Yolculuğumuzun
en önemli safhası şimdi başlıyor. İlk defa umre yapacağız. Mekke ve Medine’nin mübarek havasını teneffüs
edeceğiz. Bir ömür hayâl edip özlediğimiz Kâbe’yi tavaf edeceğiz. Mescid-i
Nebî’de namaz kılacağız, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
huzuruna varacağız…
Heyecanla,
şevkle umre ve ziyâret âdâbını okuyoruz. Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ve senâlar
olsun.
Cakarta’dan
Cidde’ye 8 bin km.
Hind
Okyanusu, Hindistan semaları, Umman Denizi…
Her an
mesafeler kısalıyor,
Tesbîh,
tahmîd, tekbîr, salavât,
Mekke,
Kâbe hayâl değil artık.
…
Yolumuz
uzun, Resûl bey gezintiye çıktı. Uçakta görevli iki Türk hostese rastlamış. Bu
hatta Türk yolcuya rastlamak, ender bir olaydır diyerek, bize ikram üstüne ikram
ettiler. Yapmayın etmeyin, yeter desek de durmuyorlar. Türkiye’yi özlemişler.
On bin metre havada bunca nimet, bu kadar kolaylık. Şaşırdık...
Bunlar
bizim liyakatimizden veya marifetimizden değil.
Bunca
cürmümüze böyle ihsan.
İhsan,
ihsan, hep ihsan!
Elhamdülillah,
hazâ min fadli Rabbi.
Sonsuz
hamd-ü senâlar olsun Yüce Rabbimize,
Sonsuz
selât-ü selâm olsun Efendimize(sallallahü aleyhi ve sellem) ve ehl-i beytine ve
eshâbının hepsine(rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn),
En
güzel duâlar ve selâmlar olsun sonraki büyüklerimize (rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecmaîn) ve sebeb-i saâdetimiz Hocamıza…
Affeyle
yâ Rabb, yâ Rabb affeyle.
Allahümme
mağfiretüke evse’u min zünubî ve rahmetüke ercâ indî min amelî.
Estağfirullah
ve etûbü ilellah min cemî’i mâ kerihallah, kavlen ve fi’len ve hâtıran ve
nâzıran ve sâmian.
Allahümme
yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî alâ dînik.
…
Hangi
duayı okusak, nasıl istiğfar etsek?
Ne
kadar hamd, şükür etsek de nîmetlerin milyarda birine karşılık olamaz.
Biz
buyuz, o kadar âciziz.
Yine
de hakikî sevgiyi istiyoruz,
Kavuşuruz
inşallah…
***
Resûl
kardeşim pencereden dışarıyı seyrediyor.
Serhend,
Serhend şu tarafta, diyor.
Evet,
2000 km kadar kuzeyimizde olmalı.
300
km yaklaştık, varamadık!
Eşiğe
varmak ayrı, içeri girmek ayrı imiş. Nasip.
Fatiha
okuyoruz.
Kuzeyimizdeki
ufuk hattının belirsizleşen maviliğine bakıyor, dalıyor, iç çekiyoruz...
Müceddid-i
elf-i sanî diyârından,
Habîbullah(sallallahü
aleyhi ve sellem) diyârına gidiyoruz.
Biraz
idrâk edebilsek, ah anlayabilsek bir nebzecik…
Göz
pınarlarımızda küçücük bir dânecik,
Hasret
diyor,
Firâk
diyor,
Sevmek
diyor,
Hâlis
bir kalb ile tam sevgi istiyor.
Bir
ümidimiz var, büyüklerimizden öğrenmiştik:
“Vermek
istemeseydi, istek vermezdi”.
Rabbimiz
istek verdi, idrak da verir inşallah.
…
Gün
battı,
Öteler
gri mavi renge büründü,
On
bininci metrede elde tesbih, dilde salavât,
Yüce
Yaradan’a münâcât…
Riyad
- Cidde
Yatsı
namazı vaktinde Riyad havaalanına indik. İç hatlar transit kartımızı aldık,
buradan Cidde’ye uçacağız. Ama pasaport kontrolünde engel çıktı. Vize süremizin
dolduğu söyleniyor. Bir büroya doluşmuş yabancı lisan bilmeyen, lâubali yeni
yetmeler kendilerince tetkikat yapıyorlar. Pasaportumuzu biri alıp bırakıyor,
diğeri alıyor, sonra başka bir işe geçiyorlar. Gardiyan kılıklı adamlara üççeyrek
dil döktük, anlaşamadık. Bir haddini bilmez, tam çıkacağımız zaman lâf attı: “Etrak,
half riyal!” yani Türkler, yarım riyal diyor. Gâvur parasıyla beş para
etmeyen çapulculara bunu bırakmayız, lâkin vakit dar. Olayı zihnimize
kaydettik. Hareket ediyoruz.
Pasaportumuzu
vermediler, uçağa o lâftan anlamaz insanlar da bindi. Pasaportumuz ellerinde.
Havalandık, ama endişelendik de. Neyse “tevekkeltü alallah” deyip, okuyarak
Cidde havaalanına indik.
Cidde
Havaalanında yaşadıklarımızı anlatmak mümkün değil. Ancak eziyet ve işkence kelimeleriyle
ifade edilebilir. Davranışlarındaki lâubalilik ve uygulamaya çalıştıkları
psikolojik baskı saatlerce sürdü. Biz de bulabildiğimiz bütün imkânları
kullanarak TC Başkonsolosluğu ve Medine’de yerleşmiş olan muhterem İrfan Akça ile
temas kurmaya çalıştık.
Değerli
okuyucularımızı sıkmamak için bu kısımları yazmıyorum.
Yatsı
vaktinde geldiğimiz havaalanında, “gözetim” altında sabah namazlarımızı kılıp,
salonun penceresinden ufku seyrediyoruz.
30
Ekim 1988
Gün
doğuyor;
Dün
Hind Okyanusu üzerinde batışını görmüştük,
Şimdi
tam Mekke üzerinden doğuşunu seyrediyoruz.
Gökyüzüne
dalga dalga allık vuruyor!
Mekke
semaları pespembe oluyor.
Sivri
dağ silsilesi arasından yayılan ilk ışıklar,
Sevgilinin
çok yakınımızda olduğunu söylüyor.
Biz
ise mahpusuz. Daha kötüsü, ilk uçakla gönderilme tehdidiyle sınanıyoruz…
Ne hikmettir,
ne cilvedir?
Serhend’in
kapısından döndük, burada da öyle mi olacak Yâ Rabbi!
Eğer
insaflı insanlara rastlamaz isek, eşikten çevrileceğiz…
Konsolosluk
görevlilerimizin Ankara, Riyad, Cidde arasında saatler süren telefon/teleks
diplomasisi sonucu, bize yedi günlük vize verdiklerini söyleyip, serbest bıraktılar.
20 saat tutulduğumuz loş ve serin ortamdan, güneş tepede 40 derece sıcağa
çıktık. Yorgun, bitkin olarak Al-Amûdî otele yerleştik. Derin bir oh! Çektik.
“Elhamdülillah. Bu da geçti” dedik. Artık hürüz. Medine’ye, Mekke’ye
gidebiliriz. Mübârek yerlere yüz sürebiliriz. Birazcık istirahat edip,
kendimize gelmemiz lâzım.
Fakat
o da ne? Henüz yarım saat olmamıştı ki, konsolosluğumuzdan bir telefon; Özür
diliyorlar, size yedi gün demişler ise de belge üzerine iki gün yazmışlar, diye
haber veriyorlar!
“Bunu
“sehven” yapmışlar. Bir polis otelinize gelecek ve o yanlışı tashih edecek,
mühür basacak” diye bildiriyorlar.
Dünden
buyana yaşadıklarımızı düşününce, pek ihtimal vermiyoruz, güvenemiyoruz. Hemen
çıktık.
Cidde’yi
boydan boya kesen ana cadde üzerindeyiz. Güneş yakıyor, arabalar sel gibi
akıyor. Alışık olmadığımız kuyruklu amerikan arabaları içinde, beyaz entarili,
çeneden sakallı suûdîler… Bir taksiye atlayıp döndük. Bir düzine kapı dolaşarak
göçmen bürosuna vardık. Gençten bir polis görevlisine zar zor meramımızı
anlatıp, yardım istedik. “Bu iş uzun sürer, içeri girip oturun” demez mi!
Kâğıtlarımızı aldı, baktı, kenara koydu. Telefonlarla konuştu, sonra çıkıp
gitti. Yeni gelen polis evrakları aldı, bizimkiler kaldı! Yâ Sabûr…
Yeter
artık deyip, buradan geri dönüp gitmek içimden geçiyor. Resûl bey elini, yüzünü
ovuşturuyor. Nefesimiz daralıyor.
Adam
sakız çiğniyor. Gelen her evrak üste konuyor, bizimkiler altta bekliyor!
Saatler
sonra birileri mühür getirdi, yedi günlük izin yazıp mühürledi, buyurun gidin
dedi…
Tekrar
otelimizdeyiz. Ama bu sefer sevinçliyiz. Duş yaptık, alış veriş ettik,
karnımızı doyurduk. Erken yatmak üzere odamıza çekildik. Bir telefon; pek
anlayamadım, Resûl’e verdim. Konuşması heyecanlı, yüzü gergin: “İnelim” diyor.
“Aşağıda bir polis bizi bekliyor!”
İndik,
kafamızda bin bir soru, bu da neyin nesi?
Pat
çak anlaştık. Meğerse izin süremizin yanlışlıkla 48 saat yazıldığını görüp,
konsolosluğumuza haber veren polis memuru imiş. Merak edip, bir yanlışlık varsa
düzeltelim diye gelmiş…
Böyle
insanlar da varmış, şükür Allah’a. Sevindik, odamıza davetle çay ikram ettik.
Sorduk. “Medineliyim, bütün sülâlem orada” dedi. Hem de şerîf imiş!
O zaman
anladık işin nezaketini, himmetin nereden geldiğini.
Dün
sabahleyin, havaalanında gitmekle kalmak cenderesinde sıkılıp dua ederken,
Resûl ağabey “Hasan
dede, imdât eyle”
diye Hazreti Hasan Radıyallahü anh Efendimizden yardım istemiş. Onlar da
torunlarını göndermişler!
Artık
akıl ermiyor. Bundan sonrası sır…
Cidde-Medine,
31 Ekim 1988
Sabah
erken boy abdestimizi alıp, birkaç Sudan’lı Müslüman ile Medine yoluna düştük.
Salavât-ı
şerîfe dilimizde, sevgisi gönlümüzde,
Tam
eyle, ebedî eyle bu sevgiyi yâ Rabb.
Hicret
yolu ümit ve sevgi dolu,
Hazret-i
Sıddîk ile beraber imişler,
Belki
şu topraklara değmişler,
Nûr
ve bereket saçmışlar.
1409
sene evvel buralardan geçerek,
İslâm
takvimini başlatmışlar.
Bu
topraklar o mübarek ayakları öpmekle şereflenmişler,
Büyükler
o tozları gözlerine sürme eylemişler.
Şair
ne güzel söylemiş;
“Basmasa mübârek kademin, rûy-i zemîne,
Pâk itmez idi kimseyi, hâk ile teyemmüm”.
Rahmetli
A. Münir Üçışık[1]
büyüğümüzden dinlemiş ve öğrenmiştik. Bir yolculuk esnasında, saatlerce şu
kasideyi hafif sesle tekrarlayıp, iç çekmişlerdi:
“İnnilte
ya riha's-sabâ, yevmen ile'l-ardi'l-haram,
Belliğ selâmî min ravdaten, fîhe'n-nebiyyü'l-muhterem”.
Belliğ selâmî min ravdaten, fîhe'n-nebiyyü'l-muhterem”.
Ey
Bâd-ı Sabâ uğrarsa yolun Semt-i Harameyne,
Tâzîmimi
arz eyle Resûlu-s-sekaleyne...
Hicret
yolundayız, içimiz ümit ve sevgi dolu. Uzaktaki tepelere, yakındaki şu
topraklara kim bilir, Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) nurlu
nazarları değmiştir. Kim bilir kaç sahabe (radıyallahü anhüm), nice evliya bu
dağ sırtlarını aşmış, şu ıssız vadilerden geçmiştir. O mübarek nazarlara
muhatap oldu diye, gözlerimiz dağ kıvrımlarına takılıp gitti…
***
Sâlimen
ve huzûr içinde nûrlu şehir Medine’ye geldik. Tatlı yamaçlardan girerken
gördüğümüz her kubbeye, Kubbe-i Hadrâ nazarıyla bakarak. Şimdi Bâki
Kabristanının alt ucunda, Mescîd-i Nebevî’yi gören Daheel Oteldeyiz.
…
Otelden
çıkıp yürüyoruz, gözlerimiz Yeşil Kubbe’de.
Kitaplardan
öğrendiğimiz sıraya göre ziyâret etmek istiyoruz.
Sora
sora Bâbü’s Selâm’ı arıyoruz.
Ve
eşikten girdik.
O’nun
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) minberi,
O’nun
mihrâbı,
O’nun
kabr-i şerîfi,
Ve
ikisi arası Ravda-i Mutahhara, Cennet Bahçesi.
Dahası
yok,
Olamaz
da…
***
Öğle,
ikindi, şükür namazlarımızı kıldık.
Bütün
bu nimetlere kavuşmamıza vesile olan hocamızın, önceki büyüklerimizin(rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecmaîn) en edna talebeleri, takipçileri olarak gittik, kendimizi
arz ettik…
Muvâcehe-î
Seâdet önünde;
âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem) kabrinin birkaç metre önünde durup, kitaplardaki duayı okuduk.
Sonra
iki gözbebeği; Hazret-i
Ebû Bekir
radıyallahü anh ve Hazret-i
Ömer radıyallahü anh
efendilerimizin hizalarında durup, dualarımızı okuduk. Vehhabî nöbetçiler
yüzümüzü kabr-i şerîften çevirmeye, ellerimizi açıp dua etmemize engel olmaya
çalışıyorlar. Sırtınızı dönün diyorlar.
Dua
kitabımızı avucumuzun içine yayıp, okumak için tutuyormuş gibi yaparak, dualar
ettik…
Sonra
Cennetü’l-Bakı‘e gittik.
Medine’de
Müslümanların kurduğu ilk mezarlık. Buraya ilk defnedilen de Osman b.
Maz‘ûn(radıyallahü anh). Peygamber efendimiz(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)
onun baş ve ayakuçlarına kendi getirdiği iki taşı koyduktan sonra; “Bu âhirete
ilk gidenimizdir” buyuruyorlar.
Peygamber Efendimiz, oğlu İbrâhim vefat edince aynı yere defnedilmesini emrediyorlar, kabrinin üstüne su döküyorlar. Peygamber efendimizin kızlarından Rukiyye ve Zeyneb, hazreti Fâtıma burada defnedilmişler. Torunları hazreti Hasan ve Kerbelâ’da şehid olan Hz. Hüseyin’in başı da annelerinin yanına defnedilmişler. Peygamber efendimizin amcaları hazreti Abbas ile halaları Safiyye de burada yatmaktadır. Peygamber efendimizin “benim ikinci annem” buyurdukları Hazreti Ali’nin annesi Fâtıma bint Esed ile sütanneleri Halîme, Resûl-i Ekrem’in mübarek zevcelerinden başta hazreti Âişe olmak üzere Hafsa, Ümmü Seleme, Zeyneb bint Huzeyme, Zeyneb bint Cahş, Safiyye, Reyhâne ve Mâriye’nin kabirleri de burada bulunuyor.
Peygamber Efendimiz, oğlu İbrâhim vefat edince aynı yere defnedilmesini emrediyorlar, kabrinin üstüne su döküyorlar. Peygamber efendimizin kızlarından Rukiyye ve Zeyneb, hazreti Fâtıma burada defnedilmişler. Torunları hazreti Hasan ve Kerbelâ’da şehid olan Hz. Hüseyin’in başı da annelerinin yanına defnedilmişler. Peygamber efendimizin amcaları hazreti Abbas ile halaları Safiyye de burada yatmaktadır. Peygamber efendimizin “benim ikinci annem” buyurdukları Hazreti Ali’nin annesi Fâtıma bint Esed ile sütanneleri Halîme, Resûl-i Ekrem’in mübarek zevcelerinden başta hazreti Âişe olmak üzere Hafsa, Ümmü Seleme, Zeyneb bint Huzeyme, Zeyneb bint Cahş, Safiyye, Reyhâne ve Mâriye’nin kabirleri de burada bulunuyor.
On
bin sahabenin yanında, Ehl-i beyt’in ileri gelenleri, tâbiîn neslinden birçok
kimsenin de buraya defnedildiği kitaplarda yazıyor. Sahabelerden ise başta
Halife Hazreti Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkas, Abdullah b.
Mes‘ûd, Suheyb b. Sinân ve Ebû Hüreyre burada yatmaktadır. Radıyallahü teâlâ
anhüm ecmaîn. Yüce Rabbimiz onların şefaatlerine kavuşmayı bizlere de nasip
eylesin. Hazreti Âişe vâlidemizin rivayetine göre Resûlullah(sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem) zaman zaman Cennetü’l-Bakı‘a gider ve burada yatanlara dua
ederlermiş. Bazı cenaze namazlarını da burada kıldırırlarmış. Habeşistan hükümdarı
Ashame’nin gıyabî cenaze namazını da Bakı‘da kıldırmışlar.
Hazreti
Hasan ile Hazreti Abbas’ın kabirlerinin üzerine vaktiyle iki kapılı yüksek bir
kubbe ve türbe yapılmış. Keza Hazreti Osman’ın kabri üzerine de Selâhaddîn
Eyyûbî’nin emriyle kubbeli bir türbe yapılmış. 1800’lerde Suûdiler Medîne-i
Münevvere’yi istilâ edince Cennetü’l-Bakı‘daki mezar taşlarını ve türbeleri
yıktırmışlar. Sultan II. Abdülhamid Hân bunları yeniden yaptırmışsa da 1926’da Abdülazîz
bin Suûd türbe ve mezarları yeniden yıktırmış. 1970’lerden
sonra dozerlerle girmişler, kalan türbeleri ve mezar taşlarına varıncaya kadar
bütün kitabeleri yerle bir etmişler. Yakın zamanlara kadar kabristanın kapıları
da kilitli imiş. Şimdi sabah ve ikindi namazlarından sonra bir müddet ziyarete açıyorlar.
Çenesi kıllı, göbekli, sadakacı(!) kimseler çevremizde dolaşıyorlardı. Ağızlarında
birkaç tekerleme, sözüm ona ziyâret duası edip, mihmandarlık bahşişi istiyorlarmış.
Onlara uymadık, kendimiz ziyâretlerimizi yaptık, okuduk, gönlümüze geldiği gibi
dualar ettik. O mübarek zâtları vesile ederek, Cenâb-ı Hakk’dan niyazda
bulunduk.
Mescîd-i
Nebî’den Bâkî Kabristanına gelince, girişte sağ tarafta etrafı çevrili mekânda
adını duyduğumuz çok büyüklerimiz var. Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem) amcaları Hazreti Abbas (radıyallahü teala anh), Hazret-i
Fâtımatü’z-Zehrâ (radıyallahü teâlâ anhâ) validemizin ve Efendimizin torunları;
On iki imamımızdan; Hazreti Hasan, Zeynü’l Âbidîn, Muhammed Bâkır, Câfer-i Sâdık (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn)
hazretlerinin kabirleri var. Başlarında birer taş dikili. Yine kabristanın
mescide yakın olan kapı tarafında yukarıda isimlerini saydığımız Ezvâc-ı
Tâhiratın kabirleri bulunuyor. Cafer-i Tayyar ve İmâm-ı Malik (radıyallahü
teala anh) hazretlerinin kabirleri doğu taraflarında yer alıyor. Hazret-i Osman
(radıyallahü teala anh) kabrini pek az kimse biliyor. İleri ortalarda, sol
tarafta sorularak ancak bulunabiliyor[2].
Yüce Rabbimiz onların cümlesini çok sevmeyi nasip etsin, himmetlerini hep
üzerimizde bulundursun. Mahşerde şefaatlerine kavuştursun.
Medine,
1 Kasım 1988
Sabah
erken gusül abdesti alıp Mescîd-i Nebî’ye gittik. Bu defa Bâb-ı Cibril’den
girdik. Sabah namazımızı kılıp, Kur’ân-ı Kerîm okuduk, istiğfar ve dua ettik.
Muvacehe-i Saadet önünde ziyaretimizi yaptık. Ravda-i Mutahhara’da kaza
namazları kıldık. Orada doymak yok, sıkılmak yok. Cennet Bahçesi burası…
Efendimizin
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Minberi, mihrâbı ve mübârek hâneleri… O
günkü hâli ve yapısı değil elbet. Nispetler değişmiş olsa da, mekânlar aynı. Müçtehid
İmamlarımızın, nice âlimlerin, velilerin övdüğü, kitaplar yazdığı bu kudsî mekânı
bizler anlatamayız.
Muhterem
Hikmet Akça beyefendi ile orada buluştuk. Önce bürosuna gittik. Sonra şehrin
hemen dışında bir semt haline gelen Uhud’a, o mukaddes cihadın yapıldığı
beldeye gittik. Yer yer hurmalıkların olduğu düzlük bir alandan ilerleyerek
vardık. Çok yüksek olmayan, yaklaşıldığında fark edilen Okçular Tepesi. İki km kadar geride, kasabanın
yaslandığı kırmızı kahverengi kayalıklardan oluşmuş, sarp Uhud Dağı…
Efendimiz
(Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) şu küçük tepenin üzerine elli kişilik bir okçu
grubu yerleştirmişler, düşmanı yenseler de, düşmana yenilseler de yerlerinden
ayrılmamalarını tembihlemişler. Hicrî 3. yılda (Mart 625) yapılan Savaşın ilk
safhasını alınan tedbirler sebebiyle Müslümanlar kazanıyor. Ancak Mekkeli
müşriklerin kaçışını gören okçular yerlerini terk edince, düşman süvarilerin komutanı
Halid Bin Velid pusuda beklediği yerden hareket ederek Müslümanları arkadan
kuşatıyor. İki ateş arasında kalan Müslümanlar yetmiş şehit veriyor. Şehitlerin
arasında Hazreti Hamza’ da bulunuyor. Şehidler, Okçular Tepesinin yüz metre
kadar uzağında, duvarla çevrili bir kabristanda yatıyor. Hemen ön tarafta
etrafı kaldırım taşlarıyla çevrili üç kabir var. Bunlar Seyyid-üş-şühedâ Hazreti Hamza, Abdullah bin
Cahş ve Zübeyr bin Avvam’a (radıyallahü teâlâ anhüm) ait. Duvarın gerisinden, parmaklıklar arasından
bakıp, ziyaretimizi yaptık, fatihalar okuduk, mübarek ruhlarına gönderdik. Yüce
Rabbimiz şefaatlerine kavuştursun…
Bu
tepe ve kabristan alanına Osmanlı ceddimiz birçok eser ve türbe yaptırmışlar.
Ama vehhabiler onları da yıkmışlar. Okçular tepesi şimdi bakımsız, alelâde
toprak yığını olarak duruyor[3].
***
Öğle
namazımızı Mescid-i Nebî’de, Eshâb-ı Suffa mahallinde kıldık. Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem) hâne-i saadetleri, hazreti Fâtımâ vâlidemizin hâneleri sütunlarla
işaretlenmiş. Seyrettik, o saadetli günleri/yılları hayal ettik…
Öğleden
sonra bir taksiye atlayıp Kubâ Mescidine
gittik. Efendimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Hicret’te önce Kubâ’ya
gelmişler. “Temeli takva üzere atılan Kubâ Mescidi” yapılana kadar, on
günden ziyade burada kalmışlar. O mescidde Resûlullah Efendimiz ve
beraberindekiler birlikte namaz kılmışlar.
Peygamber
efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) daha sonra düzenli olarak
Cumartesi günleri, bazen de Pazartesi günleri ziyaret etmişler. Bazen binekli
olarak, bazen yaya olarak gelir, namaz kılarlarmış. Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle
buyuruyorlar: “Kim
güzel bir şekilde abdest alır, sonra Kubâ Mescidine gelir ve orada namaz
kılarsa onun için umre sevabı vardır” (ibn Mâce, ikâme, 198; Tirmîzi, Sâlat, 242).
Kubâ
Mescidi adını duyunca, İmâmı Rabbânî hazretlerinin yetiştirdiği, evliyanın en
büyüklerinden Seyyid
Âdem Bennûrî (kuddise
sirruh) hazretlerini hatırlamadan olmaz: Âdem Bennûrî hazretleri Lahor’dan
ayrılıp hac için yola çıkarlar. Öyle bir aşk, muhabbet ve edebe sahipler ki, hacdan
sonra, Mescid-i Kûba’dan Mescid-i Nebevî’ye kadar olan yolu, her adımda iki
rek’at namaz kılarak yaklaşırlar. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)
efendimize selâm verirler. Ve pek az kimseye nasip olan selâmını almak ve
Resûlullah ile musafaha edip, mübarek ellerin öpmekle şereflenirler. İşte o
sırada “Ey
oğlum, sen benim yanımda kal” şefkatli emrini duyarlar. Ardından hastalanıp orada vefat ederler. Cennetü’l
Bakî’de Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn’in kabrine çok yakın bir yerde
defnolunurlar. Yüce Rabbimiz mahşer günü bizleri o sevdiklerinin şefaatlerine
kavuşmakla şereflendirsin. Âmin.
Kubâ
Mescidinin eski yapısı Türk mimar tarafından yenilenmiş, büyük bir cami olmuş.
Namazlarımızı kıldık ve yüksekçe bir yerde olan mescidin doğu kapısından
dışarıyı seyrettik. Medine’nin bağı, bostanı buralardan sağlanırmış. Hurmalıkları
çeviren kerpiç duvarların arasında döne kıvrıla giden sarı topraklı yollar hayallerimizi
de peşi sıra götürdü. Gönül o izleri
sürmek, 14 asır öncesine varmak, Ashabın (aleyhimürrıdvân) bahçelerde
çalışmasını, topladıkları hurmaları eteklerine, torbalarına doldurup
taşıdıkları, ikram ettikleri günleri görmek, Onlarla (aleyhimürrıdvân) olmak
istiyor…
Kubâ’dan
hareketle, Mescid-i
Kıbleteyn’e gittik.
Cemaati bekleyen iki Türkle karşılaştık, kıymetli bilgiler verdiler. Bu cami de
Türkler tarafından yenilenmiş. Mescid-i Nebi’nin tevsiatında(genişletilmesinde)
çalışıyorlarmış. Dün akşam Bir Suudi prensi Bâbü’s Selâm’dan Mescide girerken, ayağı
eşiğe takılmış, sendelemiş. Ve “kırın bu
eşiği” diye emir vermiş. Geceleyin, balyozla o güzelim mermer eşiği kırmışlar,
düzlemişler! Demek ki, dün öğle namazında biz eski eşikten ilk ve son defa
geçmişiz. Bir görgüsüzün tek sözüyle yok edilen asırların izi! Tarihî miras
buralarda işte böyle tahrip ediliyor.
Mescid-i
Kıbleteyn’den ayrılıp, Hendek Muhârebesinin cereyan ettiği alanı ve Mescid-i Seb’ayı görüp, geçtik. Medine’ye girip Hazreti Ömer(radıyallahü anh) Mescidinde namaz kıldık. Oradan Mescid-i
Nebî’ye döndük. Namaz kıldık, vedâ ziyâreti yaptık. Ayrılmak istemiyoruz, ama
vakit bu kadar! Tekrar ziyârete niyet ve dualar ederek otelimize yürüdük.
Akşam
ziyaretimize gelen mimar Mahmut Sami Kirazoğlu ilginç şeyler anlattı; Medine’de
önemli ihaleler almışlar ve tutunmuşlar. Mescid-i Kubâ ve Mescid-i Kıbleteyn’i
onlar inşa etmişler. Şimdi ise, Medine çıkışında Zülhuleyfe Mîkad Camiini inşa
ediyorlarmış. Projeleri yaparken kubbe konulduğunu gören Suudiler şiddetle
karşı çıkmışlar. “Siz bu kubbelerle Osmanlıyı hatırlatıyorsunuz” demişler. Onları ikna edinceye kadar çok uğraştım. Şimdi
yapabiliyoruz, dedi. Kubbe ve Osmanlı, Suudiler için ne korkutucu şeylermiş
meğer! Bizde de Osmanlıca kelime ve yazıya şiddetle karşı çıkan nice
tıynetsizler var. Hepsi aynı potada yoğrulmuşlar. Burada her kubbeyi Osmanlı
görüp korkan Arabistanlı Lawrens’in torunları, Türkiye’de her Osmanlıca kelimeyi kubbe gören müstemleke
aydınları!
Nitekim
Medine’de Osmanlı’dan kalma ne varsa; genişletiyoruz deyip yıkmışlar,
onarıyoruz deyip yerle bir etmişler. Bir tek Sultan II. ci Abdülhamîd Hân’ın
yaptırdığı Medine
Tren İstasyonu
kalmış. Mescide 700 metre. Al taştan kubbeleri, mermer sütunları ayakta.
Pencereler çökmüş, kemerler harap olmuş. Çürüyüp çökmesini bekliyorlar zahir!
Mescid-i
Nebî içinde Kaside-i Bürde’nin işlenmiş olduğu mermer sütunlar tıraşlanmış.
Bazı yazılar da çok kaba yağlı boya ile kapatılmış. Sultan Selim Hân’ın Mescid
ve Hâne-i Saâdet çevresine yazdırdığı levhalar da aynı âkıbete uğramış…
Medine’den
Mekke’ye; 2 Kasım
1988 Çarşamba:
Sabah
erken kalkıp gusül abdesti aldık, ihramlandık, ihram namazı kıldık. Burada
fotoğraf çektirmiyorlar. Otelin penceresinden sarkarak, sabahın ilk ışıkları
ile Cennetü’l-Bakı ve uzaktaki Kubbe-i Hadrâ’yı fotoğraflamaya
çalıştık.
Hikmet Akça Bey otelden bizi alarak Mekke
Otobüsüne götürdü. Saatler sonra hareket edeceği için, beklemeyip taksi ile
gitmeye karar verdik. Lâkin taksicilerin de güvenilmez olduklarını bu vesileyle
öğrendik. Müşteri kapmak için her boyaya giriyorlar. Eşyaları bagaja koyup,
arka yoldan tekrar ilk noktaya dönüyor ve yeni bir av(!) bekliyorlar…
Aynen yaşadık ve onlar adına hicap
duyduk. Utanmazlığın, arsızlığın böylesi bunlarda var. Bir saate yakın kilitli
bagajlarımızı almak için uğraştık. Pakistanlı bir aileyle başka bir taksi
kiraladık, birlikte gittik. Asil bir aile; annenin kucağında ihramlı küçücük
bir yavru var. Baba her daim tesbih söylüyor. Az önceki sıkıntımız zail oldu.
Dönüş yolundayız. Kaybolmakta olan
Medine siluetinde Yeşil Kubbeyi bir
daha görme arzusu… İki günde ne
alışmıştık. Sanki yıllardır yaşadığımız şehirden ayrılıyormuşuz gibi burukluk
var içimizde.
Medine-Mekke
yolu, bu defa hasret ve sızı dolu.
Zülhuleyfe
Mîkad sınırındayız.
Resûlullah Efendimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Vedâ Haccına çıkarken
burada ihrama girmişler. On binlerce sahabe-i kiram ile birlikte imişler. Deve
sırtında veya yaya, günlerce gitmişler.
Volkanik
sıradağlar, arası hep çöl, hep sıcak, Hicret Yolu, hasret dolu…
Yolda
bir şey yememeye veya az yemeye gayret ediyoruz.
***
Lebbeyk,
Allahümme lebbeyk,
Lebbeyk,
lâ şerîkeleke lebbeyk…
Tekbîr,
Tehlîl,
Salavât.
Hicret
yolu, hasret dolu.
***
Her
şey güzel de şu 20 yaşındaki taksi şoförünün cüretine ne demeli? Ricalarımıza
inat, 450 km. boyunca kasetten yüksek sesle müzik dinledi. Bu mübarek beldede
bir vehhabî saygısızlığı olarak, hatırlayacağız...
***
Kâbe-i
Muazzama’yı ilk görüşte okunacak duanın kabul olunacağını öğrenmiştik. Hayatta
bir kere nasip olacak bu fırsatı kaçırmak istemiyoruz.
Telbiye,
tekbîr ve salâvât okuyarak Harem sınırına girdik. Artık Mekke’deyiz. Bir
sabırsızlıktır içimizde. Gözümüz bir tepeden veya dönemeçten sonra karşımıza
çıkıverecek Kâbe’yi aramada.
İlk
görüşte okunacak dua çok mühim, kaçırmamalıyız.
Her minareye
“işte o” dikkatiyle aramada, sağa sola bakmadayız. Dolambaçlı sokaklardan, iniş
çıkışlardan sonra birden Mescid-i Harâm’ın dış duvarlarını görüyoruz. Kale
duvarları gibi yüksek. Sanki örtmek maksadıyla yapılmış! Arabadan inip şöyle
bir bakındık. Değil Kâbe’yi, içerden bir sütunu bile görmek imkânsız. Doğruca
yer ayırttığımız Şubra otele gittik. Mescide birkaç yüz metre mesafede, eski,
vasat bir otel. Eşyalarımızı yerleştirdik. Gusül abdesti aldık hiç vakit
kaybetmeden ileride gördüğümüz Mescid-i Harâm’a yöneldik. Elimizde Hâc Rehberi
ve dua kitabı.
Mescide
Bâbü’s-selâm’dan girmek istiyoruz. Her kapıda sorarak ilerliyoruz, başımız
yerde. Namüsait bir ortamda, duramayacağımız kalabalık arasında olmak
istemiyoruz. İlk görüş çok önemli, sabırlı ve dikkatli olmalıyız.
Nihayet
Bâbü’s-selâm…
Terliklerimizi
ayakkabılığa bırakıp, girdik. Yürüyen kalabalıkları keserek geçiyoruz. Bunlar
Safâ ve Merve arasında say yapanlar olmalı. Demek çok yakınız. Ama uzaklara
bakmıyoruz, sütunların sonuna kadar ilerlemek, en iyi göreceğimiz yerde
başımızı kaldırmak istiyoruz. Çevremiz iyice tenhalaştı, başımızı kaldırdık…
Evet,
Kâbe karşımızda!
Kıblemiz,
yeryüzünün en kıymetli mahalli Kâbe-i Muazzama tam karşımızda; siyah örtüsü,
yaldızlı kapısı Hazreti İbrahim makamı…
Gözümüzü
ayırmadan ve kırpmadan sütunlara yakın durduk. Artık ilk görüşte okunacak kendi
seçtiğimiz dualarımızı okuyabiliriz:
°
Allahümme yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî alâ dînik,
°
Allahümme mağfiretüke evseu min zunûbî ve rahmetike ercâ indî min ameli,
°
Allahümme eselüke’s-sıhhate vel âfiyete vel emânete ve husnel hulkı
verrıdâe bil kaderi bi rahmetike yâ erhamerrâhimîn,
°
Allahümme erinel hakka hakan verzugnâ itibâahû ve erinel bâtıla bâtılan
verzugnâ ictinâbehu bi hurmeti seyyid el beşer(sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem),
°
Seyyidü’l istiğfâr,
°
Rabbenâ âtina fi’d-dünya…
°
Allahümağfirlî velivâlideyye…
Ve
duâlar;
°
Hocama,
°
Ebeveynime, ceddime,
°
Âileme,
°
Dostlarıma,
°
Akrabâma,
°
Komşularıma,
°
Mesai arkadaşlarıma,
°
Bütün müslümanlara,
°
Filistin’de, Eritre’de, Türkistan’da ve zor altındaki bütün müslümanlara,
soydaşlarımıza kurtuluş, ferahlık için,
°
Ülkemize bereket; mü’min, basiretli, hayırlı devlet adamlarımıza
muvaffakiyet ihsan eylemesini için, Yüce Rabb’imizden niyazda bulunduk…
…
Osmanlı
revakları altında Kâbe’ye karşı ilk namazımız, ardından öğle namazı.
Sonra
Kâbe’yi solumuza alıp, tavafımızı yaptık. İlk tavafta Hâcer-ül Esved’i öptük.
En tenha zamanda ve öğle sıcağına rağmen rükn-i Yemanî ve rükn-i Hâcer-ül
Esved’de sıkışıklık var. İnsanlar birbirini zorluyorlar.
Elimizde
dua kitabı, hiçbir delile ihtiyaç duymadan tavafımızı yaptık, Hazreti İbrahim
Makamında iki rekât namaz kıldık. Susamıştık. Ama ara vermeyip Safâ ve Merve
arasında Sây yaptık. Suudîler bu iki tepeciği oluşturan tabiî yapıyı, kayaları
betonlamışlar, örtmüşler. Ama kayadan küçük parçacıklar görünüyordu. Sây’ımızı
tamamladıktan sonra hemen Zemzem Kuyusuna inip, doya doya içtik… Mescid-i
Haram’dan çıkıp, yokuşta bir binada rastladığımız ilk berberde saçlarımızı
kestirdik. Otelimize dönüp, ihramlarımızı çıkardık, giyinip tekrar mescide döndük,
bu defa Rükn-i Irakî cihetinden girdik. Kur’ân okuduk, akşam ve yatsı
namazlarımızı kıldık, Kâbe’yi doya doya seyrettik.
Kâbe’yi
İbrahim aleyhisselam ve İsmail aleyhisselam inşa ediyorlar. Peygamber efendimiz
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ve bütün Eshâb-ı Kiram aleyhimürrıdvan,
tâbiîn, tebe-i tâbiîn efendilerimiz, mezhep imâmlarımız, nice büyük evliyâ ve
âlimler bu yapıyı gördüler, tavaf yaptılar, el sürdüler, yüz sürdüler. Başka
kimler, kaç yüz milyonlar, milyarlar buralara ayaklarını bastılar…
Efendimiz
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Mîrâc’da burada bir yerlerden semaya,
bilinmeyen yerlere çıktı…
Onları
hayâl ettik.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri Mektûbâtında Kâbe’nin hakîkatinden, Kur’ân-ı Kerîmin
hakîkatinden ve namazın hakîkatinden bahsediyor. Onları düşündük…
Kâbe’ye
doymak olmaz, Kâbe’ye doyulmaz.
Henüz
Umre mevsimi açılmadığı için en tenha zamanlara rastladık. Gündüz sıcakta tavaf
yapanların sayısı yüzlerle ifade edilebilir. Nitekim tavaf sırasında Medine’den
birlikte geldiğimiz Pakistanlı aile ile karşılaştık. İkindi cemaati dağılırken,
sırtıma birinin dokunduğunu hissettim. İki saat önce saçlarımızı kesen
berbermiş. Bizi tanımış… Şimdi akşamın
serinliği ile kalabalıklaştı. Ama tavafta olanlar yine de bin kişiyi aşmaz!
Buranın yerlileri “siz onbeş, yirmi gün sonra Umre seferleri başlayınca görün
kalabalığı” diyorlar…
Biraz
sıkıntılı oldu girişimiz, kısa süreye sıkıştı. Ama bu tenhalığı bulabildik. Yüce
Rabb’imize sonsuz hamd-ü senâlar olsun.
Biraz
yorgunluk başladı. Metafta oturup, Kâbe’yi ve tavaf yapanları seyrediyoruz;
İnsanlar
dönüyor,
Dünya
dönüyor,
Galaksiler,
kâinat dönüyor,
Elektronlar
dönüyor.
İklimler
dönüyor,
Kavimler
doğuyor, kayboluyor, zaman akıyor,
Tarih
tekerrür ediyor.
En
küçüğünden en büyüğüne âlem dönüyor. Mü’minler tavaf yapıyor.
Ne
muhteşem mihver bu Kâbe, nasıl bir sembol yâ Rabb!
Kâbe’nin
hakikati, ötesinde Kur’ânın hakikati, daha üstünde Namazın hakikati…
Bu
dünyada niçin varız, ne için yaratıldık?
Var
olmanın anlamı nedir?
Büyük
soru bu!
Hakikati
aramakmış insanın görevi.
Arayıp
bulmak, teslim olmak, aradan çekilip yok olmak.
Yok,
olunca varlık sırrı açılır, hakiki kulluk başlarmış,
Varlığın
anlamı kul olabilmekmiş…
3
Kasım 1988 Perşembe, Mekke
Gün
ışımadan Kâbe yolunda olmanın tadı ve bereketi başka. Hava ılık mı ılık. Namaz, Kur’ân-ı kerîm, duâ ve tavaf…
Son
günümüzü tam değerlendirmeliyiz. Bir taksi kiralayarak ziyâret programımıza
başladık. Önce Muallâ Kabristanına götürmesini söyledik. Mezar, türbe namına
bir şey bırakılmamış. Dozerler burada da çalışmış… Yamaçta duvarla çevrili bir
bölme var. Hatice-tül-Kübrâ
(radıyallahü teâlâ
anhâ) vâlidemiz burada yatıyor. Ama neresinde?
Hazreti
Hatice. Müslüman olmakla şereflenen ilk kadın, bütün malını, zenginliğini
Efendimizin (sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem) uğruna, İslam yolunda harcamış.
Resûlullah’ın İbrahim hariç bütün çocuklarının annesi. Hayatta oldukları
müddetçe, yirmi beş sene, Resûl-i Ekrem efendimiz başka bir kadınla
evlenmemişler. Hatice vâlidemiz hicretten üç sene önce, 65 yaşında vefat
etmişler…
Yüce
Rabbimiz onların cennetteki derecelerini âlî eylesin, bizleri de şefaatine
kavuştursun.
Parmaklıkların
arasından ve uzaktan bakıyoruz, hafif yamaçta düzlük bir parsel ve üzerinde
dizili taşlar görünüyor. Eshâb-ı Kiram ve sonraki büyüklerimizin (radıyallahü teâlâ
anhüm ecmaîn) kabirlerine işaret olarak konmuş olmalı. Girmek yasak. Uzaktan
Fatiha okuyup ayrıldık.
Sırada
Minâ, Müzdelife ve Arafat’ı görmek var. Bir teşehhüt miktarı
da olsa havasını teneffüs etmek istiyoruz. Ve dönüşte Nûr Dağı Hirâ. Her durakta korkarak, aceleyle
resimler aldık.
Tekrar
Mescid-i Harâm’a döndük. Kâbe kapısının eşiğine elimizi koyup, Mültezem’e yaslanarak dualarımızı ettik…
Yine
gelmek, tekrar tekrar gelmek arzusu ile son defa tavaf yaptık. Osmanlı
ceddimizin yaptırdığı kubbe ve revaklar altından, gözümüz ve gönlümüz o kutlu
Kâbe’de, geri geri giderek Mescid-i Harâm’dan çıktık.
Eşyalarımızı
alıp, aynı taksi ile Cidde’de Al Amoudî otele döndük. Akşam olmuş, yorulmuşuz.
Varınca anladık…
Cidde-
İstanbul, 4 Kasım 1988
Sabah
erken hazırlanıp, Cidde Havaalanına geldik. Beş gün önce çok sıkıntılar
çektiğimiz ve olmakla olmamak arasında kaldığımız salondayız. Güneş Mekke üzerinden
gülümserken Suudîlerin bizi burada tuttuğu o saatleri unutamayız. O gün el
konan pasaportlarımızı geri almak için yine iki saat uğraştık. Hediyelik
eşyalarımızı, Medine’den aldığımız hurmaları tek tek açtılar, şişlerle delik
deşik ettiler, yetmedi bir de makineden geçirdiler. Burada anlayışsızlığın, zulmün
bin türlüsü var. Yaşayarak öğrendik.
Sevgiliye
kavuşmak kolay olmuyor,
Arada
korkunç dağlar, nice tehlikeler bulunuyor…
***
Uçağımız
Kızıldeniz üzerinde, Nil vadisinde uçarken gözlerimiz dalgın, dudaklar suskun,
zihnimiz aramada, geçen günlerin karelerinden yorumlar çıkarmada:
Hasret
ve firâktan başka ne kaldı geriye?
Her
vuslat bir firâka çıkıyor, ayrılıkla
sonuçlanıyor,
Dünya
bu mu? Diye için için sormada.
Şah
Cihân Camiinde şahinler yine serçeleri kovalıyor mu?
Türkmen
Kapı’da kabirler sıra sıra duruyor mu?
Sessiz
ıssız bahçede Seyyid Nûr, uzak kabristanda Muhammed Bâkîbillah,
Daha
nice evliyaullah,
Zemherîr
dünyada ılık bir bahar oluyor mu?
Lôdi
bahçelerinde çiçekler açıyor mu?
Kâinâtın
efendisine örtü olmuş Kubbe-i Hadrâ,
Cennet
bahçesi Ravda-i Mutahharâ,
On binlerce
Sahabe ve nice evliyâyı kucaklamış Cennetü’l -Bakî,
Seyyidü’ş-şühedâ
Hazreti Hamzâ, Uhud Şehidliği,
Mescid-i
Kubâ, Kıbleteyn, yamaçlara serpiştirilmiş Seb’a,
Beyt-i
Hudâ Kâbe-i Muazzama,
Ve
ilk görüşteki dua!
Mescid-i
Harâm, kutlu Kâbe, Merve ve Safâ,
Arafat,
Müzdelife, Minâ,
Mahzun
Cennetü’l Muallâ,
Kabri
kaybedilmiş Haticetü’l Kübrâ,
Nûr
dağı Hirâ…
İki
rekât namaz, Makâm-ı İbrahîm arasında,
Ve
son dua;
Kâbe
kapısında.
Dahîlek
Yâ Rabb! Yalvarırız, sana sığınırız Yâ Rabb!
…
Hatırda
kalanlar,
Gönle
dolanlar…
[1] A. Münir Üçışık; Seyyid Abdülhakîm Arvasî(kuddise sirruh)
hazretlerinin küçük oğlu. 1978 son günü İzmir’de vefat etmiş ve Ankara
Bağlum’da babalarının ayakucuna defnedilmiştir. Allah-ü teâlâ rahmet eyleye.
[2] 1997 Hac ve 2007 Umre ziyaretlerimizde Hazret-i Osman Efendimizin
kabrinin etrafının çevrilip, levhalarla belli edildiğini, yürüyüş yolları
yapıldığını ve başka değişiklikleri gördük.
[3] Sonraki yıllarda Hac ve Umre için gittiğimizde, Uhud Şehitliğinin
etrafı duvarla çevrili, kapıları kilitli tek bir blok haline getirildiğini,
Okçular Tepesinin yol açma, meydan kazanma bahanesiyle dozerlerle
kazınarak, adeta yok edildiğini üzülerek
gördük.