SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ (kuddise sirruh)
Bağlum’u birkaç yıldır duyageldim, ama ziyâret şimdi nasip oluyor.
Büyük âlim ve velî Seyyid Fehim kuddise sirruh hazretlerinin talebesi, halifesi. Silsile-i âliye olarak bilinen âlimler-velîler silsilenin son halkası.
Hocamın(rahimehullah) hocası ve üstâdı…
Ulus’tan mı? Keçiören’den mi? Şimdi tam hatırlamıyorum Bağlum’a minibüsler kalkardı. Kalbim küt küt atarak bindim. Kıvrılarak, yokuşları tırmanarak ıssız sayılabilecek yerlerden geçtiğimizi, yukarıdan süzülerek Bağlum’a inen yolu hatırlıyorum. Bir de köy meydanına inince kahvehanemsi bir yerde oturanlara kabristanı sorduğumu…
Kasabanın sol yanında yamaca tırmanan kabristanın yakın köşesindeki kabirlerinin başındayım. İlk ziyaretim. Kalbim küt küt çarpıyor.
Üstü açık bir kabir, çevresinde bir düzine kadar daha kabir var.
Hayatta olan az sayıdaki talebeleri “ehibbâ”dan, Hocam Hüseyin Hilmi Işık efendilerin talebelerinden ve Necip Fazıl’ı okuyanlardan gayri tanıyan olmadığı için, ziyaret edeni de az.
Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 yılında Van’ın Başkale kasabasında doğmuşlar. 1943’te Ankara'da vefât etmişler. Evlâd-ı Resûlden. İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan geliyorlar. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî imiş.
Henüz ilk mektep zamanlarında gördükleri bir rüyâ üzerine “on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum” buyuruyorlar. “Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım”.
Bu arada kendilerini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyorlar. Diğer tarafta ise bir başka gelişme var: Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü görüyor. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." Buyuruyorlar!
Ve Seyyid Fehîm-i Arvâsî’ye talebe oluyorlar. Onların sohbet ve teveccühleri ile gönüllerini nurlandırıyorlar. Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden icâzet alıyorlar.
Sonra Van’ın Başkale kazasında bir medrese yaptırıp, zengin bir kütüphane kazandırıyorlar. Talebelerinin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı kendilerine ait olmak üzere de o medresede tam 29 yıl ders okutuyorlar. Orada birçok âlim ve fâzıl insan yetişiyor[1].
1915 Ermeni mezâlimi sırasında bütün varlıklarını ve o ilim yuvasını terk etmek zorunda kalıyorlar. Güneye göç ediyorlar. Mübarek oğulları Seyyid Münir Üçışık (Allah rahmet eyleye) efendiden dinlemiştim. Yıllar süren bu yolculukta çektikleri meşakkati, çileyi burada anlatmak mümkün değil. Ciltler ister.
Irak’a hicretlerinde gönüllerinde bir arzu var: “Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orayı vatan edinmek”. Ama o civarlarda İngilizler var ve savaş çok şiddetli. Musul'da kalıyorlar.
Arvas’tan hicret başladığında beraberlerindeki nüfus yüz elli iken ancak altmış altı kişiyle, çöl ve sahraları aşıp Adana'ya geliyorlar. Orada da çeşitli hastalıklar sebebiyle vefatlar oluyor. Kalan 20 kişi ile Eskişehir'e, nihayet pek az yakınları ile 1918 Nisan ayı ortalarında İstanbul'a teşrif ediyorlar.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Eyüp’te, Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgarî Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendiriliyor. Bu arada 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi olarak tâyin ediliyor. İstanbul’un çeşitli câmilerinde va’z ederek ve de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yayıyorlar. Onları duyan üniversite hocaları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelirler; sohbetinde, dersinde bir süre oturunca, sormadan cevâplarını alır giderlermiş.
Ömürleri boyunca “Ben” dememişler hiç. İslâm âlimlerinin adı geçince "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız. Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." Buyururlarmış.
Sultan Vahideddîn Han’ın ricâsı üzerine çok kimseyi Anadolu'ya göndermişler, mücâhitlere katılmaları için milleti teşvik etmişler.
Bütün hayatları; yemeleri, içmeleri, yatmaları, kalkmaları, konuşma ve susmaları, gülmeleri, ağlamaları hep Resûlullah efendimize uygun olmuş.
· Talebelerine, "İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." Diye söylerlermiş.
· Talebeleri “edeb nedir?” diye sormuşlar: "Edeb; hudûda, sınırlara riâyet etmek, onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir." Diye açıklamışlar.
· Bir gün derslerinde şöyle buyuruyorlar: "Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."
· Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatıyor: Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Oysa ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş, talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olabileceğimi anladım”. Sonra, gidip talebelerine haber veriyor. Şeyhliği bırakıp O büyük zâta talebe oluyorlar. O Hüseyin efendiyi 1970 yılında Eyüp’teki evinde ziyaret edip dua istemiştik. Hatırımda bir deri bir kemik, ak saçlı ihtiyar ve mütebessim çehresi var. Allah-ü teâlâ onlara ve vefât eden bütün ehibbâya rahmet eyleye.
· Talebelerinden Şakir Efendi naklediyor:
“İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve baba çocuklarını alıp Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden cevap verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç gözyaşları döktüler.”
Onlar, huzurlarında yavrucağa teveccüh etmişler, dilleri çözülmüş. Bu âcize ise üveysî olarak himmet ettiler, gönlüm toparlandı…
Giriş bölümünde yazmıştım. 1966’da aynı Hisar Camiinin avlusunda “Tam İlmihâl” kitabını karıştırırken, o muhteşem beyte rastlamam ve kitabı satın alarak dinimi öğrenmeye başlamam başka nasıl izah edilebilir? Eğer bugün burada, manevî huzurlarında bulunuyorsam, o himmetin bereketidir. Hiç şüphem yok…
Abdülhakîm Efendi hazretleri "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Buyurmuşlar. Şu anda bomboş olduğumu hissediyorum.
Efendim himmet!
Hocamızı (rahimehullah) ne zaman görebilsek hep Onları anar, onlardan naklederlerdi:
· “Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest” Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
· Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.
· İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
· Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâm’ın vakârını, kıymetini gösteriniz.
Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı İstanbul Câmilerinde yaptıkları vaazlar sebebiyle iftirâya uğruyorlar. Eylül 1943'te tutuklanarak İstanbul'dan İzmir'e götürülüyorlar. İki ay kadar polis nezaretinde kalıp, hastalanıyorlar. Nihâyet Ankara'ya nakline müsâade çıkıyor. Yeğenleri Faruk Işık Bey'in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943 günü vefât ediyorlar. Vefât ânında hafif bir zelzele oluyor, Ankara sallanıyor!
Bağlum(Bağı ulûm)’a defnedildikten sonra, oğulları fazîletli Ahmed Mekki Efendiye telkinini kimin vereceği sorulduğunda; "Babam Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini iyi tanır. Telkinini Hilmi versin." buyuruyorlar. Ve Hocamız bu vazifeyi ifa ediyorlar…
Küçük oğulları rahmetli Seyyid Münir Üçışık efendiler İzmir’e gelişlerinde fakirhâneyi şereflendirirler birkaç gün kaldıktan sonra diğer dostlara giderlerdi. 1976 yılındaki teşriflerinde mübarek babalarını(kuddise sirruh) anlatmışlardı. İzinleriyle aldığım o günkü ses kaydını teberrüken saklıyorum. En son 1978 Aralık ayında İzmir’e teşrif edip bir hafta misafirimiz olmuşlardı. Sonra başka bir arkadaşın evine ayrıldılar ve orada Aralık ayı son günü vefat ettiler. Bağ-ı Ulûm’da mübarek babaları Efendi hazretlerinin yakınına defnedildiler. Cenâb-ı Hakk onlara rahmet, bize de onları şefaatçi eyleye… Âmin.
Hocamız rahmetli Hüseyin Hilmi Işık(rahimehullah) söyleyişiyle “Efendi hazretleri”ni anlatmak bu âcizin haddi değil. Bereketlenmek için bu kadarcık yazmadan da olmazdı[2].
Cenâbı Hakk onlara rahmet eyleye, bizlere de onların yolunda olmayı ve şefaatlerine kavuşmayı nasip eyleye. Âmin.
[1] 1980 yılında yaptığımız bir seyahat sırasında oraları gördük. Yeri gelince anlatılacak. Tarihî asırlara dayanan Arvas Mescidi ayaktaydı. Ama diğer yapılar Ermenilerin yakıp yıkmasından kurtarılamamıştı. Beli belirsiz duvar izleri kalmıştı… MA
[2] Onlar hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyen kardeşlerime aşağıdaki asıl kaynaklara başvurmalarını tavsiye ederiz.
· Esseyyid Abdülhakim Arvasî Hâl Tercümesi, Büyük Doğu Yayınları, 2014, Osmanlıca metin ekli. 122 s.
· Eshâb-ı Kirâm; Hakikat Kitabevi yayınları, s.157-159, 288-294
· Hüseyn Hilmi Işık: Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1061
· Süleyman Kuku (A. Fârûk Meyân); Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin Külliyatı, iki cild, 1403 sayfa, damra, 2009.
· Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân); İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi, 1982, c.1, s.34-73
· Necip Fazıl Kısakürek: Başbuğ Velîlerden; s.336-351
· Necip Fazıl Kısakürek: O ve Ben. Büyük Doğu Yayınları.
· Necip Fazıl Kısakürek: Son Devrin Din Mazlumları; Büyük Doğu Yayınları, s.319-336