HAYÂLDEN HAKÎKATE: MEKKE-MEDİNE


Yolculuğumuzun en önemli safhası şimdi başlıyor. İlk defa umre yapacağız. Mekke ve Medine’nin mübarek havasını teneffüs edeceğiz. Bir ömür hayâl edip özlediğimiz Kâbe’yi tavaf edeceğiz. Mescid-i Nebî’de namaz kılacağız, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna varacağız…
Heyecanla, şevkle umre ve ziyâret âdâbını okuyoruz. Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ve senâlar olsun.
Cakarta’dan Cidde’ye 8 bin km.
Hind Okyanusu, Hindistan semaları, Umman Denizi…
Her an mesafeler kısalıyor,
Tesbîh, tahmîd, tekbîr, salavât,
Mekke, Kâbe hayâl değil artık.
Yolumuz uzun, Resûl bey gezintiye çıktı. Uçakta görevli iki Türk hostese rastlamış. Bu hatta Türk yolcuya rastlamak, ender bir olaydır diyerek, bize ikram üstüne ikram ettiler. Yapmayın etmeyin, yeter desek de durmuyorlar. Türkiye’yi özlemişler. On bin metre havada bunca nimet, bu kadar kolaylık. Şaşırdık...
Bunlar bizim liyakatimizden veya marifetimizden değil.
Bunca cürmümüze böyle ihsan.
İhsan, ihsan, hep ihsan!
Elhamdülillah, hazâ min fadli Rabbi.
Sonsuz hamd-ü senâlar olsun Yüce Rabbimize,
Sonsuz selât-ü selâm olsun Efendimize(sallallahü aleyhi ve sellem) ve ehl-i beytine ve eshâbının hepsine(rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn),
En güzel duâlar ve selâmlar olsun sonraki büyüklerimize (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) ve sebeb-i saâdetimiz Hocamıza…
Affeyle yâ Rabb, yâ Rabb affeyle.
Allahümme mağfiretüke evse’u min zünubî ve rahmetüke ercâ indî min amelî.
Estağfirullah ve etûbü ilellah min cemî’i mâ kerihallah, kavlen ve fi’len ve hâtıran ve nâzıran ve sâmian.
Allahümme yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî alâ dînik.
Hangi duayı okusak, nasıl istiğfar etsek?
Ne kadar hamd, şükür etsek de nîmetlerin milyarda birine karşılık olamaz.
Biz buyuz, o kadar âciziz.
Yine de hakikî sevgiyi istiyoruz,
Kavuşuruz inşallah…
***
Resûl kardeşim pencereden dışarıyı seyrediyor.
Serhend, Serhend şu tarafta, diyor.
Evet, 2000 km kadar kuzeyimizde olmalı.
300 km yaklaştık, varamadık!
Eşiğe varmak ayrı, içeri girmek ayrı imiş. Nasip.
Fatiha okuyoruz.
Kuzeyimizdeki ufuk hattının belirsizleşen maviliğine bakıyor, dalıyor, iç çekiyoruz...
Müceddid-i elf-i sanî diyârından,
Habîbullah(sallallahü aleyhi ve sellem) diyârına gidiyoruz.
Biraz idrâk edebilsek, ah anlayabilsek bir nebzecik…
Göz pınarlarımızda küçücük bir dânecik,
Hasret diyor,
Firâk diyor,
Sevmek diyor,
Hâlis bir kalb ile tam sevgi istiyor.
Bir ümidimiz var, büyüklerimizden öğrenmiştik:
“Vermek istemeseydi, istek vermezdi”.
Rabbimiz istek verdi, idrak da verir inşallah.
Gün battı,
Öteler gri mavi renge büründü,
On bininci metrede elde tesbih, dilde salavât,
Yüce Yaradan’a münâcât…
Riyad - Cidde
Yatsı namazı vaktinde Riyad havaalanına indik. İç hatlar transit kartımızı aldık, buradan Cidde’ye uçacağız. Ama pasaport kontrolünde engel çıktı. Vize süremizin dolduğu söyleniyor. Bir büroya doluşmuş yabancı lisan bilmeyen, lâubali yeni yetmeler kendilerince tetkikat yapıyorlar. Pasaportumuzu biri alıp bırakıyor, diğeri alıyor, sonra başka bir işe geçiyorlar. Gardiyan kılıklı adamlara üççeyrek dil döktük, anlaşamadık. Bir haddini bilmez, tam çıkacağımız zaman lâf attı: “Etrak, half riyal!” yani Türkler, yarım riyal diyor. Gâvur parasıyla beş para etmeyen çapulculara bunu bırakmayız, lâkin vakit dar. Olayı zihnimize kaydettik. Hareket ediyoruz.
Pasaportumuzu vermediler, uçağa o lâftan anlamaz insanlar da bindi. Pasaportumuz ellerinde. Havalandık, ama endişelendik de. Neyse “tevekkeltü alallah” deyip, okuyarak Cidde havaalanına indik.
Cidde Havaalanında yaşadıklarımızı anlatmak mümkün değil. Ancak eziyet ve işkence kelimeleriyle ifade edilebilir. Davranışlarındaki lâubalilik ve uygulamaya çalıştıkları psikolojik baskı saatlerce sürdü. Biz de bulabildiğimiz bütün imkânları kullanarak TC Başkonsolosluğu ve Medine’de yerleşmiş olan muhterem İrfan Akça ile temas kurmaya çalıştık.
Değerli okuyucularımızı sıkmamak için bu kısımları yazmıyorum.
Yatsı vaktinde geldiğimiz havaalanında,  “gözetim” altında sabah namazlarımızı kılıp, salonun penceresinden ufku seyrediyoruz.
30 Ekim 1988
Gün doğuyor;
Dün Hind Okyanusu üzerinde batışını görmüştük,
Şimdi tam Mekke üzerinden doğuşunu seyrediyoruz.
Gökyüzüne dalga dalga allık vuruyor!
Mekke semaları pespembe oluyor.
Sivri dağ silsilesi arasından yayılan ilk ışıklar,
Sevgilinin çok yakınımızda olduğunu söylüyor.
Biz ise mahpusuz. Daha kötüsü, ilk uçakla gönderilme tehdidiyle sınanıyoruz…
Ne hikmettir, ne cilvedir?
Serhend’in kapısından döndük, burada da öyle mi olacak Yâ Rabbi!
Eğer insaflı insanlara rastlamaz isek, eşikten çevrileceğiz…
Konsolosluk görevlilerimizin Ankara, Riyad, Cidde arasında saatler süren telefon/teleks diplomasisi sonucu, bize yedi günlük vize verdiklerini söyleyip, serbest bıraktılar. 20 saat tutulduğumuz loş ve serin ortamdan, güneş tepede 40 derece sıcağa çıktık. Yorgun, bitkin olarak Al-Amûdî otele yerleştik. Derin bir oh! Çektik. “Elhamdülillah. Bu da geçti” dedik. Artık hürüz. Medine’ye, Mekke’ye gidebiliriz. Mübârek yerlere yüz sürebiliriz. Birazcık istirahat edip, kendimize gelmemiz lâzım.
Fakat o da ne? Henüz yarım saat olmamıştı ki, konsolosluğumuzdan bir telefon; Özür diliyorlar, size yedi gün demişler ise de belge üzerine iki gün yazmışlar, diye haber veriyorlar!
“Bunu “sehven” yapmışlar. Bir polis otelinize gelecek ve o yanlışı tashih edecek, mühür basacak” diye bildiriyorlar.
Dünden buyana yaşadıklarımızı düşününce, pek ihtimal vermiyoruz, güvenemiyoruz. Hemen çıktık.
Cidde’yi boydan boya kesen ana cadde üzerindeyiz. Güneş yakıyor, arabalar sel gibi akıyor. Alışık olmadığımız kuyruklu amerikan arabaları içinde, beyaz entarili, çeneden sakallı suûdîler… Bir taksiye atlayıp döndük. Bir düzine kapı dolaşarak göçmen bürosuna vardık. Gençten bir polis görevlisine zar zor meramımızı anlatıp, yardım istedik. “Bu iş uzun sürer, içeri girip oturun” demez mi! Kâğıtlarımızı aldı, baktı, kenara koydu. Telefonlarla konuştu, sonra çıkıp gitti. Yeni gelen polis evrakları aldı, bizimkiler kaldı! Yâ Sabûr…
Yeter artık deyip, buradan geri dönüp gitmek içimden geçiyor. Resûl bey elini, yüzünü ovuşturuyor. Nefesimiz daralıyor.
Adam sakız çiğniyor. Gelen her evrak üste konuyor, bizimkiler altta bekliyor!
Saatler sonra birileri mühür getirdi, yedi günlük izin yazıp mühürledi, buyurun gidin dedi…
Tekrar otelimizdeyiz. Ama bu sefer sevinçliyiz. Duş yaptık, alış veriş ettik, karnımızı doyurduk. Erken yatmak üzere odamıza çekildik. Bir telefon; pek anlayamadım, Resûl’e verdim. Konuşması heyecanlı, yüzü gergin: “İnelim” diyor. “Aşağıda bir polis bizi bekliyor!”
İndik, kafamızda bin bir soru, bu da neyin nesi?
Pat çak anlaştık. Meğerse izin süremizin yanlışlıkla 48 saat yazıldığını görüp, konsolosluğumuza haber veren polis memuru imiş. Merak edip, bir yanlışlık varsa düzeltelim diye gelmiş…
Böyle insanlar da varmış, şükür Allah’a. Sevindik, odamıza davetle çay ikram ettik. Sorduk. “Medineliyim, bütün sülâlem orada” dedi. Hem de şerîf imiş!
O zaman anladık işin nezaketini, himmetin nereden geldiğini.
Dün sabahleyin, havaalanında gitmekle kalmak cenderesinde sıkılıp dua ederken, Resûl ağabey “Hasan dede, imdât eyle” diye Hazreti Hasan Radıyallahü anh Efendimizden yardım istemiş. Onlar da torunlarını göndermişler!
Artık akıl ermiyor. Bundan sonrası sır…

Cidde-Medine, 31 Ekim 1988
Sabah erken boy abdestimizi alıp, birkaç Sudan’lı Müslüman ile Medine yoluna düştük.
Salavât-ı şerîfe dilimizde, sevgisi gönlümüzde,
Tam eyle, ebedî eyle bu sevgiyi yâ Rabb.
Hicret yolu ümit ve sevgi dolu,
Hazret-i Sıddîk ile beraber imişler,
Belki şu topraklara değmişler,
Nûr ve bereket saçmışlar.
1409 sene evvel buralardan geçerek,
İslâm takvimini başlatmışlar.
Bu topraklar o mübarek ayakları öpmekle şereflenmişler,
Büyükler o tozları gözlerine sürme eylemişler.
Şair ne güzel söylemiş;
“Basmasa mübârek kademin, rûy-i zemîne,
Pâk itmez idi kimseyi, hâk ile teyemmüm”.
Rahmetli A. Münir Üçışık[1] büyüğümüzden dinlemiş ve öğrenmiştik. Bir yolculuk esnasında, saatlerce şu kasideyi hafif sesle tekrarlayıp, iç çekmişlerdi:
“İnnilte ya riha's-sabâ, yevmen ile'l-ardi'l-haram,
Belliğ selâmî min ravdaten, fîhe'n-nebiyyü'l-muhterem”.
Ey Bâd-ı Sabâ uğrarsa yolun Semt-i Harameyne,
Tâzîmimi arz eyle Resûlu-s-sekaleyne...
Hicret yolundayız, içimiz ümit ve sevgi dolu. Uzaktaki tepelere, yakındaki şu topraklara kim bilir, Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) nurlu nazarları değmiştir. Kim bilir kaç sahabe (radıyallahü anhüm), nice evliya bu dağ sırtlarını aşmış, şu ıssız vadilerden geçmiştir. O mübarek nazarlara muhatap oldu diye, gözlerimiz dağ kıvrımlarına takılıp gitti…
***
Sâlimen ve huzûr içinde nûrlu şehir Medine’ye geldik. Tatlı yamaçlardan girerken gördüğümüz her kubbeye, Kubbe-i Hadrâ nazarıyla bakarak. Şimdi Bâki Kabristanının alt ucunda, Mescîd-i Nebevî’yi gören Daheel Oteldeyiz.
Otelden çıkıp yürüyoruz, gözlerimiz Yeşil Kubbe’de.
Kitaplardan öğrendiğimiz sıraya göre ziyâret etmek istiyoruz.
Sora sora Bâbü’s Selâm’ı arıyoruz.
Ve eşikten girdik.
O’nun (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) minberi,
O’nun mihrâbı,
O’nun kabr-i şerîfi,
Ve ikisi arası Ravda-i Mutahhara, Cennet Bahçesi.
Dahası yok,
Olamaz da…
***
Öğle, ikindi, şükür namazlarımızı kıldık.
Bütün bu nimetlere kavuşmamıza vesile olan hocamızın, önceki büyüklerimizin(rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) en edna talebeleri, takipçileri olarak gittik, kendimizi arz ettik…
Muvâcehe-î Seâdet önünde; âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) kabrinin birkaç metre önünde durup, kitaplardaki duayı okuduk.
Sonra iki gözbebeği; Hazret-i Ebû Bekir radıyallahü anh ve Hazret-i Ömer radıyallahü anh efendilerimizin hizalarında durup, dualarımızı okuduk. Vehhabî nöbetçiler yüzümüzü kabr-i şerîften çevirmeye, ellerimizi açıp dua etmemize engel olmaya çalışıyorlar. Sırtınızı dönün diyorlar.
Dua kitabımızı avucumuzun içine yayıp, okumak için tutuyormuş gibi yaparak, dualar ettik…
Sonra Cennetü’l-Bakı‘e gittik.
Medine’de Müslümanların kurduğu ilk mezarlık. Buraya ilk defnedilen de Osman b. Maz‘ûn(radıyallahü anh). Peygamber efendimiz(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) onun baş ve ayakuçlarına kendi getirdiği iki taşı koyduktan sonra; “Bu âhirete ilk gidenimizdir” buyuruyorlar.
Peygamber Efendimiz, oğlu İbrâhim vefat edince aynı yere defnedilmesini emrediyorlar, kabrinin üstüne su döküyorlar. Peygamber efendimizin kızlarından Rukiyye ve Zeyneb, hazreti Fâtıma burada defnedilmişler. Torunları hazreti Hasan ve Kerbelâ’da şehid olan Hz. Hüseyin’in başı da annelerinin yanına defnedilmişler. Peygamber efendimizin amcaları hazreti Abbas ile halaları Safiyye de burada yatmaktadır. Peygamber efendimizin “benim ikinci annem” buyurdukları Hazreti Ali’nin annesi Fâtıma bint Esed ile sütanneleri Halîme, Resûl-i Ekrem’in mübarek zevcelerinden başta hazreti Âişe olmak üzere Hafsa, Ümmü Seleme, Zeyneb bint Huzeyme, Zeyneb bint Cahş, Safiyye, Reyhâne ve Mâriye’nin kabirleri de burada bulunuyor.
On bin sahabenin yanında, Ehl-i beyt’in ileri gelenleri, tâbiîn neslinden birçok kimsenin de buraya defnedildiği kitaplarda yazıyor. Sahabelerden ise başta Halife Hazreti Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Abdullah b. Mes‘ûd, Suheyb b. Sinân ve Ebû Hüreyre burada yatmaktadır. Radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn. Yüce Rabbimiz onların şefaatlerine kavuşmayı bizlere de nasip eylesin. Hazreti Âişe vâlidemizin rivayetine göre Resûlullah(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) zaman zaman Cennetü’l-Bakı‘a gider ve burada yatanlara dua ederlermiş. Bazı cenaze namazlarını da burada kıldırırlarmış. Habeşistan hükümdarı Ashame’nin gıyabî cenaze namazını da Bakı‘da kıldırmışlar.
Hazreti Hasan ile Hazreti Abbas’ın kabirlerinin üzerine vaktiyle iki kapılı yüksek bir kubbe ve türbe yapılmış. Keza Hazreti Osman’ın kabri üzerine de Selâhaddîn Eyyûbî’nin emriyle kubbeli bir türbe yapılmış. 1800’lerde Suûdiler Medîne-i Münevvere’yi istilâ edince Cennetü’l-Bakı‘daki mezar taşlarını ve türbeleri yıktırmışlar. Sultan II. Abdülhamid Hân bunları yeniden yaptırmışsa da 1926’da Abdülazîz bin Suûd türbe ve mezarları yeniden yıktırmış. 1970’lerden sonra dozerlerle girmişler, kalan türbeleri ve mezar taşlarına varıncaya kadar bütün kitabeleri yerle bir etmişler. Yakın zamanlara kadar kabristanın kapıları da kilitli imiş. Şimdi sabah ve ikindi namazlarından sonra bir müddet ziyarete açıyorlar. Çenesi kıllı, göbekli, sadakacı(!) kimseler çevremizde dolaşıyorlardı. Ağızlarında birkaç tekerleme, sözüm ona ziyâret duası edip, mihmandarlık bahşişi istiyorlarmış. Onlara uymadık, kendimiz ziyâretlerimizi yaptık, okuduk, gönlümüze geldiği gibi dualar ettik. O mübarek zâtları vesile ederek, Cenâb-ı Hakk’dan niyazda bulunduk.
Mescîd-i Nebî’den Bâkî Kabristanına gelince, girişte sağ tarafta etrafı çevrili mekânda adını duyduğumuz çok büyüklerimiz var. Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) amcaları Hazreti Abbas (radıyallahü teala anh), Hazret-i Fâtımatü’z-Zehrâ (radıyallahü teâlâ anhâ) validemizin ve Efendimizin torunları; On iki imamımızdan; Hazreti Hasan,  Zeynü’l Âbidîn, Muhammed Bâkır,  Câfer-i Sâdık (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) hazretlerinin kabirleri var. Başlarında birer taş dikili. Yine kabristanın mescide yakın olan kapı tarafında yukarıda isimlerini saydığımız Ezvâc-ı Tâhiratın kabirleri bulunuyor. Cafer-i Tayyar ve İmâm-ı Malik (radıyallahü teala anh) hazretlerinin kabirleri doğu taraflarında yer alıyor. Hazret-i Osman (radıyallahü teala anh) kabrini pek az kimse biliyor. İleri ortalarda, sol tarafta sorularak ancak bulunabiliyor[2]. Yüce Rabbimiz onların cümlesini çok sevmeyi nasip etsin, himmetlerini hep üzerimizde bulundursun. Mahşerde şefaatlerine kavuştursun.
Medine, 1 Kasım 1988
Sabah erken gusül abdesti alıp Mescîd-i Nebî’ye gittik. Bu defa Bâb-ı Cibril’den girdik. Sabah namazımızı kılıp, Kur’ân-ı Kerîm okuduk, istiğfar ve dua ettik. Muvacehe-i Saadet önünde ziyaretimizi yaptık. Ravda-i Mutahhara’da kaza namazları kıldık. Orada doymak yok, sıkılmak yok. Cennet Bahçesi burası…
Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Minberi, mihrâbı ve mübârek hâneleri… O günkü hâli ve yapısı değil elbet. Nispetler değişmiş olsa da, mekânlar aynı. Müçtehid İmamlarımızın, nice âlimlerin, velilerin övdüğü, kitaplar yazdığı bu kudsî mekânı bizler anlatamayız.
Muhterem Hikmet Akça beyefendi ile orada buluştuk. Önce bürosuna gittik. Sonra şehrin hemen dışında bir semt haline gelen Uhud’a, o mukaddes cihadın yapıldığı beldeye gittik. Yer yer hurmalıkların olduğu düzlük bir alandan ilerleyerek vardık. Çok yüksek olmayan, yaklaşıldığında fark edilen Okçular Tepesi. İki km kadar geride, kasabanın yaslandığı kırmızı kahverengi kayalıklardan oluşmuş, sarp Uhud Dağı…
Efendimiz (Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) şu küçük tepenin üzerine elli kişilik bir okçu grubu yerleştirmişler, düşmanı yenseler de, düşmana yenilseler de yerlerinden ayrılmamalarını tembihlemişler. Hicrî 3. yılda (Mart 625) yapılan Savaşın ilk safhasını alınan tedbirler sebebiyle Müslümanlar kazanıyor. Ancak Mekkeli müşriklerin kaçışını gören okçular yerlerini terk edince, düşman süvarilerin komutanı Halid Bin Velid pusuda beklediği yerden hareket ederek Müslümanları arkadan kuşatıyor. İki ateş arasında kalan Müslümanlar yetmiş şehit veriyor. Şehitlerin arasında Hazreti Hamza’ da bulunuyor. Şehidler, Okçular Tepesinin yüz metre kadar uzağında, duvarla çevrili bir kabristanda yatıyor. Hemen ön tarafta etrafı kaldırım taşlarıyla çevrili üç kabir var. Bunlar Seyyid-üş-şühedâ Hazreti Hamza, Abdullah bin Cahş ve Zübeyr bin Avvam’a (radıyallahü teâlâ anhüm) ait. Duvarın gerisinden, parmaklıklar arasından bakıp, ziyaretimizi yaptık, fatihalar okuduk, mübarek ruhlarına gönderdik. Yüce Rabbimiz şefaatlerine kavuştursun…
Bu tepe ve kabristan alanına Osmanlı ceddimiz birçok eser ve türbe yaptırmışlar. Ama vehhabiler onları da yıkmışlar. Okçular tepesi şimdi bakımsız, alelâde toprak yığını olarak duruyor[3].
***
Öğle namazımızı Mescid-i Nebî’de, Eshâb-ı Suffa mahallinde kıldık.  Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hâne-i saadetleri, hazreti Fâtımâ vâlidemizin hâneleri sütunlarla işaretlenmiş. Seyrettik, o saadetli günleri/yılları hayal ettik…
Öğleden sonra bir taksiye atlayıp Kubâ Mescidine gittik. Efendimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Hicret’te önce Kubâ’ya gelmişler. “Temeli takva üzere atılan Kubâ Mescidi” yapılana kadar, on günden ziyade burada kalmışlar. O mescidde Resûlullah Efendimiz ve beraberindekiler birlikte namaz kılmışlar.
Peygamber efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) daha sonra düzenli olarak Cumartesi günleri, bazen de Pazartesi günleri ziyaret etmişler. Bazen binekli olarak, bazen yaya olarak gelir, namaz kılarlarmış. Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “Kim güzel bir şekilde abdest alır, sonra Kubâ Mescidine gelir ve orada namaz kılarsa onun için umre sevabı vardır” (ibn Mâce, ikâme, 198; Tirmîzi, Sâlat, 242).
Kubâ Mescidi adını duyunca, İmâmı Rabbânî hazretlerinin yetiştirdiği, evliyanın en büyüklerinden Seyyid Âdem Bennûrî (kuddise sirruh) hazretlerini hatırlamadan olmaz: Âdem Bennûrî hazretleri Lahor’dan ayrılıp hac için yola çıkarlar. Öyle bir aşk, muhabbet ve edebe sahipler ki, hacdan sonra, Mescid-i Kûba’dan Mescid-i Nebevî’ye kadar olan yolu, her adımda iki rek’at namaz kılarak yaklaşırlar. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) efendimize selâm verirler. Ve pek az kimseye nasip olan selâmını almak ve Resûlullah ile musafaha edip, mübarek ellerin öpmekle şereflenirler. İşte o sırada “Ey oğlum, sen benim yanımda kal” şefkatli emrini duyarlar. Ardından hastalanıp orada vefat ederler. Cennetü’l Bakî’de Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn’in kabrine çok yakın bir yerde defnolunurlar. Yüce Rabbimiz mahşer günü bizleri o sevdiklerinin şefaatlerine kavuşmakla şereflendirsin. Âmin.
Kubâ Mescidinin eski yapısı Türk mimar tarafından yenilenmiş, büyük bir cami olmuş. Namazlarımızı kıldık ve yüksekçe bir yerde olan mescidin doğu kapısından dışarıyı seyrettik. Medine’nin bağı, bostanı buralardan sağlanırmış. Hurmalıkları çeviren kerpiç duvarların arasında döne kıvrıla giden sarı topraklı yollar hayallerimizi de peşi sıra götürdü.  Gönül o izleri sürmek, 14 asır öncesine varmak, Ashabın (aleyhimürrıdvân) bahçelerde çalışmasını, topladıkları hurmaları eteklerine, torbalarına doldurup taşıdıkları, ikram ettikleri günleri görmek, Onlarla (aleyhimürrıdvân) olmak istiyor…
Kubâ’dan hareketle, Mescid-i Kıbleteyn’e gittik. Cemaati bekleyen iki Türkle karşılaştık, kıymetli bilgiler verdiler. Bu cami de Türkler tarafından yenilenmiş. Mescid-i Nebi’nin tevsiatında(genişletilmesinde) çalışıyorlarmış. Dün akşam Bir Suudi prensi Bâbü’s Selâm’dan Mescide girerken, ayağı eşiğe takılmış, sendelemiş.  Ve “kırın bu eşiği” diye emir vermiş. Geceleyin, balyozla o güzelim mermer eşiği kırmışlar, düzlemişler! Demek ki, dün öğle namazında biz eski eşikten ilk ve son defa geçmişiz. Bir görgüsüzün tek sözüyle yok edilen asırların izi! Tarihî miras buralarda işte böyle tahrip ediliyor.
Mescid-i Kıbleteyn’den ayrılıp, Hendek Muhârebesinin cereyan ettiği alanı ve Mescid-i Seb’ayı görüp, geçtik. Medine’ye girip Hazreti Ömer(radıyallahü anh) Mescidinde namaz kıldık. Oradan Mescid-i Nebî’ye döndük. Namaz kıldık, vedâ ziyâreti yaptık. Ayrılmak istemiyoruz, ama vakit bu kadar! Tekrar ziyârete niyet ve dualar ederek otelimize yürüdük.
Akşam ziyaretimize gelen mimar Mahmut Sami Kirazoğlu ilginç şeyler anlattı; Medine’de önemli ihaleler almışlar ve tutunmuşlar. Mescid-i Kubâ ve Mescid-i Kıbleteyn’i onlar inşa etmişler. Şimdi ise, Medine çıkışında Zülhuleyfe Mîkad Camiini inşa ediyorlarmış. Projeleri yaparken kubbe konulduğunu gören Suudiler şiddetle karşı çıkmışlar. “Siz bu kubbelerle Osmanlıyı hatırlatıyorsunuz” demişler.  Onları ikna edinceye kadar çok uğraştım. Şimdi yapabiliyoruz, dedi. Kubbe ve Osmanlı, Suudiler için ne korkutucu şeylermiş meğer! Bizde de Osmanlıca kelime ve yazıya şiddetle karşı çıkan nice tıynetsizler var. Hepsi aynı potada yoğrulmuşlar. Burada her kubbeyi Osmanlı görüp korkan Arabistanlı Lawrens’in torunları, Türkiye’de her Osmanlıca kelimeyi kubbe gören müstemleke aydınları!
Nitekim Medine’de Osmanlı’dan kalma ne varsa; genişletiyoruz deyip yıkmışlar, onarıyoruz deyip yerle bir etmişler. Bir tek Sultan II. ci Abdülhamîd Hân’ın yaptırdığı Medine Tren İstasyonu kalmış. Mescide 700 metre. Al taştan kubbeleri, mermer sütunları ayakta. Pencereler çökmüş, kemerler harap olmuş. Çürüyüp çökmesini bekliyorlar zahir!
Mescid-i Nebî içinde Kaside-i Bürde’nin işlenmiş olduğu mermer sütunlar tıraşlanmış. Bazı yazılar da çok kaba yağlı boya ile kapatılmış. Sultan Selim Hân’ın Mescid ve Hâne-i Saâdet çevresine yazdırdığı levhalar da aynı âkıbete uğramış…

Medine’den Mekke’ye; 2 Kasım 1988 Çarşamba:
Sabah erken kalkıp gusül abdesti aldık, ihramlandık, ihram namazı kıldık. Burada fotoğraf çektirmiyorlar. Otelin penceresinden sarkarak, sabahın ilk ışıkları ile Cennetü’l-Bakı ve uzaktaki Kubbe-i Hadrâ’yı fotoğraflamaya çalıştık.
Hikmet Akça Bey otelden bizi alarak Mekke Otobüsüne götürdü. Saatler sonra hareket edeceği için, beklemeyip taksi ile gitmeye karar verdik. Lâkin taksicilerin de güvenilmez olduklarını bu vesileyle öğrendik. Müşteri kapmak için her boyaya giriyorlar. Eşyaları bagaja koyup, arka yoldan tekrar ilk noktaya dönüyor ve yeni bir av(!) bekliyorlar…
Aynen yaşadık ve onlar adına hicap duyduk. Utanmazlığın, arsızlığın böylesi bunlarda var. Bir saate yakın kilitli bagajlarımızı almak için uğraştık. Pakistanlı bir aileyle başka bir taksi kiraladık, birlikte gittik. Asil bir aile; annenin kucağında ihramlı küçücük bir yavru var. Baba her daim tesbih söylüyor. Az önceki sıkıntımız zail oldu.

Dönüş yolundayız. Kaybolmakta olan Medine siluetinde Yeşil Kubbeyi bir daha görme arzusu… İki günde ne alışmıştık. Sanki yıllardır yaşadığımız şehirden ayrılıyormuşuz gibi burukluk var içimizde.
Medine-Mekke yolu, bu defa hasret ve sızı dolu.
Zülhuleyfe Mîkad sınırındayız. Resûlullah Efendimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Vedâ Haccına çıkarken burada ihrama girmişler. On binlerce sahabe-i kiram ile birlikte imişler. Deve sırtında veya yaya, günlerce gitmişler.
Volkanik sıradağlar, arası hep çöl, hep sıcak, Hicret Yolu, hasret dolu…
Yolda bir şey yememeye veya az yemeye gayret ediyoruz.
***
Lebbeyk, Allahümme lebbeyk,
Lebbeyk, lâ şerîkeleke lebbeyk…
Tekbîr,
Tehlîl,
Salavât.
Hicret yolu, hasret dolu.
***
Her şey güzel de şu 20 yaşındaki taksi şoförünün cüretine ne demeli? Ricalarımıza inat, 450 km. boyunca kasetten yüksek sesle müzik dinledi. Bu mübarek beldede bir vehhabî saygısızlığı olarak, hatırlayacağız...
***
Kâbe-i Muazzama’yı ilk görüşte okunacak duanın kabul olunacağını öğrenmiştik. Hayatta bir kere nasip olacak bu fırsatı kaçırmak istemiyoruz.
Telbiye, tekbîr ve salâvât okuyarak Harem sınırına girdik. Artık Mekke’deyiz. Bir sabırsızlıktır içimizde. Gözümüz bir tepeden veya dönemeçten sonra karşımıza çıkıverecek Kâbe’yi aramada.
İlk görüşte okunacak dua çok mühim, kaçırmamalıyız.
Her minareye “işte o” dikkatiyle aramada, sağa sola bakmadayız. Dolambaçlı sokaklardan, iniş çıkışlardan sonra birden Mescid-i Harâm’ın dış duvarlarını görüyoruz. Kale duvarları gibi yüksek. Sanki örtmek maksadıyla yapılmış! Arabadan inip şöyle bir bakındık. Değil Kâbe’yi, içerden bir sütunu bile görmek imkânsız. Doğruca yer ayırttığımız Şubra otele gittik. Mescide birkaç yüz metre mesafede, eski, vasat bir otel. Eşyalarımızı yerleştirdik. Gusül abdesti aldık hiç vakit kaybetmeden ileride gördüğümüz Mescid-i Harâm’a yöneldik. Elimizde Hâc Rehberi ve dua kitabı.
Mescide Bâbü’s-selâm’dan girmek istiyoruz. Her kapıda sorarak ilerliyoruz, başımız yerde. Namüsait bir ortamda, duramayacağımız kalabalık arasında olmak istemiyoruz. İlk görüş çok önemli, sabırlı ve dikkatli olmalıyız.
Nihayet Bâbü’s-selâm…
Terliklerimizi ayakkabılığa bırakıp, girdik. Yürüyen kalabalıkları keserek geçiyoruz. Bunlar Safâ ve Merve arasında say yapanlar olmalı. Demek çok yakınız. Ama uzaklara bakmıyoruz, sütunların sonuna kadar ilerlemek, en iyi göreceğimiz yerde başımızı kaldırmak istiyoruz. Çevremiz iyice tenhalaştı, başımızı kaldırdık…
Evet, Kâbe karşımızda!
Kıblemiz, yeryüzünün en kıymetli mahalli Kâbe-i Muazzama tam karşımızda; siyah örtüsü, yaldızlı kapısı Hazreti İbrahim makamı…
Gözümüzü ayırmadan ve kırpmadan sütunlara yakın durduk. Artık ilk görüşte okunacak kendi seçtiğimiz dualarımızı okuyabiliriz:
°                     Allahümme yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî alâ dînik,
°                     Allahümme mağfiretüke evseu min zunûbî ve rahmetike ercâ indî min ameli,
°                     Allahümme eselüke’s-sıhhate vel âfiyete vel emânete ve husnel hulkı verrıdâe bil kaderi bi rahmetike yâ erhamerrâhimîn,
°                     Allahümme erinel hakka hakan verzugnâ itibâahû ve erinel bâtıla bâtılan verzugnâ ictinâbehu bi hurmeti seyyid el beşer(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem),
°                     Seyyidü’l istiğfâr,
°                     Rabbenâ âtina fi’d-dünya…
°                     Allahümağfirlî velivâlideyye…
Ve duâlar;
°                     Hocama,
°                     Ebeveynime, ceddime,
°                     Âileme,
°                     Dostlarıma,
°                     Akrabâma,
°                     Komşularıma,
°                     Mesai arkadaşlarıma,
°                     Bütün müslümanlara,
°                     Filistin’de, Eritre’de, Türkistan’da ve zor altındaki bütün müslümanlara, soydaşlarımıza kurtuluş, ferahlık için,
°                     Ülkemize bereket; mü’min, basiretli, hayırlı devlet adamlarımıza muvaffakiyet ihsan eylemesini için, Yüce Rabb’imizden niyazda bulunduk…
Osmanlı revakları altında Kâbe’ye karşı ilk namazımız, ardından öğle namazı.
Sonra Kâbe’yi solumuza alıp, tavafımızı yaptık. İlk tavafta Hâcer-ül Esved’i öptük. En tenha zamanda ve öğle sıcağına rağmen rükn-i Yemanî ve rükn-i Hâcer-ül Esved’de sıkışıklık var. İnsanlar birbirini zorluyorlar.
Elimizde dua kitabı, hiçbir delile ihtiyaç duymadan tavafımızı yaptık, Hazreti İbrahim Makamında iki rekât namaz kıldık. Susamıştık. Ama ara vermeyip Safâ ve Merve arasında Sây yaptık. Suudîler bu iki tepeciği oluşturan tabiî yapıyı, kayaları betonlamışlar, örtmüşler. Ama kayadan küçük parçacıklar görünüyordu. Sây’ımızı tamamladıktan sonra hemen Zemzem Kuyusuna inip, doya doya içtik… Mescid-i Haram’dan çıkıp, yokuşta bir binada rastladığımız ilk berberde saçlarımızı kestirdik. Otelimize dönüp, ihramlarımızı çıkardık, giyinip tekrar mescide döndük, bu defa Rükn-i Irakî cihetinden girdik. Kur’ân okuduk, akşam ve yatsı namazlarımızı kıldık, Kâbe’yi doya doya seyrettik.
Kâbe’yi İbrahim aleyhisselam ve İsmail aleyhisselam inşa ediyorlar. Peygamber efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ve bütün Eshâb-ı Kiram aleyhimürrıdvan, tâbiîn, tebe-i tâbiîn efendilerimiz, mezhep imâmlarımız, nice büyük evliyâ ve âlimler bu yapıyı gördüler, tavaf yaptılar, el sürdüler, yüz sürdüler. Başka kimler, kaç yüz milyonlar, milyarlar buralara ayaklarını bastılar…
Efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Mîrâc’da burada bir yerlerden semaya, bilinmeyen yerlere çıktı…
Onları hayâl ettik.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbâtında Kâbe’nin hakîkatinden, Kur’ân-ı Kerîmin hakîkatinden ve namazın hakîkatinden bahsediyor. Onları düşündük…
Kâbe’ye doymak olmaz, Kâbe’ye doyulmaz.
Henüz Umre mevsimi açılmadığı için en tenha zamanlara rastladık. Gündüz sıcakta tavaf yapanların sayısı yüzlerle ifade edilebilir. Nitekim tavaf sırasında Medine’den birlikte geldiğimiz Pakistanlı aile ile karşılaştık. İkindi cemaati dağılırken, sırtıma birinin dokunduğunu hissettim. İki saat önce saçlarımızı kesen berbermiş. Bizi tanımış…  Şimdi akşamın serinliği ile kalabalıklaştı. Ama tavafta olanlar yine de bin kişiyi aşmaz! Buranın yerlileri “siz onbeş, yirmi gün sonra Umre seferleri başlayınca görün kalabalığı” diyorlar…
Biraz sıkıntılı oldu girişimiz, kısa süreye sıkıştı. Ama bu tenhalığı bulabildik. Yüce Rabb’imize sonsuz hamd-ü senâlar olsun.
Biraz yorgunluk başladı.  Metafta oturup,  Kâbe’yi ve tavaf yapanları seyrediyoruz;
İnsanlar dönüyor,
Dünya dönüyor,
Galaksiler, kâinat dönüyor,
Elektronlar dönüyor.
İklimler dönüyor,
Kavimler doğuyor, kayboluyor, zaman akıyor,
Tarih tekerrür ediyor.
En küçüğünden en büyüğüne âlem dönüyor. Mü’minler tavaf yapıyor.
Ne muhteşem mihver bu Kâbe, nasıl bir sembol yâ Rabb!
Kâbe’nin hakikati, ötesinde Kur’ânın hakikati, daha üstünde Namazın hakikati…
Bu dünyada niçin varız, ne için yaratıldık?
Var olmanın anlamı nedir?
Büyük soru bu!
Hakikati aramakmış insanın görevi.
Arayıp bulmak, teslim olmak, aradan çekilip yok olmak.
Yok, olunca varlık sırrı açılır, hakiki kulluk başlarmış,
Varlığın anlamı kul olabilmekmiş…
3 Kasım 1988 Perşembe, Mekke
Gün ışımadan Kâbe yolunda olmanın tadı ve bereketi başka.  Hava ılık mı ılık.  Namaz, Kur’ân-ı kerîm, duâ ve tavaf…
Son günümüzü tam değerlendirmeliyiz. Bir taksi kiralayarak ziyâret programımıza başladık. Önce Muallâ Kabristanına götürmesini söyledik. Mezar, türbe namına bir şey bırakılmamış. Dozerler burada da çalışmış… Yamaçta duvarla çevrili bir bölme var. Hatice-tül-Kübrâ (radıyallahü teâlâ anhâ) vâlidemiz burada yatıyor. Ama neresinde?
Hazreti Hatice. Müslüman olmakla şereflenen ilk kadın, bütün malını, zenginliğini Efendimizin (sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem) uğruna, İslam yolunda harcamış. Resûlullah’ın İbrahim hariç bütün çocuklarının annesi. Hayatta oldukları müddetçe, yirmi beş sene, Resûl-i Ekrem efendimiz başka bir kadınla evlenmemişler. Hatice vâlidemiz hicretten üç sene önce, 65 yaşında vefat etmişler…
Yüce Rabbimiz onların cennetteki derecelerini âlî eylesin, bizleri de şefaatine kavuştursun.
Parmaklıkların arasından ve uzaktan bakıyoruz, hafif yamaçta düzlük bir parsel ve üzerinde dizili taşlar görünüyor. Eshâb-ı Kiram ve sonraki büyüklerimizin (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) kabirlerine işaret olarak konmuş olmalı. Girmek yasak. Uzaktan Fatiha okuyup ayrıldık.

Sırada Minâ, Müzdelife ve Arafat’ı görmek var. Bir teşehhüt miktarı da olsa havasını teneffüs etmek istiyoruz. Ve dönüşte Nûr Dağı Hirâ. Her durakta korkarak, aceleyle resimler aldık.
Tekrar Mescid-i Harâm’a döndük. Kâbe kapısının eşiğine elimizi koyup, Mültezem’e yaslanarak dualarımızı ettik…
Yine gelmek, tekrar tekrar gelmek arzusu ile son defa tavaf yaptık. Osmanlı ceddimizin yaptırdığı kubbe ve revaklar altından, gözümüz ve gönlümüz o kutlu Kâbe’de, geri geri giderek Mescid-i Harâm’dan çıktık.
Eşyalarımızı alıp, aynı taksi ile Cidde’de Al Amoudî otele döndük. Akşam olmuş, yorulmuşuz. Varınca anladık…
Cidde- İstanbul, 4 Kasım 1988
Sabah erken hazırlanıp, Cidde Havaalanına geldik. Beş gün önce çok sıkıntılar çektiğimiz ve olmakla olmamak arasında kaldığımız salondayız. Güneş Mekke üzerinden gülümserken Suudîlerin bizi burada tuttuğu o saatleri unutamayız. O gün el konan pasaportlarımızı geri almak için yine iki saat uğraştık. Hediyelik eşyalarımızı, Medine’den aldığımız hurmaları tek tek açtılar, şişlerle delik deşik ettiler, yetmedi bir de makineden geçirdiler. Burada anlayışsızlığın, zulmün bin türlüsü var. Yaşayarak öğrendik.
Sevgiliye kavuşmak kolay olmuyor,
Arada korkunç dağlar, nice tehlikeler bulunuyor…
***
Uçağımız Kızıldeniz üzerinde, Nil vadisinde uçarken gözlerimiz dalgın, dudaklar suskun, zihnimiz aramada, geçen günlerin karelerinden yorumlar çıkarmada:
Hasret ve firâktan başka ne kaldı geriye?
Her vuslat bir firâka çıkıyor,  ayrılıkla sonuçlanıyor,
Dünya bu mu? Diye için için sormada.
Şah Cihân Camiinde şahinler yine serçeleri kovalıyor mu?
Türkmen Kapı’da kabirler sıra sıra duruyor mu?
Sessiz ıssız bahçede Seyyid Nûr, uzak kabristanda Muhammed Bâkîbillah,
Daha nice evliyaullah,
Zemherîr dünyada ılık bir bahar oluyor mu?
Lôdi bahçelerinde çiçekler açıyor mu?
Kâinâtın efendisine örtü olmuş Kubbe-i Hadrâ,
Cennet bahçesi Ravda-i Mutahharâ,
On binlerce Sahabe ve nice evliyâyı kucaklamış Cennetü’l -Bakî,
Seyyidü’ş-şühedâ Hazreti Hamzâ, Uhud Şehidliği,
Mescid-i Kubâ, Kıbleteyn, yamaçlara serpiştirilmiş Seb’a,
Beyt-i Hudâ Kâbe-i Muazzama,
Ve ilk görüşteki dua!
Mescid-i Harâm, kutlu Kâbe, Merve ve Safâ,
Arafat, Müzdelife, Minâ,
Mahzun Cennetü’l Muallâ,
Kabri kaybedilmiş Haticetü’l Kübrâ,
Nûr dağı Hirâ…
İki rekât namaz, Makâm-ı İbrahîm arasında,
Ve son dua;
Kâbe kapısında.
Dahîlek Yâ Rabb! Yalvarırız, sana sığınırız Yâ Rabb!
Hatırda kalanlar,
Gönle dolanlar…


[1] A. Münir Üçışık; Seyyid Abdülhakîm Arvasî(kuddise sirruh) hazretlerinin küçük oğlu. 1978 son günü İzmir’de vefat etmiş ve Ankara Bağlum’da babalarının ayakucuna defnedilmiştir. Allah-ü teâlâ rahmet eyleye.
[2] 1997 Hac ve 2007 Umre ziyaretlerimizde Hazret-i Osman Efendimizin kabrinin etrafının çevrilip, levhalarla belli edildiğini, yürüyüş yolları yapıldığını ve başka değişiklikleri gördük.
[3] Sonraki yıllarda Hac ve Umre için gittiğimizde, Uhud Şehitliğinin etrafı duvarla çevrili, kapıları kilitli tek bir blok haline getirildiğini, Okçular Tepesinin yol açma, meydan kazanma bahanesiyle dozerlerle kazınarak,  adeta yok edildiğini üzülerek gördük.