sevmediklerini sevdirme. Hakikî sevgiyi nasip eyle.
***
Sultan Gazneli Mahmûd(rahmetullahi aleyh) 1000 yılında ilk Hind seferine çıkar ve 27 yılda 17 sefer düzenler. Hindistan yarımadasını fethederek halkın Müslümanlıkla şereflenmesine vesile olur. Tarihçiler “Hindistan tarihinde Müslümanların gelişi kadar önemli ikinci bir olay daha yoktur” diye kaydederler. Hindistan yarımadasında Türk soyundan gelen harikulade insanların kurdukları pek çok devlet vardır: Kutbîler (1206-1266), Balabanlılar(1266-1290), Kalaç Sultanlığı (1290-1320), Tuğluklular (1320-1414), Seyyidîler (1414-1451) ve Lodîler (1451-1526). Ve sonra Timur Han soyundan gelen Bâbur Şah, daha geniş bir coğrafyaya yayılan Bâbur Devleti’ni kurmuş. Bu devlet 1858 yıllarına kadar hüküm sürmüş.
Hindistan coğrafyasının Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında Moğol baskısından kaçarak Hindistan’a yerleşen göçmenlerin büyük hizmeti olmuş. Buralarda o zamanlardan kalma çok eser var. Ama tarih derslerinde bunlar bize hiç öğretilmiyor. Bunları yaşım kırkı geçtikten sonra, tesadüfen aldığım kitaplardan öğreniyorum. Bu devletler 19. Asırda İngiliz katliam ve işgaline kadar devam etmiş. Türk ismi unutturulmuş. “Moğol” diyorlar.

Kutb-ı Minâr, Türk Sultanı Kutbüddîn Aybek tarafından yaptırılmış. 70 metre yüksekliğinde, beş katlı, şerefeli dev bir minare. Kuvvetü’l İslâm Mescidi ve civarında çok türbe var. Hindistan Türk Devletinin en büyük hükümdarı Sultan Şemseddin İltutmuş. Hem kaan olarak, hem de kişilik olarak bütün Delhi Sultanlarını geride bırakan bir sultan. Türkistan’da İlbarı kabilesinden gelme. Köle tüccarlarına satılmış. Zamanla kişiliği,  kabiliyeti ve dirayeti ile tahta çıkmış. Şeyh Bahaddin Zekeriya ve Hâce Kutbüddin Bahtiyar Kakî hazretleri İltutmuş Han ile yakın arkadaş imişler. Bu belde, göz alabildiğine tarihî eserlerle dolu. Kimi harâbe, kimi tamirde. Ayakta kalan kubbe, kemer ve sütunları, harâbe halindeki saray kalıntılarını hayranlıkla ve o çağları hayal ederek seyrettik. Buralardan geçmiş o büyüklerimizin ruhlarına Fatihalar okuduk. Kutb-ı Minâr’a yakın ve oldukça bakımlı, farklı bir yapı gözümüze ilişti.  İmâm-ı Zamîn Türbesi imiş. 1489’da Türkistan’dan buralara gelmiş. Türbesinin kenarında “Allah kâfi” yazıyordu.
Etrafta her kıtadan turistler, gür bir yeşillik, yüksekten uçan kuşlar ve eşsiz bir senfoni var. Bir de başıboş dolaşan inekler!
Buralardan hareketle ileride bir kasabaya gittik. Çok bakımsız, kirli, dar sokaklardan yürüyerek Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin türbelerine vardık. O büyüklerin çevresinin, beldesinin böyle olmasına gönül tahammül edemiyor.

Hâce Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî hazretleri, Hindistan’da yetişen büyük velilerden. Ecmir şehrinde Hâce Muinüddîn Hasan Çeşti hazretlerinden, Bağdad’da Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinden ve başka birçok âlimden dersler almış, kendileri de birçok velî yetiştirmişler. Bunlardan biri de Ferideddîn Genc-i Şeker hazretleri. Hocaları Muinüddîn Çeştî hazretlerinin vefatıyla, Çeştiyye yolunda halifeleri olmuşlar. Talebelerine ve sevenlerine az yemeyi, az uyumayı ve dinin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmayı nasihat ederlermiş.
Kutbüddîn Bahtiyar hazretlerinin ayakucunda bir kabir daha var. Hamidüddîn Nagûri hazretlerine ait. Hamidüddin Nagûri (rahmetullahi teâlâ aleyh) aslen Buhârâ’lı. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetleriyle yetişip halifesi olarak Hindistan’a geliyorlar ve orada Hace Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî hazretlerinin talebesi oluyorlar. Feridüddin Genc-i Şeker hazretleriyle sohbet ediyorlar. Çeşitli şehirlerde kadılık yapıyorlar ve 1252 senesinde vefat edince, Hocası olan Kutbüddîn Bahtiyar Kakî hazretlerinin ayakucuna defnediliyorlar. Allah-ü teâlâ onlara, bütün hocalarına, talebelerine, gönüldeşlerine rahmet eylesin. Bizleri de şefaatlerine kavuştursun. Âmin.
Ziyaretlerimizi yapıp, çevreyi sarmış olan bid’at ehline bulaşmadan aceleyle uzaklaştık. Yolda hediyelik eşyalar satılıyordu. Üstünde hilâl, haç ve yahudi sembollerinin bir arada yer aldığı flamalar dikkatimi çekti! Din büyüklerinin isimlerini ve türbelerini ticâret vasıtası yapmışlar. Yardım etmedik, dilencilere para vermedik diye, arkamızdan bir hayli söylendiler.
Ehl-i Sünnet âlimlerinin bid’atlere neden taviz vermediklerini, talebelerini bunlardan şiddetle menetmelerinin sebebini şimdi daha iyi anlıyoruz. Hiçbir temiz ve doğru yol birden bozulup tersine dönmüyor. Tedrîcen, çentik çentik mecrasından saptırılıyor. Bir zaman sonra içi boşaltılarak, tanınmaz hâle getiriliyor. İbâdetlere musikî ile raks ile haram bulaşıyor. Ticârete faiz, giyim kuşama moda ve cinsellik katılıyor. İslamın temel hükümleri “fürûat” tan sayılıp önemsizmiş gibi gösteriliyor, toplum buna alıştırılıyor. Bir süre sonra insanlar özü bırakıp, saza ve cambaza bakar hâle geliyorlar[10]
***
Dönüşte Delhi’nin meşhur yerlerinden Lôdi Bahçesini gezdik. Güzel tanzim edilmiş, geniş bahçe içinde Üç Kubbeli Cami, kümbetler, çeşmeler var. Muhammed Şah Lôdi(ö.1425) türbesini de ziyaret ettik. Yumuşak çimler üzerinde gruplar halinde oturmuş kâğıt oynayan veya ders çalışan, kitap okuyan gençler var. Tarihî eserler, ağaçlar, mekânlar öyle uyumlu ve ferahlık veriyor ki insanın ayrılası gelmiyor. Ama dönüşe az zamanımız kaldı. Lâl Kaleye ve Çitli Kabir’e tekrar gitmeliyiz. Arabamız trafikte kilitlendi. Bir saat bekledik, başka bir istikamete sapıp, otelimize döndük.
Divân okuyup, susuzluk giderdik, çaylar şimdi pek nefis…
26 Ekim
Delhi’de son günümüz.
Gece yarısı Bangkok üzerinden Cakarta’ya uçacağız.
Mahzûnuz, Serhend’e gidemedik. Çitli Kabir(Türkmen Kapı) semtine gidip günümüzü değerlendireceğiz ve Delhi’ye veda edeceğiz.
Buralarda ilkbahar ve uzun bir yaz olurmuş. Yağışlar Temmuz-Ağustos’ta yoğunlaşır, çiçekler Aralık-Mart aylarında açarmış. Şimdi tomurcuk dönemi, tabiat canlanıyor.
Lâl Kale civarından geçerken merak edip sorduk. Mihmandarımız bizi Budistlerin yakıldığı yere götürdü. On kadar yanmakta olan ve yakılmaya hazırlanan yer gördük. Odun ve ağaç dalları arasına Budist cesedini yerleştiriyorlar, koku verici otlar ve yanıcı bazı yağlar da ilave ediyorlar, sonra ateşe veriyorlar. İyice yanınca küllerini toplayıp, ilerideki bir gölete atıyorlar. Zulmet bastı, durulacak gibi değil. Daha fazla oyalanmadan Türkmen Kapı Mahallesine gittik.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân, Şah Abdullah Dehlevî, Ebû Said ve Ebü’l Hayr Farukî, (Allahü teâlâ rûhlarını azîz eylesin)  hazretlerinin kabirlerini son defa ziyaret edeceğiz. Zeyd Müceddidî Efendiyi de ziyâretle veda edeceğiz. Eğer kabul ederlerse, sâde odalarına bir seccade hediye etmek istiyoruz.
Gittik.
Yan yana dört kabrin ayakucuna oturduk, okuduk. Onları vesile ederek dualar yaptık. Hoş bir zaman oldu. Ferahladık. Vedalaştık…
Mihmandarımız bizi Mehdiyân semtinde bulunan bir yere götürdü. Meğer Dehlevî Kabristanı imiş. İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektûbat’ında ve başka eserlerde adını çokça duyduğumuz mübârek zâtların kabirleri vardı. Abdülhâk Dehlevî, Seyyid muhaddis Şah Veliyyullah Ahmed Sâhib Dehlevî, Abdülazîz Dehlevî ve aynı soydan otuz kadar mezarın bulunduğu bir gönül bahçesiydi vardığımız yer. O mübarek zatlar ve eserleri hakkında kitaplarda çok geniş bilgiler bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk rûhlarını azîz ve bizleri de şefaatlerine mazhar eylesin. Bu ziyâret hesabımızda yoktu. Mihmandarımız sayesinde yaptık, çok sevindik. Nûrün âlâ nûr denir ya, öyle oldu.
Ora mescidinde namazlarımızı kıldık. Dinî bilgiler tedris eden elli kadar genç ve çocuk vardı. Kendi aralarında yemek hazırlıyorlardı. Bir miktar yardım ettik, cıvıl cıvıl, saf, güleç kardeşlerimizle tanıştık, fotoğraflar aldık, döndük.
Otelimizde yemekten sonra Eski Kale’yi ve içindeki tarihî camii gezdik. Bâbür Şâhın oğlu Hümayûn Şah’ın vefat ettiği kütüphanesini gördük. Bütün tarihî binalar Racistan’dan getirilmiş lâl(kırmızı)taştan yapılmış. Bahçe mimârîsinin mükemmel örneklerden birini daha gördük. Burada bitkiler iklimin, kuşlar da ortamın hakkını veriyor.
Güneş kale burçlarında gurûb ediyordu. İçimize ayrılık sızısı çöktü.
Burada altıncı günümüzü doldurduk, ziyâretlerimizi tamamladık.
Sodayı karabiberle içmeyi başaramadıksa da soldan işleyen trafiğe, tandûrî kebaba, acılı Afgan-Hind yemeklerine alışmaya başlamıştık.
Delhi sayfasını kapatırken hatırda çok şey kaldı. Özü: Evliyâ diyarı, mübarek şehir, tarihî eserler, kalabalıklar, kalabalıklar. Fakirliğin tüm izlerini taşıyan insanlar. O sakin ve derinden bakan insanları seyrederken, bir kere bile doyasıya yemek yememişler hissine kapılıyorsunuz!
***
Hayır, hayır daha bitmedi Delhi maceramız.
Seyahatin en hatırlanacak kısmına geldi sıra.
Resûl kardeşimle bunca yıldır birlikte seyahat ediyoruz. Aramızda yerleşik bir iş bölümü var: Yolculukla ilgili planlama, toplantılar ve ziyaret yerleri ile ilgili bilgi derlemek bendenize, varılan yerde otel, yemek ve iletişim işlerini yapmak Resûl kardeşime ait. Bu zamana kadar gayet güzel çalıştı bu işbirliği. Bugün küçük(!) bir pürüz çıktı. Anlatayım:
Günlerden 26 Ekim 1988, Saat 2145. Cakarta’ya uçmak için, Delhi İndira Gandi Havaalanındayız. Çıkış işlemlerinde zorluk olmasın diye biraz erken(!) geldik. Thailand Havayolları bürosuna uğrayıp, biletlerimizi verdik. Bangkok üzerinden Cakarta’ya uçacağız. Resûl bey işlemleri tamamlamak için Thai Air bürosuna girdi. Girdiği bürodan beş dakika sonra saçları dikelmiş, rengi atmış olarak çıktı. Gözlük çerçevesinden taşan gözlerle üstüme yürüyor ve soruyordu: “Bilette ne yazıyor, şimdi saat kaç?” diye.
O anda soğuk, sıcak sular birbiri ardınca tepeme döküldü hissettim. Saniyeler yıl oldu, olaylar ışık hızında seyrediyor zihnimde.
Evet, biletimizde uçuş saati 26 Ekim, saat 0050 yazıyordu. Şimdi ise 26 Ekim 2150 idi. Yani uçağımız 21 saat önce kalkmıştı!
Bendeniz 26 Ekim gece yarısı gidecekmişiz gibi algılamışım meğer. Son günün muhteşem programını ne de güzel ayarlamıştık!
Resûl bey şaşkın ve bitkin. Bendeniz minik bir şok geçirmekteyim.
Olan olmuştu.
Bundan sonra üç ihtimal var, diyordum:
ü                  Biletin yanmasına mani olmak ve aynı biletle uçmak,
ü                  Bir miktar para/ceza ödeyerek yeni bilet alıp yola devam etmek,
ü                  Bunlar olmuyorsa, Cakarta’yı devreden çıkartıp, üç gün önce Cidde’ye geçmek.
Resul kardeşim huzursuz. Kongre açılışını kaçırdık diye bir oturup bir kalkıyor.
Havayolu şirketi ile ilk temaslarımız ümit verici değil. “Biletiniz geçti. Bu uçakta da boş yer yok” cevabını verdiler. Ama bekleyin, eğer bir imkân doğarsa, yedekten sıraya koyarız, dediler. Her ihtimale karşılık salonun öbür ucunda oturduk. Gözlerimiz gişede, yapılacak bir “gel” işaretini beklemedeyiz. Fırsattan istifade havaalanı kitapçısından iki kitap aldım. Resûl yavaş yavaş şoktan çıkıyor. Bir gidiyor bir geliyor, istese de yüz hatlarını yumuşatamıyor, gülemiyor. “Bir de okuryazar geçinirsin, tarihi, saati bilmezsin!” diye çıkışıyor.
Son günümüzde gönlümüzü ferahlandıran hesap dışı ziyaretler perde perde zihnimizden geçiyor. Ardından “şimdi ne olacak” endişesi içimizi yakıyor.
Gözümüz gişede, bildiğimiz bütün duaları okuyor, ziyaret ettiğimiz büyüklerimizden bir “himmet” bekliyoruz…
İki saat sonra, “gelin” dediler. Yer bulmuşlar, yeni biletleri ve biniş kartlarını verdiler, bagajlarımızı istediler. “Uçak hareket için sizi bekliyor” dediler. Az önceki kabz hali, basta dönüştü. Şaşaladık ve uçağa ilerledik. Her zamanki gibi, uçağın dolmuş kısmına yöneldik. Ama hostes ters tarafı işaret etti. Oraya vardığımızda ön tarafı(first class) gösterdiler. Orada yer ararken, hostes önümüze düştü ve yürüdü. Resûl’un sesini duydum. “Bizim oğlan nereye gidiyoruz, ben anlamadım” diyordu. Galiba pilot kabininde gideceğiz, diye takıldım. İşaret edilen yerde elinde orkide çiçeği ile bir hostes bekliyordu. Bizi merdivenden çıkardı ve üst katta on kişilik kabindeki boş iki koltuğa yerleştik. Kraliyet ailesine mahsus yerlermiş…
Alışık olmadığımız bir lüks, ikram üstüne ikram. Resûl tamamen rahatlamış olarak “burada da yeme/içme tahdidi var mı?[11]” diye soruyordu. Büyüklerin himmeti böylesine yetişmişken ne söylenebilir ki.
“Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun.”
Rahmetli Tâhâ Arvas Efendiyi nasıl hatırlamayız. Büyüklerin sohbetine gittiği zaman, her şeyi unutup ortalığı altüst ederim endişesiyle bir nükte söylermiş:
“Bizim köyde bir merkep vardı,
Yeşil otu görünce, her şeyi unuturdu”.
Bizimki de öyle; Serhend, Çitli Kabir, Lâl Kale, Türkmen Kapı derken, uçağı, günü, saati hatırlamadık. İyi ki unuttuk, ne güzel yanıldık!
Hindistan âlimleri ve evliyası için çok az bir şey yazabildik. Ancak aşağıdaki kaynaklardan her zaman faydalanmak mümkün:
·                     A. Farûk Meyân(Süleyman Kuku); Menkıbelerle İslam Meşhurları Ansiklopedisi. 3 cild, Berekât Yayınevi. 1983
·                     Abdullah Dehlevî ve Eserleri. Mekâtib-i Şerîfe. Dürrü’l Meârif. Çeviri Süleyman Kuku, damra, 512 s.
·                     Erdoğan Merçil; Gazneli Mahmûd. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987, 87 s.
·                     H. Hilmi Işık; İmâm-ı Rabbânî Mektûbât Tercemesi. Hakîkat Kitabevi. İstanbul, 639 s.
·                     Hâce Muhammed Ubeydullah; Hazînet-ül-Meârif(Mârifetler Hazînesi). Tercüme: Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân), İstanbul, 2015, 302 s.
·                     Hindistan Evliyaları. Türkiye Gazetesi Yayınları 2. Cild.
·                     İmâm-ı Rabbânî; Mektûbât-ı Rabbânî (Kelime Anlamlı ve Açıklamalı Tercüme), Yayın Kurulu, Yasin Yayınevi, 8 cild, İstanbul, 2013
·                     İmâm-ı Rabbânî; Mektûbât-ı Rabbânî. Tercüme Talha Hakan Alp, Ö. Faruk Tokat, A. Hamdi Yıldırım. 3 cild, Semerkand, İstanbul, 2013
·                     İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, 18 Cild. Özellikle 9-18. Cildler.
·                     M.Aziz Ahmet; Siyasî Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi Türk İmparatorluğu. Tercüman 1001 Temel Eser, 336 s.
·                     M. Fadlullah Serhendî Fârukî; Udetü’l Makâmât. Çeviri-Uyarlama: Süleyman Kuku, damra, 2007. 464 s.
·                     M. İhsan Oğuz; Ârifler Silsilesi. 4 cild. Oğuz Yayınları, 1998.
·                     Muhammed Hâşim Kişmî; İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakiler. Tercüme: A. Fârûk Meyân. Berekât yayınevi. 1971, 477 s.
·                     Reşit Rahmeti Arat; Babürnâme. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985, 622 s.
·                     Sadreddin Yüksel; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Divanı ve Şerhi, Sabah Kültür Yayınları İstanbul, 1977.  Metin ve Lügatçe 458 s.
·                     Süleyman Kuku; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Dîvan Tercümesi ve Gölgesinde Çeşme-i Muhabbet, Damra, İstanbul, 2010, 398 s.


[1] İki kaynak: 1) Sadreddin Yüksel; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Divanı ve Şerhi, Sabah Kültür Yayınları İstanbul, 1977.  Metin ve Lügatçe 458 s.  2) Süleyman Kuku; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Dîvan Tercümesi ve Gölgesinde Çeşme-i Muhabbet, Damra, İstanbul, 2010, 398 s.
  
[2] Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ(kuddise sirruh) bir gün müridleri ile oturuyordu. Doğan kuşu havada bir serçeyi kovalıyor bir türlü peşini bırakmıyordu. Şeyh bir an serçeye nazar etti. Serçe hemen dönüp doğanı yakaladı ve çeke çeke şeyhin önüne getirdi.
[3] Orada tanışıp ellerini öptüğümüz Muhterem Zeyd Ebul Hasan Fârukî Efendi, 2000’li yıllara gelirken vefat etmiş ve aynı türbeye, babalarının yanına defnedilmiştir. Rahmetullahi teâlâ aleyh.
[4] İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Hân-ı Hânân Abdurrahîm Hân’a yazdığı mektuplar için bakınız: Hüseyn Hilmi Işık; Mektûbât Tercümesi, 65-70. Mektuplar.
[5] Muhammed Haşim Kişmî; Berekât Zübdetü’l-Makâmât. İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakiler. Tercüme: Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân); Berekât Yayınevi, İstanbul, 1971, 475 s. Furkan yayınları arasında 2012 tarihli yeni baskısı 641 sayfadır.
Muhammed Fadlullah Serhendî Fârûkî; Umdetü’l Makâmât, Çeviri-Uyarlama: Süleyman Kuku, Damra, 2007, 464 s.

[6] Süleyman Kuku; Mekûb-i Rabbânî’den Üç Mektûb, Mebde ve Meâd Risâlesi, damra, İstanbul, 176 s.
[7] Süleyman Kuku; Evliyanın Kutbu Muhammed Ma’sûm Fârûkî. damra, 205 s.
[8] Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin mektublarından birçoğunun tercümesi Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, Evliyanın Kutbu Muhammed Ma’sûm Fârûkî, İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakilerde Namaz; Süleyman Kuku, damra, İstanbul, 2011, 400 s. kitaplarda yer almaktadır.
[9] Süleyman Kuku; Mevlâna Hâlid Divân Tercümesi, s. 22. Ve Yüksel; s.27.
[10] Müslümanlar arasında yayılmaya çalışılan her tür mezhepsizlik, vehhabilik, bahaîlik vb akımlarla, ülkemizde 2010’lu yıllardan itibaren deşifre edilen Paralel Yapı“Fetö” örgütünün 50 yıldır mensuplarına yaptığı telkinleri bu açıdan değerlendirmekte ve tedbirli davranmakta fayda görüyoruz. Bu konuda belgelere dayalı bilgiler edinmek isteyenler “ Kadir Mısıroğlu; Asrın İhâneti: Paralel Yapı veya F. Gülen’in Günah Galerisinden Sayfalar,  Sebil Yayınları, 2015, 272 s.” kitabına müracaat edebilirler. MA
[11] Yabancı ülkelerde yolculuk sırasında abdest bozma ve abdest alma zorluklarını en aza indirmek için “mideye girişi kontrol edersek, helâya çıkış azaltırız” diye bir formül geliştirmiştik. Çok da faydasını gördük.