Cenâb-ı
Hakk’a sonsuz hamd ve senâlar olsun. Aylardır heyecanını çektiğimiz, gün geldi.
Bugün 0920 de İzmir’den hareketle İstanbul, Maskat üzerinden
Delhi’ye varacağız. 26 Ekim’e kadar orada kalıp Delhi ve civarına, mümkünse
Serhend’e gidip, büyüklerimizin kabirlerini, mescidlerini ziyaret edeceğiz.
Sonra Bangkog üzerinden Cakarta’ya uçup UFI kongresine iştirak edeceğiz. 29
Ekim günü inşallah Cakarta- Cidde seferimiz olacak. Umre yapacağız, mübârek
yerlere yüz süreceğiz. Ravda-i Mutahhara’da ibâdet, istiğfar edeceğiz Hocamıza,
ebeveynlerimize, aile fertlerimize, akraba ve dostlarımıza, bütün mü’min
kardeşlerimize selâmetimiz, ebedî saadetimiz için dualar edeceğiz, Cenâb-ı Hakk
nasip ve müyesser eyleye…
Valizimi
hazırladım. Yanıma Mevlânâ
Hâlid Dîvânı’nı ve Câliyet-ül-ekdâr kitaplarını aldım.
Uçuş
yolumuz İstanbul-Maskat görünüyor. Ama yolumuz İstanbul-Atina-Bahreyn-Maskat
olarak son şeklini alıyor. Uzuyor!
Olsun.
Dîvân
ile her yol çekilir, çekiliyor…
Mevlânâ
Hâlid Dîvânı bunca senedir raflarımda bu günü beklemiş. O aşktan, duygudan bir
demet. Abdullah Şah-ı Dehlevî hazretleri için bakın ne söylüyor:
“Güzellerin
şahına benden gizli haber ver;
Bahar
yağmurlarından yeniden canlandı yer.
Sevenleri
dizilmiş onun yolunu gözler,
Güzeller
hep toplanmış, mutribten gazel dinler[1]”.
Dîvân,
Dehlevî Sultanın şânını övüyor,
Onda
Ravdâ-i Mutahharâ burcu burcu tütüyor.
Bahreyn
semalarında gün batmış, bulutlar yanıyor,
Gönüller
de…
Oku
ağla,
Kokla
ağla,
Duy
ağla!
Uçakta
kıble tayini yaptık. Maskat’da fazla zamanımız olmayacak. Akşam, yatsı ve vitir
namazlarımızı uçakta kıldık.
Kıyafetlerinden
yolcuların büyük çoğunluğunun Arap olduğunu anlıyoruz.
Ama kıyafetlerine
bakıp da aldanmamalı. Beyaz entarilerin, örtülerin altında ayyaş bedenler saklı
olabilir! Bahreynli bir gurup genç yol boyu viski içti, koltukları döşeyip oyun
masası yaptılar.
Dört
saattir Maskat Havaalanı yolcu salonunda beklemedeyiz. Uçağımız arızalı imiş.
Oturduğumuz yerde uyumaya çalışıyoruz. Bu kadar Hintliyi bir arada ilk defa
görüyorum. Yoksulluk çektikleri anlaşılıyor. Bu ince kemikli, zayıf, esmer
insanlar ellerinde birer transistorlu radyo, ayaklarında terlikleriyle itaatkâr,
iddiasız oturuyorlar. Salonda sessizlik hâkim, kimse saatlerdir niçin
bekletildiğimiz sormuyor. Havayolu görevlilerinden biri gelip öte yana geçin
diyor. Kalabalık sığırcık sürüsü gibi kanatlanıp az öteye konuyor. Göz
çukurlarının derinliklerinde ezik bakışlar dolaşıyor. Aralarında renkli kavuklarıyla
Sihler var. Saç sakal kesmezlermiş. Kavuklarının altına gizlerlermiş. Uçakla
seyahat edenleri böyle ise, acep 900 milyonluk Hindistan nasıl? İnsan ister
istemez merak ediyor.
İngilizlerin
girdiği yerde ot bitmiyor...
Havaalanındaki
bu bekleyiş, Hintlilerle tanışmaya ve alışmaya vesile oluyor.
Sabah
namazımızı burada, inşallah öğle namazımızı da Delhi’de Şah Cihan Camiinde
kılarız, diye dua ediyoruz.
Ama dokuz
saattir Maskat havaalanındayız. Bir salona hapsedilmiş olarak, aynı sandalyede
bekliyoruz. Uykusuzuz, üşümeye başladık, sabırsızlanıyoruz, tedirginiz. Ne
açıklama yapan var, ne yemek veren. Çay ikramı dahi yok. Eskiden mübarek
yollara düşenlerin kervanlarını çevirir, mallarını alırlarmış. Şimdi böyle yol
kesiyorlar demek.
Büyüklere
kavuşmak ne kadar kıymetli ise, yolları da o kadar zahmetli imiş.
Resûl
kardeşim bir bekledi, iki sabretti ve harekete geçti. Hintliler Resûl’ün
liderliğinde soluklanıp, ayaklandılar. Yemekler, çaylar geldi, üç saatliğine de
olsa bir otele gönderme sözü vermişler. Kızgın güneş altında 30 km kadar
götürüldük. Ruwi Otel’in 913 numaralı odasındayız. Penceresinden yüksekçe
kayalıkları görüyoruz. Duş alır, bir saat kestirirsek kendimize geliriz.
Planımız bu. Fakat o da nesi? Danışmadan telefonla 20 dakika sonra hazır olmamızı,
havaalanına döneceğimizi söylediler!
Ciddiyetsizliğin,
saygısızlığın, terbiyesizliğin böylesi…
Çöl
güneşinde kavrulmuş, sıcaklığını olduğu gibi içeri veren, alelusul bir otobüsle
geri döndük. Geniş ana yol boyunca tek katlı yeni yapılar, on kadar vezâret
binası gördük. Binaların hemen ardında çöl dağları uzanıyor.
Vâki’
olanda hayır vardır…
Umman; kendi adıyla anılan denizin kenarında, küçük
bir petrol devleti. 1750’lerden sonra
İngilizler buradan geçmişler ve çok sevmişler. Başlarına bir “emir” oturtup,
bugünkü düzeni eline vermişler!
Bizim
gönlümüzde Umman, ‘sevgi ve hakîkat’ anlamını çağrıştırıyor.
“Bu aşk bir bahr-i umman'dır,
Buna hadd-ü kenar olmaz”
21
Ekim gece yarısı Delhi’ye geldik. 15 saat
tehir olmasına rağmen bizi karşıladılar. Eskiden İzmir Fuarında Hindistan Pavyonu
müdürlüğü yapmış olan Müslüman dostumuz Safdar Huseyn Khan bizi karşıladı.
Gümrükte oyalanmadık. Bir araba ve mihmandar da getirmiş. Eşyalarımızı yükleyip
ağaçlı geniş caddelerden geçerek Jukaso Inn adlı otele vardık. Sunder Nagara’da…
Bizim Basmahane otelleri gibi, basit bir otel.
DELHİ,
22 EKİM
Sabah
namazımızı kılıp, Yasîn-i Şerîf okuduk. Mihmandarımız 1100 de
gelecek. O vakte kadar şehrin manevî sahiplerinin huzurlarına varmak istiyoruz.
Delhi’ye gelmeden burası hakkında yazılar okumuş, öğrenmiştik. Önce Seyyid
Abdullah-ı Dehlevî (kuddise sirruh) ve mübarek hocaları Seyyid Mazhar-ı Cânân hazretlerinin
kabirlerini ziyaret etmek istiyoruz. Şah Cihân Camisi yakınında imiş. Türbeyi
tanıyan bulunmadığı için, bir taksi tutup herkesin bildiği Şah Cihân Camiine (Cuma Mescidi) gittik. Kalabalık ve
bakımsız, pazaryerini andıran mahalde yüksekçe bir zemine oturtulmuş, ihtişamlı
minareleri, lâl taştan kubbe ve duvarlarıyla Şah Cihân Camiine vardık. İki rekât
tehiyyetü’l- mescid kılıp, camiyi gezdik. Kıble duvarı kubbeler altında,
yanları açık. Çok sanatkârane işlenmiş mermer minberi var. Kemerlerin bittiği
yerden itibaren son cemaat yeri başlıyor. 20-30 bin kişinin namaz kılabileceği
çok büyük bir avlu. Mihmandarımız gezdirirken avlunun kuzey köşesinde küçük
beyaz bir müze gördük. Orada Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)
efendimizin mübarek kadem-i şerîflerinin izi, Hazreti Ali ve Hz. Hasan
(radıyallahü anhüm) efendilerimizin olduğu söylenen el yazması Mushaf-ı
Şerîfleri ziyaret ettik, öptük. Bunları vaktiyle Timur Hân (rahmetullahi aleyh)
getirmiş. Camiin avlusunda gezinirken
bir şahinin bir serçeyi zemin taşlarını sıyırırcasına kovaladığını görmüştüm.
Mevlâna Hâlid Divânındaki mısrâları hatırladım:
“Doğana
benzeyen nefsin korkusundan, serçe gibi, sana geldim,
Lütfunla
bu serçeyi, doğan kuşu yaparsan eğer, nefsimi yakalar önüne korum[2]”.
Şah
Cihan Camiine getiren taksiciye bizi beklemesini söylemiştik. Rehberimiz bizi
oradan Çitli Kabir (veya Türkmen Kapı) semtine götürdü. Sonra 10 dakika kadar yürüdük.
Sokaklar tam bir ibret levhası; sadece avret yerini bir bez parçasıyla sarmış,
yarı çıplak, sırtında bir örtü ile dolaşan, yalınayak, zayıf, esmer, yavaş
hareketli binlerce insan… Yol kenarında ocak yakıp yemek, balık pişirenler,
başı üstünde eşya taşıyanlar, bisikletliler, atla öküzle bizonla çekilen
arabalar, insanların çektiği arabalar… Hepsi yan yanalar.
Dolambaçlı
birkaç sokağı geçtikten sonra, yüksekçe ve sıkışık yapılmış evler arasından
türbeye vardık. Avluda birkaç kişi tamirat yapıyordu. Çalışanlara selâm verdik,
fotoğraflarından hatırladığımız Zeyd Farukî
efendi oradaydı. Yaklaşıp, Türkiye’den geldiğimizi ve Hocamız H. Hilmi
efendilerin isimlerini söyledik. Sevindi, gülümsedi ve bizi çalışma odasına
aldı. Pencereden ışık alan, loş, sâde bir salon. Yerde bir hasır, kilim ve ince
bir şilte var. Geniş sayfalı kalınca bir defter açılmış, yanı başında bir
hokka, bir divit duruyor. Duvarda kitapların konulduğu bir oyma, açık defterin
yanındaki sehpa üzerinde iki düzine kadar kitap dizili. Farukî Ceddleri(rahmetullahi
aleyhim ecmaîn) ve şecereleri hakkında bir risale hazırlıyorlarmış…
Torunları
A. Nasar Enes Farukî ile tanıştık. 17 yaşında, güleç, pırıl pırıl bir
delikanlı. Çeyrek saat kadar oturduk. Resûl kardeşim, dağarcığındaki tüm dilleri
kullanarak meramımızı anlatmakta zorlanmıyor. İstanbul’dan sordular. Hocamız H. Hilmi
Efendilerden çok saygıyla bahsettiler. 1970’li yıllarda Enver Ağabey ile buraya
teşriflerinde bizim oturduğumuz yerde oturduklarını söylediler.
Hocamız(rahimehullah) için “Zamanımızın sahibi, bir tanesi” anlamına
ifade kullandılar…
Müsaadelerini
isteyip, ellerini öperek hemen avludaki türbeye girdik.
Türbe
içinde dört kabir bulunuyor:
Sağ
başta Silsile-î Âliye’nin 27. Halkası Seyyid Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (ö.1195/1781), yanında büyükler silsilesinin 28. Halkası
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî (ö.1240/1824), Onların solunda Ebû Said Farukî (ö.
1250/ 1834) ve sol başta da torunları ve az önce tanıştığımız Zeyd Efendilerin
babası Ebu’l-Hayr Fârukî (ö.1341/1925) hazretlerinin kabirleri var[3].
O büyükleri anlatmak bu âcizin haddi
değildir. Geniş ve doğru bilgi edinmek ve istifade etmek isteyenler, bölüm
sonundaki kaynaklara müracaat edebilirler. Bereketlenmek amacıyla onlardan
birer paragraf sunalım:
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretleri talebelerine nasihatlerinde şöyle buyururlar: “Kendi
hâlinizi Kitap(Kur’ân-ı Kerîm) ve sünnette bildirilen hususlar ile
karşılaştırınız. Eğer hâliniz, Kitap ve sünnete yani dinin emirlerine uygun ise
makbuldür. Uygun değil ise reddedilecektir. Ehl-i sünnet ve cemâat itikadı
üzere olmak lâzımdır”.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri Mekâtib-i Şerîfe, 90. Mektup sonlarında, Hâce Abdülhâlık
Gocdevânî(radıyallahü anh)den “vazgeçilmez
öğütler” naklederler. Özetle: “… Câhil
sofulardan uzak durasın, namazları cemaatle kılasın. Sakın şöhret talebinde
bulunma, şöhret afettir. Mevki ve makam isteme, hep isimsiz ol. Az konuş, az
ye, az uyu. Çok gülme, dışını çok süsleme, kimseden bir şey isteme…”
Ebû Said Farukî Hazretleri buyuruyorlar ki: “Allahü Teâlâ’nın sonsuz ihsânı,
kullarından birine eriştiği zaman, o kulunu kendi dostlarından birinin
hizmetine ulaştırır… O da talebelerine Ehl-i sünnet îtikâdına göre inanmayı,
sünnet-i seniyyeye uymayı, bidatlerden sakınmayı emreder…”
Ebu’l-Hayr Fârukî hazretleri sohbetlerinde şöyle buyururlardı: “Din bilgilerini
öğreniniz. Geliş gidişlerinizde, oturup kalkmalarınızda, kısaca her vakit,
kalbinizi Allahü Teâlâ’yı anmak ve hatırlamakla meşgul ediniz… Gıybetten ve
yalan söylemekten çok sakınınız… Her gün belli vakitte Kur’ân-ı Kerîm okuyunuz.
İyilerin yolu budur...”
Bu türbede yan yana yatan mübârek
zâtlar birbirleriyle hoca/talebe, mürşîd/mürîd ilişkileri içinde olmuşlar. Rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecmaîn. Ayakuçlarında oturup, rûhlarına Fatihalar okuduk. Bil-vesile
duâ ve istiğfar ettik. Yüce Rabbimiz onları, önceki büyüklerimizi ve
yolundakileri sevmek, onlardan istifade etmek ve mahşerde de şefaatlerine
kavuşmak nasip eylesin. Âmin.
Gönül
oradan, onlardan hiç ayrılmak istemiyor,
İşte
buldun, neden dönüp gidiyorsun? Diyor!
…
Avluda
birkaç adım yürüyüp Zeyd Efendiler ve torunlarıyla fotoğraflar çektik. Mescidin
yan duvarındaki korkuluksuz, yüksekçe basamaklardan minaresine çıkıp, birkaç
nefes, ciğerlerimize çektik. Tekrar gelmek niyetiyle vedalaştık…
Aynı
dar ve dolambaçlı sokaklardan dönerken, gözümüz, aş pişiren bir dükkânın önünde,
sırayla çömelmiş, sessizce bekleşen 15-20 kişiye takıldı. Onlara yemek
ısmarladık. 35 rupis ödedik, üç dolar bile tutmuyor! Duvar dibinde yemeğini
yiyen fakirlerden birinin, ingilizce “sizi hatırlayacağız” dediğini işittik.
Onları fotoğraflamak değil, yüzlerine bakmaya utandık. Yol boyu 30’ar, 40’ar
kişinin önünde bekleştiği lokmacılar ve lokantamsı yerlerin önünden geçtik.
İnsanlar ölmeyecek kadar bir şeyler bulup, ayakta durmaya çalışıyor. Çevre ve
gıda sağlığı henüz buraların gündemine gelmemiş. Yol boyu aynı hüzün
levhalarını görerek geri döndük.
Saat
1100 sularında mihmandarımız arabaya geldi. Resmî ziyâretlerimize
başladık. Önce Delhi Fuar İdaresine gittik, yetkilileriyle görüştük. Ardından
fuar alanını biraz araba ile biraz da yürüyerek dolaştık. Tarihî-mimarî
çizgilerini sürdürme gayreti içinde oldukları anlaşılıyor. Ama yapılar çok
iptidaî ve hantal. Sanatla yapılmış olanına rastlamadık. Gözümüz, buraya has
tarih ve kültür unsurları arıyor.
Delhi;
düzlük bir arazide, bizim İzmir Kültür Parkın binlerce defa büyütülmüş şeklini
düşündürüyor. Büyüklü küçüklü binalar, geniş yapraklı ağaçların arasına
serpiştirilmiş. Alışık olmadığımız bir
kuş senfonisi var burada. Kıvrık gagalı iri kuşlar, akbabalar eski binaların, türbelerin
yüksek uçlarına konmuşlar.
Öğle
namazımızı Nizâmüddîn Evliyâ Dergâhına bitişik bir binada kıldık. Orada
öğrendiğimize göre bu yer “Tebliğ Cemaati”nin merkezi imiş. Yüzlerce insan
dünyanın dört bir yanından gelip, burada yiyor, içiyor, yatıyor, ibadet ediyor ve
gidiyorlar. Geçen yıl Bağdad ziyaretimizde bunlardan Pakistanlı bir grupla karşılaşmıştık. Hepsinin özelliği; cana yakın tavır
sergilemeleri. Gülümsüyorlar, lisan bilenleri hemen ileri çıkıp ilgi
gösteriyorlar, ikram etmeye çalışıyorlar ve soru yağmuruna tutuyorlar.
Aralarına almak istiyorlar. Ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar, inançları nasıl,
sapık fikirleri var mı? Bilmiyoruz. Esasen onlardan bir şeyler öğrenmeye
niyetimiz de, ihtiyacımız da yok. Onlardan sıyrılıp, Müslümanların işlettiği yakındaki
bir lokantaya girdik. Türkistan, Afganistan yemekleri, av etleri vardı. Acılı,
ama lezzetliydiler…
Resmî
programız çerçevesinde Hindistan’ın yakın tarihinde önemli isimler olan
M.Gandhi, J. Nehru, İndira Gandhi, R. Gandhi’yi anlatan fotoğraf ve eşya sergisini
gezdik. Her karede ve olayda “İngiliz parmağı”nı görmek mümkün. Zavallı
insanların hayat damarlarını kesmişler…
Mihmandarımızla
ertesi günün programını konuşup, ayrıldık. Doğruca Delhi’nin en çok ziyaret
edilen yerleri arasında bulunan Mahbûb-i İlâhî (Allah’ın Sevgilisi) lakaplı Seyyid Nizâmüddîn Evliyâ türbesine gittik. Türbedarlık
hizmetlerini yürüten Aziz ve Husrev(Nizamî) kardeşlerle tanıştık. Rehberlik
ettiler, ziyaretlerimizi yaptık. Verdikleri kıymetli bilgileri dinledik. 12 İmâm
soyundan geliyorlar. Rahmetullahi teâlâ aleyh. Nizâmüddîn Evliyâ (ö: 725/1325) Ferideddîn Genc-i Şeker hazretlerinin sohbetinde
yetişmişler. Çok talebe yetiştirmişler. Hüsrev Dehlevî kabri de aynı türbede bulunmaktadır. Rahmetullahi aleyhim ecmaîn.
Burada
daha çok görülecek şeyler var. Ama aklımız Seyyid Nûr Bedâyûnî (Bedevanî)
hazretlerinde. Buralara yakın bir yerlerde olduğunu öğrenmiştik. Orayı ziyaret
etmek istediğimizi söyleyince kırmadılar, akşam karanlığına rağmen bizi oraya
götürdüler. Arabayla bir süre gittik, sonra yol kenarında indik. Nizamî
kardeşler ellerinde fenerle biri önümüzden, diğeri ardımızdan birerli kolda
yürüdük. İnişli çıkışlı, patikamsı bir yoldan on dakika gittik. Çevreden nâhoş
kokular geliyordu. Fener ışığında bir bahçe duvarından üç basamak inerek ağaç
altında yan yana üç kabrin bulunduğu yere vardık. Silsile-î Aliyye meşâyıhının 26.sı
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin sâde kabirlerinin ayakucundayız…
Seyyid
Nûr Muhammed Bedâyûnî(ö.
1135/1722) hazretleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu, mürşîd-i kâmil
Seyfeddîn Farukî hazretlerinin sohbetlerinde yetişmiş. İlk gün ziyaret ettiğimiz
Seyyid Mazhâr-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin ise hocaları. Daha
sayısız kimseler kendilerinden faydalanmışlar, feyiz ve bereketlere kavuşmuşlar.
Allah-ü teâlâ sırrının kutsiyetini artırsın.
Karanlık
tamamen çöktü, etrafta ürkütücü bir sessizlik hâkim. Ziyarete doyamadık.
Resûl
ağabey, o karanlıkta teberrüken alacak bir şeyler arıyordu. Seslendim: “Ağabey,
taşla toprakla uğraşıp durma, gidilecek başka yerimiz var” dedim.
Yol
kenarında bizi bekleyen arabamıza binip, yarım saatten biraz fazla yol aldık.
Dar,
kalabalık yollardan geçtik. Gördüğümüz her şey fakirlik ve yokluk
hatırlatıyordu. Delhi kenar semtlerinden Kutabrol’dayız. Muhammed Bâkî Billâh
hazretlerinin semti. Bağdad’da şeyh Marûf-u Kerhî(kaddesallahü sırrahül azîz)
türbesine giderken gördüğümüzü hatırladık: Bir kabristandan geçiliyor. Selam
verdik, yokuşça bir yoldan çıkıp, camie vardık. Yatsı namazı kılınıyordu. Hemen
cemaate dâhil olduk. Tadil-i erkân ile ve çok yavaş kılınıyordu. Namazdan sonra
mescidin yakınında bulunan Hâce Muhammed Bâkî Billâh (kaddesallahü sırrahül azîz)
kabrini ziyaret ettik. Fatihalar okuduk. Silsile-i Âliye meşâyıhının
22.si ve İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî (kaddesallahü sırrahül azîz)
hazretlerinin hocaları. 40 yıl yaşamışlar, hicrî 1012(1603) senesinde vefat etmişler.
Sâdece üç yıl irşad makamında kalmalarına rağmen, nice insanlar onların şerefli
sofrasından nasiplerini almışlar. Burada daha çok kalmak, havasını teneffüs
etmek istiyoruz. Ama vaktimiz dar. Başımızda bekleyenler var! Sanki “gidelim
artık” diyorlar…
Buraları
gündüz gözüyle görmeğe ve yalnız gelmeğe niyet ettik. Otelimize döndüğümüzde
gece olmuştu. Yarın Agra’ya gideceğiz, Tac Mahal’i göreceğiz inşallah.
23
Ekim, Agra
Sabah
erken kalkıp hazırlandık. Mihmandarımız İnayetullah Bey çocuğuyla birlikte geldi.
Küçücük arabaya sıkıştık, Agra yoluna düştük. Geçerken Nizameddîn Evliya ve
Hân-ı Hânân türbelerini gördük. Yol düz, her taraf ağaçlık. Delhi-Agra 200 km.
Ama burada her araba her istediği yere gidemiyor. Eyaletler arasında ancak
hususî izne sahip olanlar seyredebiliyor. Otomobilimizin arkasında “izin” yazısı
var. Delhi sınırında durduk. Polisler, eski bir otobüs karoserinin altına dört
kazık atmışlar, kontrol noktası olarak kullanıyorlar. Onay verdiler ve Uttar
Pradeş Eyaletine, Agra’ya doğru ilerliyoruz. Bütün otomobil ve kamyonların
arkasında “horn please” yazılı. “lütfen korna çalınız!” diyorlar. Klaksonsuz
saniye yok gibi. Direksiyon sağda. Bu da İngilizlerden kalma!
100
km gidince bir mola verdik. Arabanın kadranındaki son rakam 70. Biz ancak 40-50
km hız yapabiliyoruz. Dolayısıyla 100 km uzun ve yorucu oluyor.
Mola
yerinde çay içerken, kobra ve boğa yılanları oynatan, ayıyla dans eden Hintliler
gördük. Fotoğraf çektik. Para istediler, ödedik. Nedenini sorduk. Bunlar “Özel
sektör” işi dediler!
Yol
boyunca ottan, kamıştan yapılmış, basık siloları andıran ev kümeleri gördük,
Hindu köyleri imiş. Bol miktarda inek başıboş dolaşıyor. Bir domuzun kaldırım
boyunca koşturduğunu, birkaç maymun ve şempanzenin kovalamaca oynayarak
önümüzden geçtiğini görüyoruz. Yarı çıplak birçok Hintlinin, tepeleri üzerinde
örme sepetlerle birer ikişer kürek toprak taşıdığını gördük. Yol yapımı ve
banket tamiratı yapıyorlarmış. Burada altyapı teknolojisi bu!
Agra
çok tanınmış bir şehir. Güney yolunun en önemli hattı olan bu yolun
kalitesizliği bizi şaşırttı. İlgimizi çeken bir başka görüntü daha; inekler
orta kaldırımı keşfetmişler, yayılıyorlar, yatıyorlar. Trafikte, kavşaklarda
istedikleri yöne dümdüz gidiyorlar.
Bâbur
Şah’tan sonra sırayla Humayun, Ekber, Cihangir ve Şah Cihan buralara
hükmetmişler. Agra’ya varırken Ekber Şah’ın türbesini gördük. Hani şu her
dinden bir parça alıp, paçal bir din inşa etmek(!) isteyen, tebaasına,
özellikle de müslümanlara zulmü ile meşhur hükümdar. Geniş ve süslü bahçesinde
koşuşan, kaçışan maymunlar, sincaplar. Zulmet bastı, o türbeye girmedik.
Tac
Mahal Hindistan’ın
simgesi. Dünyanın yedi harikasından biri. Şah Cihan(ö.1666) tarafından çok
sevdiği hanımı Mümtaz Mahal için yaptırmış. Osmanlı mimarlarından İsmail Efendi
tarafından tasarımı yapılmış ve çok ülkeden seçme ustalarla inşa edilmiş. Yabancıların
çokluğu buraya ilginin derecesini anlatıyor. Dünyanın en kaliteli beyaz mermerlerinden
kullanılmış. Yamuna Nehri kenarında, yüzük taşı gibi duruyor. Çok geniş bir
arazi üzerinde, mükemmel bir bahçe mimarisi örneği gördük. Girişten ta Tac
Mahal’e kadar uzanan dikdörtgen bir havuz. Havuz boyu dizilmiş fıskiyeler,
narin serviler, “hoş geldiniz” der gibiler. Arkasında genişlik hissini
destekleyen çim düzlükler, seçme dekoratif top ağaçlar. Sağ ve solunda lâl
renkli saray ve 200 kişinin namaz kılabileceği mescid var. Bütün yapılar,
mesafeler, geometrik şekiller, orantılar tam bir tasarımı yansıtıyor. Giriş
katına geniş mermer merdivenlerden çıkılıyor. Büyük kapının çevresi beyaz
mermer üzerine siyah mermerden kakma tekniğiyle Kur’ân ayetleri yazılmış. Dürbünle
baktık, 350 yıllık binanın mermerlerinde, birleşme noktalarında en ufak bir kayma
veya bozulma görmedik.
Mezarlar
türbenin alt kısmında bulunuyor. Merdivenlerine kadar taşmış, her ülkeden
kalabalık sebebiyle inmedik. Hava oldukça sıcaktı. Hem dinlenmek, hem de yemek
için bir lokantaya gittik. Agra içinde kısa da olsa bir gezinti yapıp mermer-sedef
işçilerini, süslemecileri gördük. Mehtapta Tac Mahal’in kubbesi, minareleri,
kakma yazılı büyük kapısı ay ışığında pırıl pırıl parlar, önündeki havuzda
yansırmış. Mehtap vaktini beklersek eğer! Bizim o imkânımız yok. Dönüş yolunda lâmba,
ışık, yardım, ne de emniyet var. Geceye kalmamalıyız. Akşamın loşluğunda
esintisiz, engebesiz yollara nahoş bir duman çökmüş. Mihmandarımız yol boyu
köylerde yakılan şeker kamışı saplarından kaynaklandığını söyledi.
24
Ekim, Delhi
Sabah
duş alıp, namazdan sonra çıkıyoruz. Evvelsi gün akşam karanlığında tam
göremediğimiz, doyamadığımız büyüklerimiz; Seyyid Nûr Bedâyûnî ve Hâce Muhammed
Bâkî Billâh (kaddesallahü sırrehümül azîz) hazretlerinin kabirlerini gün
ışığında tekrar ziyaret etmek istiyoruz. Mihmandarımız saat 1000 da
gelecek. O zamana kadar otelimize dönmeliyiz.
Buralarda
ziyaret yerlerini her taksici bilmiyor. En iyisi Nizâmeddîn Evliya Türbesi civarındaki
taksicileri bulmak. Onlar alışık, istediğimiz adresleri bilebilirler. Nitekim
arabasında uyurken bulduğumuz tek taksici hemen kıyafetini değiştirdi. Güneşin
ilk ışıkları ağaçlar arasından süzülürken sokaklardaydık. Gördüklerimize,
ansızın yakalanmış sefalet tabloları diyesim geliyor; kaldırımlarda yatanlar,
uyanmaya çalışanlar, duvar diplerine çömelmiş hareketsiz duranlar. Bir bez
parçasına sarınmış çevreye bakanlar, plastik leğende açıkta yıkananlar…
Kutabrol
semtindeyiz. Önce Muhammed
Bâkî Billâh (Allah-ü
teâlâ sırrını yüceltsin) hazretlerinin mescidinde iki rekât namaz kıldık ve
Yâsîn-i Şerîf okuduk. İstiğfar ve o büyükleri vesîle ederek dualar ettik.
Talebelerine-İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine - bizi göndermesini istedik. Hocamız,
dostlarımız, hane halkımız, mesai arkadaşlarımız ve bütün mü’min kardeşlerimiz
için dualar ettik. Mübârek annelerinin yakındaki kabrini ziyaret ettik. Çoğu
talebelerine ait çevredeki kabirlerde yatanların ruhlarına Fatihalar okuduk.
Fotoğraflar çekip, kabristana hizmet edenlere birkaç rupis yardım ettik.
Hasreti içimizde kaldı, yetmedi. Ama vaktimiz bu kadar. Vedâ edip, bizi bekleyen
şoförümüzü bulduk ve Seyyid Nûr Mahammed Bedâyûnî hazretlerine doğru hareket ettik. Evvelki akşam fener ışığında
geçtiğimiz yerleri bu defa görerek yürüdük. Kirli bir çayın şırıltısına kuş
seslerinin karıştığı hafif engebeli sırt boyunca yürüyerek, kabirlerin olduğu
bahçeye vardık. Ağaçlar altındaki üç kabirden Seyyid Nûr Mahammed Bedâyûnî hazretlerinin kabrini karşımıza alarak,
ayakucunda oturduk. Bahçe duvarının kıble tarafında namaz kılmak için toprak
düzeltilmiş, önüne sütre çekilmişti.
İstiğfar,
duâ, duâ ve istemediğimiz elveda…
Resûl
ağabey’in sesini işittim: “Muhsin” diyordu, “gel de şuraya bak, alır mısın,
almaz mısın?” Baktım, karıncalar kabrin üstüne taze topraktan küçük bir
öbek hazırlamışlar. Aldık tabii, teberrüken, yüzümüze gözümüze de sürerek!
Ayrılırken
çayın sığ yatağında mandalar yayılıyor, bir gurup Hintli delikanlı oynayıp,
zıplıyordu…
***
Resmî
program çerçevesinde Hindistan Fuar İdaresinin verdiği yemeğe gittik.
Büyükelçimiz elinde piposu, o insanları küçümser bir havayla sırıtıyordu.
Öğleden
sonra Lâl Kale’yi gezdik. Kırmızı taştan örüldüğü için böyle anılıyor. Sarayı,
mescidi, Divân-ı Âmm’ı, Dîvân-ı Hass’ı, suyolları, havuzları, nadide ağaçlı
bahçesiyle, yüzük taşı kubbesiyle muhteşem bir külliye. Beyaz mermer üzerine
yakut, zümrüt, firuze, akik kakma desenler, şiir gibi işlemeler.
Taşına
tamah edilip, kırılmış, yontulmuş direkler, kemerler. Çekiçlenmiş mermerler,
yakutları sökülmüş levhalar…
Belli,
buralardan İngilizler geçmişler!
İbretle
seyrettik.
Zavallı
insanların alın terini, kanını, mümbit topraklarını sömürüp yaptıkları Buckingham sarayı ile
övünüyorlar. Çaldıklarını Londra’nın müzayede salonlarında kaç bin pounda
satıyorlar. Yaptıklarıyla, yansıttıklarıyla merd-i kıptîler gibi şecâat arz
ediyorlar…
Lâl
Kale çıkışında akik tespihler satılıyordu. On yıllık arzumdu, aldık.
1700
sularında Hümayun Şah türbesini gezdik. Yorgunluk bastı. Lâl taştan kanepeye
oturup, günlük notlarımı yazdım. Uzakta, top ağaçlıklar arasında Hân-ı Hânân lâkabıyla meşhur Abdurrahîm Hân Türbesinin silueti seçiliyor. Dört
Sultana vezirlik yapmış bu devlet adamına İmâm-ı Rabbânî Hazretleri mektuplar[4]
yazmışlar, İslâma ve müslümanlara yardım etmesi, yüce dinimizin bid’atlerden
arındırılması için teşvik etmişlerdir. Akşam olmadan oraya gitmeliyiz. Gün batarken
bir lâhza orada olmak, bir kare fotoğraf almak istiyoruz. Yol üzerinde arabadan
inip, bahçeyi aceleyle geçtik. Eskiden satış yerleri olan çepeçevre taş
hücrelerle kuşatılmış türbenin merdivenlerinden geniş bir terasa çıktık.
Mihmandarımız yarasalardan kendimizi korumamız konusunda bizi ikaz etti. İçeri
girmedik. Terasta Resûl Bey imam oldu, cemaatle akşamı kıldık, dua ettik.
Sabah
ışıklarıyla beraber İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hocaları Muhammed Bâkî Billâh
hazretlerinin manevî huzurlarında idik. Şimdi gün batımında talebelerinin
türbesindeyiz. Yüce Rabbimiz onlara rahmet, bizlere de şefaatçi eylesin. Ayrılmak
istemediğimiz bir ferahlık, ılık bir esinti var. Aşağıda da bir kanepeye
oturmuş sohbet eden birkaç ihtiyar.
***
Günlerdir
gidiyoruz, geliyoruz, bir programın içindeyiz. Zihnimizdeki tek soru: Acaba Serhend şehrine gidebilecek miyiz? Silsile-i
Âliye’nin 23,24,25. Halkaları: İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farukî ve Muhammed
Ma’sum Farukî ve Seyfeddîn Fârukî (kaddesallahü sırrahümül azîz)
hazretlerinin kabirlerini ziyâret edebilecek miyiz? Onlar 300 km yakınımızda, kavuşabilecek
miyiz? Eşiklerine yüz sürebilecek miyiz?
Pasaportumuzda
“tahditli bölgelere giremez” yazıyor.
Bütün
kapıları çaldık, müracaatlarımızı yaptık. Resmî zevattan aynı açıklamayı
duyuyoruz. “Pencap Eyaletine giriş çıkış yasak!”. Sihler ayaklanmışlar.
Muhtariyet istiyorlarmış. Sih olmayan herkesi öldürüyorlarmış. “Can
emniyetinizi sağlayamayız!” diyorlar. Gazetelere yansıyan haberlere göre
her gün 15-20 kişi öldürülüyor. Mihmandarımız korkuyor ve gidemeyeceğini
söylüyor.
Yâ
nasip!
Hem gidiyor
hem düşünüyoruz. İçin için…
Ve
korktuğumuza uğradık!
Pencap
Eyaletine vize alamadık. Serhend’e gidemeyeceğiz. Müslim, gayr-i müslim bütün
mercileri zorladık, ama olmadı. Hint hükümeti Pencap’ta olup biteni kimseye
göstermek istemiyor ve asla izin vermiyormuş. Elden ne gelir?
Özlemini
çek, gel, yaklaş, eşiğine var. Ama o eyalete giremeden, en görülmesi gereken
yerleri göremeden dön…
Mektubat’ta
çokça geçen bir beyt:
“Sevgiliye
kavuşmak ele geçer mi acaba?
Korkunç
dağlar, tehlikeler var arada…”
Evet,
sevgiliye kavuşmak kolay değilmiş…
Akşam
otelimize döndük. Bir Hind düğünü vardı. Odamızın penceresinden seyrettik;
Çiçek, çiçek, çiçek ve hind müziği. Sıralarda çeşit çeşit yemekler. Alınlarda
ben, aşırıya kaçmış takılar…
Yollarda
gördüğümüz sefalet tablolarından sonra, şu düğünde yüzlerce fakire bir yıllık yetecek
gıda israf edildi, diye düşündük.
Geç
saat olmuştu. Hüsrev ve Aziz kardeşler çıkageldiler. Davetleri için mazeret
bildirip, özür dilemiştik. Merak etmişler. Mutlaka yemeğe bekliyoruz dediler.
Gittik. Önce Nizameddîn Evliya (kuddise sirruh) türbesini ziyaret ettik, yatsı
namazlarımızı kıldık. Nizameddîn Evliya Dergâhını bu ikinci ziyaretimiz. Yine
yadırgadığımız manzaralar gördük. Ziyâret rutin hareketlere dönüştürülmüş. Bazı
eşyalara el sürüp, bazı ritüeller yapılınca iş bitmiş sayılıyor. Kalıbınız orada
olsa da kalbiniz orada değil. Türbe avlusunda yere oturmuş veya çömelmiş insanlar
vardı. Körüklü, nefesli veya tef gibi aletler eşliğinde yanık sesle ilâhiler
söylüyorlardı. Büyükler dergâhını bid’ate ve harama boğmuşlar. Tıpkı bizim Konya
Mevlâna Türbesinde olduğu gibi. Bunlara takılmayalım desek de ortam kasvetli. Göze
ve kulağa hitap edilince, gönül penceresi açılmıyor. Çıkışta Nizamî kardeşlerin
evlerine gittik. Acılı-baharatlı Hind ve Buhara yemekleri yedik. Anadolu’nun
çoğu yerinde olduğu gibi, kadın ve erkekler ayrı yerlerdeydi, rahat ettik. Otelimize
döndük.
25
Ekim 1988
Sabah
namazdan sonra Mevlâna Hâlid Divânından bir miktar okuduk, tekrar uyuduk. Hesabımıza
göre, bugün Serhend’e gidecektik. Nasipte yokmuş!
Gidemesek
de o büyüklerimizden kısaca söz ederek, yazılarımızı kıymetlendirmek, bereketlenmek istiyoruz.
İMÂM-I RABBÂNÎ (rahmetullahi teâlâ aleyh)
İslam
âleminde yetişmiş en büyük âlim ve velîlerden. İnsanlığın güneşi, müceddîd-i
elf-i sânî (dinin yenileyicisi, asr-ı saâdetteki hâline getiricisi). Önceki tarîkatların
hepsini kendinde toplamış ve neşretmişler. Onlara çıkmayan, onlara uğramayan
yol kesiktir. Yol değildir.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini, onları ve eserlerini en iyi tanıyan ve sevenlerden ve
onların yolunda gidenlerden dinlemek ve öğrenmek lâzım. Bendeniz bu konuda iki
muhterem zâtı tanıdım. Birincisi 2001 yılında rahmet-i Rahmân’a kavuşmuş
bulunan Hocam Hüseyn Hilmi Işık (rahimehullah), ikincisi de onların talebesi, muhterem insan
Süleyman Kuku (A. Fârûk Meyân) efendilerdir.
Hocam
H. Hilmi Efendiler (rahmetullahi teâlâ aleyh), son devrin en büyük İslâm âlim ve
mutasavvıflarından Seyyid Abdülhakîm Arvasî (kaddesallahü sırrahul azîz) hazretlerinin
halka-i tedrîsinde yetişmişler, ilim ve irfâna kavuşmuşlardır. Hocaları Seyyid
Abdülhakîm Efendi hazretlerinin teşvik ve yardımlarıyla İmâm-ı Rabbanî
hazretlerinin Mektûbât kitabının ilk cildini tercüme etmişler, ikinci ve
üçüncü ciltlerdeki birçok mektubun tercümelerini de Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye kitabına almışlardır. Mektûbât kitâbı üç cilttir. Zamanın
âlimlerine, hükümdar ve sultanlarına, talebelerine, sevenlerine yazdıkları 536
mektûbun toplanmasından meydana gelmiştir. Farsçadır. Kelâm ve fıkıh bilgilerini,
Resûlullah’ın güzel ahlâkını açıklamaktadır.
İmâm-ı
Rabbanî hazretlerinin hazırladığı ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin de
şerh ettikleri Eshâb-ı Kirâm kitabı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hal
tercümeleri ve Redd-i
Revâfıd kitabı ve birçok
mektuplarının yer aldığı Hak Sözün Vesîkaları kitâbı da Hakîkat Kitabevi
tarafından yayınlanmıştır.
Süleyman
Kuku (A. Fârûk Meyân) efendiler; İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakiler(Berekât), Umdetü’l Makâmât,
Evliyânın Kutbu Muhammed Ma’sûm Fârûkî, Üç Mektûb, Mebde’
ve Me’ad Risâlesi, İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakilerde Namaz, Hazînet-ül-Meârif (Mârifetler
Hazînesi) kitablarını tercüme ederek, derleyerek,
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerini, oğullarını,
eserlerini ve Müceddidî yolunu tanıyıp, bereketlenmek isteyenlere çok büyük bir hizmet
sunmuşlardır. Hocamı rahmetle yâd
ederken, Süleyman Kuku Efendilere de şükranlarımı arzediyorum. Onların mezkûr
kitaplarında yazdıklarından birkaç paragraf alarak satırlarımızı kıymetlendirelim:
İmâm-ı
Rabbânî Ahmed Farukî hazretleri Hindistan’da yetişen en büyük İslâm âlimidir.
1563 (h.971) yılında Lahor/Serhend’de doğmuşlar, 1624(h.1034) te Serhend’de
vefât etmişler. Afganistan Hükümdarı Şah Zemân tarafından kabirlerinin üstüne
çok sanatlı bir türbe yaptırılmıştır. İki oğlu Muhammed Sâdık ve Muhammed Saîd
de aynı türbede yatmaktadır.
Seyyid Abdüllah Dehlevî (kuddise sirruh), talebelerinin
büyüklerinden mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye (kuddise sirruh) gönderdikleri bir
mektûpta, İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hakkında şöyle buyuruyor: “Âlimler
ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki, imâm-ı Rabbânîyi sevenler, mü’min ve
müttekî olanlardır. Sevmeyenler de, münâfık ve şakîlerdir. İslâm memleketleri
hazret-i Müceddîdin feyz ve nûrları ile doldu. Bütün müslümânlara, hazret-i Müceddîdin
nimetlerine şükür ve hamd etmesi vâcib oldu”.
Başka
bir mektûblarında, “İnsanda bulunabilecek her kemâli, her üstünlüğü,
Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız
Peygamberlik makâmı kalmıştır” diye yazmışlar.
Seyyid Abdulhakim Arvâsî (kuddise sirruh) mektublarında ve derslerinde:
“Ba’de
kitâbillah ve ba’de kitâb-ı Resulillah, efdal-i kütub, Mektûbâtest” buyururlardı. Ya’ni, Allahu teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı Kerimden ve Resûlullahın
(sallallahu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinin toplanması ile meydana
gelmiş olan Buhârî kitabından sonra, dîn-i islâmda yazılmış kitabların en üstünü
Mektûbâtdır.
…
Evliyayı
kiramın vilâyetlerinin kemâlâtının marifetlerini bildiren kitabların en
kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmî’nin (Mesnevî)si olduğu gibi, hem vilâyet
kemâlâtının marifetlerini hem de nübüvvet kemâlâtının marifetlerini ve
inceliklerini bildiren kitabların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâm-ı Rabbanî
Ahmed Fârûkî’nin (Mektûbât) kitabıdır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinin ve halifelerinin en yükseklerinden Muhammed
Hâşim Kişmî, Berekât,
Zübdetü’l-Makâmât
kitabında ve yine talebelerinden M. Fadlullah Serhendî Fârûkî, Umdetü’l Makâmât kitablarında hazreti İmâmın hayatını
ve menkıbelerini anlatırlar[5].
Mekûb-i
Rabbânî’den Üç Mektûb, Mebde ve Meâd Risâlesinde[6](s.20)
ve Berekât Kitabında(s.182) şöyle bir müjde var:
“Buyurdu:
Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve
kırıklık içinde iken, “Allahü teâlâ için alçalanı, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfi gereğince şöyle bir
nidâ geldi: “Seni
ve kıyâmete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül edenleri
mağfiret eyledim”.
Buyurdu: Erkeklerden ve kadınlardan bizim yolumuza
girmiş olanların ve kıyâmete kadar, vâsıtalı ve vâsıtasız girecek olanların
hepsini bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve
memleketlerini bildirdiler. İstersem hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana
bağışladılar.”
Onlar
böyle müjdeler verirken bize düşen; beldelerini, kabirlerini ziyâret ederek,
kitaplarını okuyarak, nasihatlarını dinleyip, onların ahlâkı ile ahlâklanarak
feyiz ve bereketlerine kavuşmaya çalışmak…
“İstemeseydi,
istek vermezdi!”
Yüce
Rabb’imiz bize kendi sevgisini, sevdiklerinin sevgisini ihsan eylesin. Rızâsına
kavuşturan amelleri işlememizi ve sırât-ı müstekîm üzere olmamızı nasip
eylesin. Âmin.
Muhammed Masûm Fârûkî “rahmetullahi teâlâ aleyh”
İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruhümâ” hazretlerinin üçüncü oğlu ve en
yüksek halifeleri. Serhend şehrinde 1668 (h.1079) yılında vefât etmişler.
Türbeleri, mubârek babalarının türbesine birkaçyüz metre mesafede.
Urve-tül-vüskâ(sağlam tutanak) adı ile meşhûr olmuşlar.
Urve-tül-vüskâ Muhammed Masûm Fârûkî hazretlerinin makâmları,
keşfleri ve kerâmetleri Farûkî-Müceddidî hânedânın hâllerini bildiren yukarıda
bildirdiğimiz kitaplarda uzunca anlatılmaktadır. Şu kadarcığını nakledelim:
“Dokuz yüz bin talebe elinde tövbe etmiş, Yüzkırk bini evliyalık
mertebesine kavuşmuş, yedibini de insanları aydınlatma, irşâd ile
vazifelendirilmiş. İslâm tarihinde rüşd ve hidayeti bu kadar yaygın olan bir
başka âlim ve mürşid görülmüyor. Sözleri, hasta kalblere deva, bakışları ruhlara
gıda idi. Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şâh-ı Nakşîbend, Alâeddîn-i
Attâr, Ubeydullah-ı Ahrâr (kaddesallahü esrarehümü’l azîz) gibi bu ümmette
gelmiş en yüksek evliyâdan”.[7]
Bütün islâm memleketleri, Onların kalblerinden saçılan nûrlarla nûrlanmış.
İrfân ehli ve yakîn sâhibleri onlardan feyiz akmaya devam ettiğini
bildiriyorlar. İnşâallah, âhır zemâna
kadar da, böylece cârî olacakdır. 652
mektuptan meydana gelmiş üç cildlik fârisî (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) kitâbı
vardır.[8]
M. Seyfeddîn Fârûkî “rahmetullahi teâlâ
aleyh”:
Muhammed Ma’sûm Fârûkî'nin altı oğlu da kemâle gelmiş, vilâyet-i
hâssa-i Muhammediyyeye kavuşmakla şereflenmişler. Bunlardan M. Seyfeddîn,
tesavvuf bilgilerinin mütehassısı idi. (Muhyis-sünne) adı ile meşhûr
olmuşlar.
1684 [h.1096] vefât etmişler. Babaları Muhammed Masûm hazretlerinin
yakınında başka bir türbede yatmaktadır. Çok kerâmetleri görülmüş. “Açlık
çekmeğe lüzûm yok. Açlık ve nefisle mücâhede hârika ve kerâmeti artırır.
Evliyânın sohbeti ise, kalbe zikir etmeği yerleştirir. Sünnete uymayı
kolaylaştırır” buyuruyorlar. Bin
dörtyüz velî yetiştirmişler. 190 mektûbu (Mektûbât-ı Seyfiyye) adındaki
kitapta toplanmış.
…
Silsile-î
Âliyye meşâyıhının 23.24.25. halkalarının türbelerinin bulunduğu o mübarek
beldeye, Serhend’e gidemedik. Savaş ve yasak yollarımızı kesti. Hasreti
içimizde kaldı.
Ama
bir gün, inşallah bir gün olur elbet, gideriz bin muhabbet…
Alternatif
program yaptık. 50 km kadar yakınımızdaki Kudbüddîn Bahtiyâr hazretlerinin
türbesine gidip, ardından Kutb-u Minâr ve civarındaki Türk eserlerini ziyaret
edeceğiz.
Kahvaltımızı
mihmandarımız ve hindû şoförümüzle yaptık. Konuşma sırasında mihmandarımız İnâyetullah
Bey “Çitli Kabir” Sokağında oturduğunu söyledi. Ve ilâve
etti: “Evimizin yakınında bir türbe var. Sizi oraya götüreyim” dedi.
Sorduk, “türbede yatanların kimler olduğunu bilmiyorum” dedi. Oraya iki
gün önce gittiğimizi kendisine söylemedik! Ama Divân’da geçen şu kıssayı
hatırlamadan da edemedik:
Mevlâna
Hâlid hazretleri aylarca süren yolculuktan sonra Delhi’ye ulaşırlar ve Şâh
Abdullah Dehlevî hazretlerinin mahallesine kadar gelirler. Oradakilere
“Gönüller
kâbesi Şâh Abdullah Dehlevî hazretleri”nin yerini sorarlar. Kimse tanımaz. “Burada
öyle âlim, velî, mübarek kimse yok. Ama şu sokağın sonunda Abdullah isimli bir
garip var, istersen ona sor”, diye cevap verirler.
“Bir
sefil, ‘yakındayım, ama tanımam’ dedi,
Dedim,
Ebu Cehille Muhammed hâline benzer”.
Büyükleri
tanımak ve sevmek nasip işiymiş. Ya Rabbi, bizlere dostlarını sevdir,
sevmediklerini sevdirme. Hakikî sevgiyi nasip eyle.
***
Sultan
Gazneli Mahmûd(rahmetullahi aleyh) 1000 yılında ilk
Hind seferine çıkar ve 27 yılda 17 sefer düzenler. Hindistan yarımadasını
fethederek halkın Müslümanlıkla şereflenmesine vesile olur. Tarihçiler “Hindistan
tarihinde Müslümanların gelişi kadar önemli ikinci bir olay daha yoktur”
diye kaydederler. Hindistan yarımadasında Türk soyundan gelen harikulade
insanların kurdukları pek çok devlet vardır: Kutbîler (1206-1266), Balabanlılar(1266-1290),
Kalaç Sultanlığı (1290-1320), Tuğluklular (1320-1414), Seyyidîler (1414-1451) ve Lodîler (1451-1526). Ve sonra Timur Han
soyundan gelen Bâbur Şah, daha geniş bir coğrafyaya yayılan Bâbur Devleti’ni kurmuş. Bu devlet 1858 yıllarına
kadar hüküm sürmüş.
Hindistan
coğrafyasının Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında Moğol baskısından kaçarak
Hindistan’a yerleşen göçmenlerin büyük hizmeti olmuş. Buralarda o zamanlardan kalma
çok eser var. Ama tarih derslerinde bunlar bize hiç öğretilmiyor. Bunları yaşım
kırkı geçtikten sonra, tesadüfen aldığım kitaplardan öğreniyorum. Bu devletler 19.
Asırda İngiliz katliam ve işgaline kadar devam etmiş. Türk ismi unutturulmuş.
“Moğol” diyorlar.
Kutb-ı
Minâr, Türk Sultanı
Kutbüddîn Aybek tarafından yaptırılmış. 70 metre yüksekliğinde, beş katlı,
şerefeli dev bir minare. Kuvvetü’l İslâm Mescidi ve civarında çok türbe var. Hindistan Türk Devletinin en büyük hükümdarı
Sultan Şemseddin İltutmuş. Hem kaan olarak, hem de kişilik
olarak bütün Delhi Sultanlarını geride bırakan bir sultan. Türkistan’da İlbarı
kabilesinden gelme. Köle tüccarlarına satılmış. Zamanla kişiliği, kabiliyeti ve dirayeti ile tahta çıkmış. Şeyh
Bahaddin Zekeriya ve Hâce Kutbüddin Bahtiyar Kakî hazretleri İltutmuş Han ile
yakın arkadaş imişler. Bu belde, göz alabildiğine tarihî eserlerle dolu. Kimi
harâbe, kimi tamirde. Ayakta kalan kubbe, kemer ve sütunları, harâbe halindeki
saray kalıntılarını hayranlıkla ve o çağları hayal ederek seyrettik. Buralardan
geçmiş o büyüklerimizin ruhlarına Fatihalar okuduk. Kutb-ı Minâr’a yakın ve
oldukça bakımlı, farklı bir yapı gözümüze ilişti. İmâm-ı Zamîn Türbesi imiş. 1489’da
Türkistan’dan buralara gelmiş. Türbesinin kenarında “Allah kâfi” yazıyordu.
Etrafta
her kıtadan turistler, gür bir yeşillik, yüksekten uçan kuşlar ve eşsiz bir
senfoni var. Bir de başıboş dolaşan inekler!
Buralardan
hareketle ileride bir kasabaya gittik. Çok bakımsız, kirli, dar sokaklardan
yürüyerek Hâce
Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin türbelerine vardık. O
büyüklerin çevresinin, beldesinin böyle olmasına gönül tahammül edemiyor.
Hâce
Kutbüddîn Bahtiyar Kâkî hazretleri, Hindistan’da yetişen büyük velilerden. Ecmir
şehrinde Hâce Muinüddîn
Hasan Çeşti
hazretlerinden, Bağdad’da Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinden ve başka birçok âlimden dersler almış, kendileri de
birçok velî yetiştirmişler. Bunlardan biri de Ferideddîn Genc-i Şeker hazretleri. Hocaları Muinüddîn Çeştî hazretlerinin
vefatıyla, Çeştiyye yolunda halifeleri olmuşlar. Talebelerine ve sevenlerine az
yemeyi, az uyumayı ve dinin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmayı
nasihat ederlermiş.
Kutbüddîn
Bahtiyar hazretlerinin ayakucunda bir kabir daha var. Hamidüddîn Nagûri hazretlerine
ait. Hamidüddin
Nagûri (rahmetullahi
teâlâ aleyh) aslen Buhârâ’lı. Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin sohbetleriyle
yetişip halifesi olarak Hindistan’a geliyorlar ve orada Hace Kutbüddîn Bahtiyar
Kâkî hazretlerinin talebesi oluyorlar. Feridüddin Genc-i Şeker hazretleriyle
sohbet ediyorlar. Çeşitli şehirlerde kadılık yapıyorlar ve 1252 senesinde vefat
edince, Hocası olan Kutbüddîn Bahtiyar Kakî hazretlerinin ayakucuna
defnediliyorlar. Allah-ü teâlâ onlara, bütün hocalarına, talebelerine, gönüldeşlerine
rahmet eylesin. Bizleri de şefaatlerine kavuştursun. Âmin.
Ziyaretlerimizi
yapıp, çevreyi sarmış olan bid’at ehline bulaşmadan aceleyle uzaklaştık. Yolda hediyelik
eşyalar satılıyordu. Üstünde hilâl, haç ve yahudi sembollerinin bir arada yer
aldığı flamalar dikkatimi çekti! Din büyüklerinin isimlerini ve türbelerini
ticâret vasıtası yapmışlar. Yardım etmedik, dilencilere para vermedik diye,
arkamızdan bir hayli söylendiler.
Ehl-i
Sünnet âlimlerinin bid’atlere neden taviz vermediklerini, talebelerini
bunlardan şiddetle menetmelerinin sebebini şimdi daha iyi anlıyoruz. Hiçbir temiz ve doğru yol birden
bozulup tersine dönmüyor. Tedrîcen, çentik çentik mecrasından saptırılıyor. Bir
zaman sonra içi boşaltılarak, tanınmaz hâle getiriliyor. İbâdetlere musikî ile
raks ile haram bulaşıyor. Ticârete faiz, giyim kuşama moda ve cinsellik
katılıyor. İslamın temel hükümleri “fürûat” tan sayılıp önemsizmiş gibi
gösteriliyor, toplum buna alıştırılıyor. Bir süre sonra insanlar özü bırakıp,
saza ve cambaza bakar hâle geliyorlar[10]…
***
Dönüşte
Delhi’nin meşhur yerlerinden Lôdi Bahçesini gezdik. Güzel tanzim edilmiş, geniş
bahçe içinde Üç Kubbeli Cami, kümbetler, çeşmeler var. Muhammed Şah
Lôdi(ö.1425) türbesini de ziyaret ettik. Yumuşak çimler üzerinde gruplar
halinde oturmuş kâğıt oynayan veya ders çalışan, kitap okuyan gençler var.
Tarihî eserler, ağaçlar, mekânlar öyle uyumlu ve ferahlık veriyor ki insanın
ayrılası gelmiyor. Ama dönüşe az zamanımız kaldı. Lâl Kaleye ve Çitli Kabir’e
tekrar gitmeliyiz. Arabamız trafikte kilitlendi. Bir saat bekledik, başka bir
istikamete sapıp, otelimize döndük.
Divân
okuyup, susuzluk giderdik, çaylar şimdi pek nefis…
26
Ekim
Delhi’de
son günümüz.
Gece
yarısı Bangkok üzerinden Cakarta’ya uçacağız.
Mahzûnuz, Serhend’e gidemedik. Çitli Kabir(Türkmen Kapı) semtine gidip günümüzü değerlendireceğiz ve Delhi’ye veda edeceğiz.
Mahzûnuz, Serhend’e gidemedik. Çitli Kabir(Türkmen Kapı) semtine gidip günümüzü değerlendireceğiz ve Delhi’ye veda edeceğiz.
Buralarda
ilkbahar ve uzun bir yaz olurmuş. Yağışlar Temmuz-Ağustos’ta yoğunlaşır,
çiçekler Aralık-Mart aylarında açarmış. Şimdi tomurcuk dönemi, tabiat canlanıyor.
Lâl Kale
civarından geçerken merak edip sorduk. Mihmandarımız bizi Budistlerin yakıldığı
yere götürdü. On kadar yanmakta olan ve yakılmaya hazırlanan yer gördük. Odun
ve ağaç dalları arasına Budist cesedini yerleştiriyorlar, koku verici otlar ve yanıcı
bazı yağlar da ilave ediyorlar, sonra ateşe veriyorlar. İyice yanınca küllerini
toplayıp, ilerideki bir gölete atıyorlar. Zulmet bastı, durulacak gibi değil. Daha
fazla oyalanmadan Türkmen Kapı Mahallesine gittik.
Mazhar-ı
Cân-ı Cânân, Şah Abdullah Dehlevî, Ebû Said ve Ebü’l Hayr Farukî, (Allahü teâlâ
rûhlarını azîz eylesin) hazretlerinin
kabirlerini son defa ziyaret edeceğiz. Zeyd Müceddidî Efendiyi de ziyâretle
veda edeceğiz. Eğer kabul ederlerse, sâde odalarına bir seccade hediye etmek
istiyoruz.
Gittik.
Yan
yana dört kabrin ayakucuna oturduk, okuduk. Onları vesile ederek dualar yaptık.
Hoş bir zaman oldu. Ferahladık. Vedalaştık…
Mihmandarımız
bizi Mehdiyân semtinde bulunan bir yere götürdü. Meğer Dehlevî Kabristanı imiş.
İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektûbat’ında ve başka eserlerde adını çokça duyduğumuz
mübârek zâtların kabirleri vardı. Abdülhâk Dehlevî, Seyyid muhaddis Şah Veliyyullah Ahmed Sâhib Dehlevî,
Abdülazîz Dehlevî ve
aynı soydan otuz kadar mezarın bulunduğu bir gönül bahçesiydi vardığımız yer. O
mübarek zatlar ve eserleri hakkında kitaplarda çok geniş bilgiler
bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk rûhlarını azîz ve bizleri de şefaatlerine mazhar
eylesin. Bu ziyâret hesabımızda yoktu. Mihmandarımız sayesinde yaptık, çok
sevindik. Nûrün âlâ nûr denir ya, öyle oldu.
Ora
mescidinde namazlarımızı kıldık. Dinî bilgiler tedris eden elli kadar genç ve
çocuk vardı. Kendi aralarında yemek hazırlıyorlardı. Bir miktar yardım ettik,
cıvıl cıvıl, saf, güleç kardeşlerimizle tanıştık, fotoğraflar aldık, döndük.
Otelimizde
yemekten sonra Eski Kale’yi ve içindeki tarihî camii gezdik. Bâbür Şâhın oğlu
Hümayûn Şah’ın vefat ettiği kütüphanesini gördük. Bütün tarihî binalar
Racistan’dan getirilmiş lâl(kırmızı)taştan yapılmış. Bahçe mimârîsinin mükemmel
örneklerden birini daha gördük. Burada bitkiler iklimin, kuşlar da ortamın
hakkını veriyor.
Güneş
kale burçlarında gurûb ediyordu. İçimize ayrılık sızısı çöktü.
Burada
altıncı günümüzü doldurduk, ziyâretlerimizi tamamladık.
Sodayı
karabiberle içmeyi başaramadıksa da soldan işleyen trafiğe, tandûrî kebaba,
acılı Afgan-Hind yemeklerine alışmaya başlamıştık.
Delhi
sayfasını kapatırken hatırda çok şey kaldı. Özü: Evliyâ diyarı, mübarek şehir,
tarihî eserler, kalabalıklar, kalabalıklar. Fakirliğin tüm izlerini taşıyan
insanlar. O sakin ve derinden bakan insanları seyrederken, bir kere bile
doyasıya yemek yememişler hissine kapılıyorsunuz!
***
Hayır,
hayır daha bitmedi Delhi maceramız.
Seyahatin
en hatırlanacak kısmına geldi sıra.
Resûl
kardeşimle bunca yıldır birlikte seyahat ediyoruz. Aramızda yerleşik bir iş
bölümü var: Yolculukla ilgili planlama, toplantılar ve ziyaret yerleri ile
ilgili bilgi derlemek bendenize, varılan yerde otel, yemek ve iletişim işlerini
yapmak Resûl kardeşime ait. Bu zamana kadar gayet güzel çalıştı bu işbirliği.
Bugün küçük(!) bir pürüz çıktı. Anlatayım:
Günlerden
26 Ekim 1988, Saat 2145. Cakarta’ya uçmak için, Delhi İndira Gandi
Havaalanındayız. Çıkış işlemlerinde zorluk olmasın diye biraz erken(!) geldik.
Thailand Havayolları bürosuna uğrayıp, biletlerimizi verdik. Bangkok üzerinden
Cakarta’ya uçacağız. Resûl bey işlemleri tamamlamak için Thai Air bürosuna
girdi. Girdiği bürodan beş dakika sonra saçları dikelmiş, rengi atmış olarak
çıktı. Gözlük çerçevesinden taşan gözlerle üstüme yürüyor ve soruyordu: “Bilette
ne yazıyor, şimdi saat kaç?” diye.
O
anda soğuk, sıcak sular birbiri ardınca tepeme döküldü hissettim. Saniyeler yıl
oldu, olaylar ışık hızında seyrediyor zihnimde.
Evet,
biletimizde uçuş saati 26 Ekim, saat 0050 yazıyordu. Şimdi ise 26
Ekim 2150 idi. Yani uçağımız 21 saat önce kalkmıştı!
Bendeniz
26 Ekim gece yarısı gidecekmişiz gibi algılamışım meğer. Son günün muhteşem
programını ne de güzel ayarlamıştık!
Resûl
bey şaşkın ve bitkin. Bendeniz minik bir şok geçirmekteyim.
Olan
olmuştu.
Bundan
sonra üç ihtimal var, diyordum:
ü
Biletin yanmasına mani olmak ve aynı biletle uçmak,
ü
Bir miktar para/ceza ödeyerek yeni bilet alıp yola devam etmek,
ü
Bunlar olmuyorsa, Cakarta’yı devreden çıkartıp, üç gün önce Cidde’ye
geçmek.
Resul
kardeşim huzursuz. Kongre açılışını kaçırdık diye bir oturup bir kalkıyor.
Havayolu
şirketi ile ilk temaslarımız ümit verici değil. “Biletiniz geçti. Bu uçakta da
boş yer yok” cevabını verdiler. Ama bekleyin, eğer bir imkân doğarsa, yedekten
sıraya koyarız, dediler. Her ihtimale karşılık salonun öbür ucunda oturduk.
Gözlerimiz gişede, yapılacak bir “gel” işaretini beklemedeyiz. Fırsattan
istifade havaalanı kitapçısından iki kitap aldım. Resûl yavaş yavaş şoktan
çıkıyor. Bir gidiyor bir geliyor, istese de yüz hatlarını yumuşatamıyor, gülemiyor.
“Bir de okuryazar geçinirsin, tarihi, saati bilmezsin!” diye çıkışıyor.
Son
günümüzde gönlümüzü ferahlandıran hesap dışı ziyaretler perde perde zihnimizden
geçiyor. Ardından “şimdi ne olacak” endişesi içimizi yakıyor.
Gözümüz
gişede, bildiğimiz bütün duaları okuyor, ziyaret ettiğimiz büyüklerimizden bir “himmet” bekliyoruz…
İki
saat sonra, “gelin” dediler. Yer bulmuşlar, yeni biletleri ve biniş
kartlarını verdiler, bagajlarımızı istediler. “Uçak hareket için sizi
bekliyor” dediler. Az önceki kabz hali, basta dönüştü. Şaşaladık ve uçağa
ilerledik. Her zamanki gibi, uçağın dolmuş kısmına yöneldik. Ama hostes ters tarafı
işaret etti. Oraya vardığımızda ön tarafı(first class) gösterdiler. Orada yer
ararken, hostes önümüze düştü ve yürüdü. Resûl’un sesini duydum. “Bizim oğlan
nereye gidiyoruz, ben anlamadım” diyordu. Galiba pilot kabininde gideceğiz,
diye takıldım. İşaret edilen yerde elinde orkide çiçeği ile bir hostes
bekliyordu. Bizi merdivenden çıkardı ve üst katta on kişilik kabindeki boş iki
koltuğa yerleştik. Kraliyet ailesine mahsus yerlermiş…
Alışık
olmadığımız bir lüks, ikram üstüne ikram. Resûl tamamen rahatlamış olarak “burada
da yeme/içme tahdidi var mı?[11]” diye soruyordu. Büyüklerin himmeti böylesine
yetişmişken ne söylenebilir ki.
“Nîmete
kavuşanlara âfiyet olsun.”
Rahmetli
Tâhâ Arvas Efendiyi nasıl hatırlamayız. Büyüklerin sohbetine gittiği zaman, her
şeyi unutup ortalığı altüst ederim endişesiyle bir nükte söylermiş:
“Bizim
köyde bir merkep vardı,
Yeşil
otu görünce, her şeyi unuturdu”.
Bizimki
de öyle; Serhend, Çitli Kabir, Lâl Kale, Türkmen Kapı derken, uçağı, günü,
saati hatırlamadık. İyi ki unuttuk, ne güzel yanıldık!
Hindistan
âlimleri ve evliyası için çok az bir şey yazabildik. Ancak aşağıdaki
kaynaklardan her zaman faydalanmak mümkün:
·
A. Farûk Meyân(Süleyman Kuku); Menkıbelerle İslam Meşhurları
Ansiklopedisi. 3 cild, Berekât Yayınevi. 1983
·
Abdullah Dehlevî ve Eserleri. Mekâtib-i Şerîfe. Dürrü’l Meârif. Çeviri
Süleyman Kuku, damra, 512 s.
·
Erdoğan Merçil; Gazneli Mahmûd. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
1987, 87 s.
·
H. Hilmi Işık; İmâm-ı Rabbânî Mektûbât Tercemesi. Hakîkat Kitabevi. İstanbul,
639 s.
·
Hâce Muhammed Ubeydullah; Hazînet-ül-Meârif(Mârifetler
Hazînesi). Tercüme: Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân), İstanbul, 2015, 302 s.
·
Hindistan Evliyaları. Türkiye Gazetesi Yayınları 2. Cild.
·
İmâm-ı Rabbânî; Mektûbât-ı Rabbânî (Kelime Anlamlı ve Açıklamalı
Tercüme), Yayın Kurulu, Yasin Yayınevi, 8 cild, İstanbul, 2013
·
İmâm-ı Rabbânî; Mektûbât-ı Rabbânî. Tercüme Talha Hakan Alp, Ö. Faruk
Tokat, A. Hamdi Yıldırım. 3 cild, Semerkand, İstanbul, 2013
·
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, 18 Cild.
Özellikle 9-18. Cildler.
·
M.Aziz Ahmet; Siyasî Tarihi ve Müesseseleriyle Delhi Türk İmparatorluğu.
Tercüman 1001 Temel Eser, 336 s.
·
M. Fadlullah Serhendî Fârukî; Udetü’l Makâmât. Çeviri-Uyarlama: Süleyman
Kuku, damra, 2007. 464 s.
·
M. İhsan Oğuz; Ârifler Silsilesi. 4 cild. Oğuz Yayınları, 1998.
·
Muhammed Hâşim Kişmî; İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakiler. Tercüme: A. Fârûk
Meyân. Berekât yayınevi. 1971, 477 s.
·
Reşit Rahmeti Arat; Babürnâme. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,
1985, 622 s.
·
Sadreddin Yüksel; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Divanı ve Şerhi, Sabah Kültür Yayınları
İstanbul, 1977. Metin ve Lügatçe 458 s.
·
Süleyman Kuku; Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Dîvan Tercümesi ve Gölgesinde Çeşme-i Muhabbet,
Damra, İstanbul, 2010, 398 s.
[1] İki kaynak: 1) Sadreddin Yüksel;
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Divanı ve Şerhi, Sabah Kültür Yayınları İstanbul, 1977. Metin ve Lügatçe 458 s. 2) Süleyman Kuku; Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî Dîvan Tercümesi ve Gölgesinde Çeşme-i Muhabbet, Damra, İstanbul, 2010,
398 s.
[2] Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ(kuddise sirruh) bir gün müridleri ile
oturuyordu. Doğan kuşu havada bir serçeyi kovalıyor bir türlü peşini
bırakmıyordu. Şeyh bir an serçeye nazar etti. Serçe hemen dönüp doğanı yakaladı
ve çeke çeke şeyhin önüne getirdi.
[3] Orada tanışıp ellerini öptüğümüz Muhterem Zeyd Ebul Hasan Fârukî
Efendi, 2000’li yıllara gelirken vefat etmiş ve aynı türbeye, babalarının
yanına defnedilmiştir. Rahmetullahi teâlâ aleyh.
[4] İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Hân-ı
Hânân Abdurrahîm Hân’a yazdığı mektuplar
için bakınız: Hüseyn Hilmi Işık; Mektûbât Tercümesi, 65-70.
Mektuplar.
[5] Muhammed Haşim Kişmî; Berekât
Zübdetü’l-Makâmât. İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakiler. Tercüme: Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân); Berekât
Yayınevi, İstanbul, 1971, 475 s. Furkan yayınları arasında 2012 tarihli yeni
baskısı 641 sayfadır.
Muhammed
Fadlullah Serhendî Fârûkî; Umdetü’l Makâmât, Çeviri-Uyarlama: Süleyman Kuku, Damra, 2007, 464 s.
[6] Süleyman Kuku; Mekûb-i
Rabbânî’den Üç Mektûb, Mebde ve Meâd
Risâlesi, damra, İstanbul, 176 s.
[7] Süleyman Kuku; Evliyanın Kutbu Muhammed Ma’sûm Fârûkî. damra,
205 s.
[8] Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin
mektublarından birçoğunun tercümesi Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, Evliyanın Kutbu
Muhammed Ma’sûm Fârûkî, İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakilerde Namaz; Süleyman
Kuku, damra, İstanbul, 2011, 400 s. kitaplarda yer almaktadır.
[9] Süleyman Kuku; Mevlâna Hâlid
Divân Tercümesi, s. 22. Ve Yüksel; s.27.
[10] Müslümanlar arasında yayılmaya çalışılan her tür mezhepsizlik,
vehhabilik, bahaîlik vb akımlarla, ülkemizde 2010’lu yıllardan itibaren
deşifre edilen Paralel Yapı“Fetö” örgütünün 50 yıldır mensuplarına
yaptığı telkinleri bu açıdan değerlendirmekte ve tedbirli davranmakta fayda
görüyoruz. Bu konuda belgelere dayalı bilgiler edinmek isteyenler “ Kadir
Mısıroğlu; Asrın İhâneti: Paralel Yapı veya F. Gülen’in Günah Galerisinden
Sayfalar, Sebil Yayınları, 2015, 272 s.”
kitabına müracaat edebilirler. MA
[11] Yabancı ülkelerde yolculuk sırasında abdest
bozma ve abdest alma zorluklarını en aza indirmek için “mideye girişi kontrol
edersek, helâya çıkış azaltırız” diye bir formül geliştirmiştik. Çok da
faydasını gördük.