Altan
Ateş kardeşimiz kaç zamandır davet ediyordu, bir türlü programlayamamıştık.
Nihayet oldu. Sabah serinliğinde Altan ağabeyimle çıkıp Erenköy’de oturan
muhterem büyüğümüz Aydın Arvâsî’yi, sonra da Küçükyalı’dan muhterem ağabeyimiz
Tâhâ Üçışık’ı alarak Kastamonu’ya hareket ettik. Arabayı üç kişi münavebe ile kullanınca
ne yorgunluk, ne de sohbette kesinti olmuyor…
Bolu
Dağına tırmanırken İsmail’in yerinde mola verdik…
Safranbolu,
Kastamonu, Taşköprü ve bir teşehhüd miktarı da olsa İnebolu’ya kadar uzanıp,
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden
“şekerci kardeşleri” evlerinde ziyaret ettik.
Kastamonu’ya
ilk gelişim. Malazgirt Zaferinden üç yıl sonra Türk hâkimiyetine girmiş.
Selçuklu, Çobanoğlu, Candaroğulları ve Osmanlı dönemine ait Külliyeleri,
camileri, türbeleri, medrese ve kütüphaneleri ile bir tarih ve kültür şehri. Gezip
gördükten sonra, bizim Konya’nın küçük bir modeli olarak düşündüm.
Yılanlı
Külliyesi; ceddimizin
Türk İslam medeniyetini tescil eden bir mührü. Dârü’ş-şifa, cami, imaret, türbe
ve iki şadırvandan meydana geliyor. Dârü’ş-Şifa kapısındaki kitabede Şifa âyeti
ile Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) “Tedavî olunuz…” hadis-i
şerifi okunmaktadır. Bu tarihî yapının taş işlemelerindeki yılan motifi bugün
tıbbın sembolü olarak kullanılıyor.
Külliye
içinde yer alan cami, Gavs-ı âzam Abdülkadir Geylânî(rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin torunlarından Abdülfettah-ı Veli (rahmetullahi aleyh) tarafından yaptırılmış. Türbesi de hemen Yılanlı
Câmiinin bitişiğinde. Bu cami 1935 yılında satışa çıkarılmış! 1950 sonrasında
hayırsever kimseler tarafından yeniden yaptırılmış.
Nasrullah
Kadı Külliyesi:
Şehrin merkezindeki meydanda bir Osmanlı şâheseri. Câmi kesme taştan yapılmış. Tavan
ve duvarlar hat yazılarla bezenmiş. Kelime-i Tevhîd ve çevresinde yer alan
Esmâü’l Hüsna levhası hat sanatının, Va’z kürsüsü oyma sanatının seyrine doyum
olmayan eşsiz örneklerinden biri.
Son
cemaat mahallinde namazlarımızı kılıp, şadırvan çevresindeki dinlenme
yerlerinde oturarak, güzelliği seyrettik. Halk arasında “Nasrullah Şadırvanından su
içen bir misafir, ömrü içinde Kastamonu’ya tekrar gelmeden kendini alamaz”
sözü çok yaygın. Biz de, inşallah tekrar
geliriz diye dua ettik…
Külliye
Sultan 2. Bayezid Hân zamanında Nasrullah Kadı tarafından yaptırılmış. Nasrullah Kadı aslen Karamanlı müderris Yakub
Efendinin oğlu imiş (rahmetullahi teâlâ alayhim).
Kastamonu
deyince şüphesiz ilk hatıra gelen zât Şeyh Şaban-ı Velî hazretleridir. Musa Fakih Mahallesinde kendi
adlarıyla anılan ve etrafı çevrili bir külliyenin içinde cami, kütüphane,
türbeleri, dergâh evleri ve şadırvan var. Halk arasında Hazreti Pîr olarak
biliniyor. Külliyenin taş kesme giriş
kapısı üstündeki kitâbede kabartma yazılı nefis bir kompozisyon bulunuyor.
Sultan Abdülmecid Hân (rahmetullahi aleyh) tarafından tamir ettirilmesiyle
ilgili beytler düşülmüş. Ayrıca “Âşıkânın kâbesidir bu makam / Kim ki nâkıs
gele, bunda olur tamam” beyti de yazılı.
Camiin
mihrabı geometrik motiflerle işlenmiş, ahşap minberi sedef kakma ve kalem işi
süslemelerle bezenmiş. Namazlarımızı kılıp, Şabân-ı Veli (rahmetullahi teâlâ
aleyh) türbesini ziyâret ettik. Burada bulunduğumuz günler birkaç ziyaret yaptık,
her defasında Anadolunun çeşitli yerlerinde akın akın gelen ziyaretçiler
gördük. Sorduk, her zaman böyledir dediler. Cenâb-ı Hakk rûhlarının
kudsiyyetini, ziyarete gelenlerin de
feyiz ve bereketlerini artırsın. Gönül, ayakuçlarından ayrılmak istemiyor.
Doyum olmuyor…
Doğu
ve batı duvarlarında bir sıra halvet odaları vardı. Orada talebelerini
yetiştirmek için bulunurlarmış. Girip havasını teneffüs ettik. Avluda ayrı bir
cazibe var. Orada oturup, günlerce kalmayı isterdik. Ramazanlarda sohbetler,
iftarlar, ikramlar yapılırmış, yaşayanlardan dinledik. Türbe ile kütüphanenin
ilerisinde halk arasında “âb-ı zemzem” olarak bilinen Asa suyundan içtik. Civardaki
dağlardan akıp gelen suda zemzem tadı vardı. Rabbim şifalar ihsan eyleye…
Şaban-ı
Velî hazretleri Taşköprü’de
dünyaya gelmişler. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettiği için hayırsever bir
hanım tarafından evlad edilmiş, öz evladı gibi yetiştirilmiş. Aklî ve naklî
ilimleri buralarda tahsil ettikten sonra istanbul’a giderler. Zahirî ilim
tahsillerine devam ederler. Ama artık tasavvuf ve irfan yolunda ilerlemek için
mürşîd-i kâmil ararlar. Bolu’da Halvetî tarikatı büyüklerinden Hayreddin Tokadî (kuddise sirruh) hazretlerinin
dergâhına ulaşırlar, mürîdlerinden olurlar. Tokadî Dergâhında on iki yıl kalıp,
hocalarına hizmet ederler, teveccühlerine kavuşur, manevî merhaleler
katederler. Hocalarının vefatından sonra halifesi olarak, Kastamonu’da halkı
irşâd ederler. 1568(h.976) senesinde vefat ederler. Haramlardan şiddetle kaçan,
şüphelilerden uzak duran, zamanlarının bir dakikasını boşa geçirmek istemeyen,
vaktini ibâdetle ve insanlara faydalı olmakla değerlendiren, halkın arasında
Hakk ile olan mübârek zât…
Derler
ki, bir çınar ağacının kovuğuna girer zikir ve tefekkür ederlermiş… Böyle bir
tefekkür anında, bazı kimseler gelip Şâban-ı Velî’yi çağırırlar. Tefekkürü
bırakıp, gelenlerle beraber yola çıkar. Bu sırada bir gürültü kopar. Dönüp
baktıklarında, koca çınar ağacının da peşleri sıra geldiğini görürler. Şâban-ı
Velî hazretleri; “Ey yaşlı çınar. Dur, gelme, yerinde kal!” diye söyleyince köklerini sürükleyerek gelen
çınar, olduğu yerde kalır…
Bu
kıssa bize, Hannâne direğinin inlemesini hatırlattı: Peygamber Efendimizin (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem) Mescîd-i Nebî’de Eshâb-ı Kirâm efendilerimize hitab
ederken dayandığı bir hurma kütüğü vardı. Mescîdde daha sonra ahşap bir minber
yapılır ve Efendimiz o kütüğe yaslanmayıp minbere çıkarlar. İşte o vakit,
kütükten gebe bir devenin iniltisine benzer sesler gelmeye başlar. Tâ ki
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, minberden inip, mübarek
ellerini o hurma kütüğünün üzerine koyunca, inilti kesilir[1].
Tekrar
konumuza dönelim: İstanbul Süleymaniye Camii vaizi olan Muharrem Efendi Şâban-ı
Velî hazretlerini ziyarete gelir ve gitmeye hazırlanırken ona “Gitme, biz
âhirete göçüyoruz. Benim namazımı kıl, öyle gidersin!” buyururlar. Görünür
bir rahatsızlığı olmadığı için bu sözü anlayamayanlar olur. Ama kısa bir süre
sonra Cuma sabahı gün doğarken rahmet-i Rahmân’a kavuşurlar. Rahmetullahi teâlâ
aleyh.
Ömer
Fuadî Efendi(rahmetullahi
aleyh); 17. Asır âlim ve velîlerinden. Küçük yaşta Şaban-ı Velî hazretlerinin
sohbetlerine kavuşur. Hocalarının vefatından sonra “Mekteb-i aşka tekrar
eliften başladım” diye tarif ettiği üzere Şaban-ı Velî dergâhı şeyhliğini
devam ettiren Abdülbâkî
Efendinin sohbet ve
derslerine devam eder. Onların vefatından sonra hocasının yerine geçen Muhyiddin Efendinin sohbetlerine devam eder. Onların
vefatıyla da Şaban-ı Velî Dergâhına postnişin seçilir. 1636(h.1046) tarihinde vefatına
kadar Şaban-ı Velî Camiinde dersler verir, sohbetlerde bulunur, va’z ve nasihatlarıyla
insanlara islamiyeti anlatır. İslâmı bilmeyen, islâma uygun yaşamayan ama
tarikatçı olduğunu iddia eden, insanları doğru yoldan saptıranlarla mücadele eder.
İlmen eksik, tarikatte olgunlaşmamışken, mürşidlik iddiasına kalkanlara karşı
söylediği beyt, günümüzde de çok önemli bir ikaz mahiyetindedir:
“Varmayın nâkıs-u nâdân yanına tâlipler,
Dervişi nâkıs eder, mürşidi nâdân olan”.
Cenâb-ı
Hakk mürşîd-i kâmil-i mükemmil (hem yetişmiş, hem de yetiştirebilen bir mürşid)
olmadığı halde, şeyh geçinen, insanları irşada kalkışan sahte şeyhlerin (günümüz
tabiriyle çakma şeyhlerin) şerrinden, yol kesiciliğinden bizleri korusun.
Şaban-ı
Velî Türbesi yanındaki kabrini ziyâret edip, fatihalar okuduk. Rahmetullahi teâlâ aleyh.
Ahmed Siyâhî ve Ahmed Hicâbi Hazretleri.
Baba - oğul seyyidler, Müceddidî-Halidî yolunun büyüklerinden. Rahimehumallah.
Başına devamlı siyah sarık sardığı için Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri tarafından "Siyâhî" lâkabı verilmiş.
Mevlânâ Hâlid hazretleri insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
öğretmek, doğru yolu göstermek için Ahmed Siyâhî hazretlerine icâzet verip
Kastamonu'ya gönderirler. Yine Mevlânâ Hâlid hazretlerinin meşhur
halîfelerinden Abdülfettâh-ı Akrî (rahimehullah) -Kabirleri İstanbul Üsküdar
Bağlarbaşı semtindedir- Bağdât'tan İstanbul'a gelirken Kastamonu'ya uğrayıp,
Ahmed Siyâhî hazretlerini ziyâret ederler. Çok bereketlere vesile olurlar. Ahmed
Siyâhî hazretleri, 1874 (h.1291) yılında doksan beş yaşında vefât edinceye
kadar insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırlar, onların dünya
ve âhirette kurtulmaları için çalışırlar.
Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğlu Ahmed Hicâbi’ye yazdığı
icâzetnâme ve yaptığı nasihat, bağlı bulundukları Müceddidî - Hâlidî yolunu ve
hayat düsturlarını özetleyen bir şaheserdir. O metni sadeleştirilmiş ve
kısaltılmış olarak sayfalarımıza aktarıyoruz[2]. Yüce Rabbim
istifademizi artırsın…
"...Bu icâzeti kendi irâdemle vermeyip velîlerin kutbu büyük
mürşid Şeyh Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden îtibâren nebîlerin sultanı hazret-i
Peygamber efendimize varıncaya kadar Silsile-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyye’de
isimleri yazılı seyyidler ile hâcegân-ı izâm hazretlerinin mübârek ruhlarından
izin ve muvâfakat aldıktan sonra takdim ettim.
Ey kalblerin sevgilisi olan oğlum! Sana
Allahü teâlânın kitâbına, Resûlullah efendimizin sünneti seniyyesine uymayı,
îtikâdını evliyâullahın da bağlı olduğu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin
bildirdikleri doğru îtikâda göre düzeltmeni tavsiye ederim...
Âlimlere, tasavvuf ehline, Kur'ân-ı kerîm ehline hürmet et. Vicdanın,
için temiz olsun, cömert ve güler yüzlü ol. Başkalarına ihsan ve iyilikte
bulun. Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet ve sıkıntı verme. Arkadaşlarının
hatâ ve kusurlarını affet, görmemezlikten gel. Büyük, küçük herkese nasihat
eyle, hırs ve tamâhı terk eyle. Bütün ihtiyaçlarında Allahü teâlâya tevekkül et
güven. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine sığınanları mahrum etmez.
Oğlum! Selâmeti, kurtuluşu istikâmet ve
doğruluktan başka bir şeyde, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı Resûlullah
efendimize tâbi olmak, ona uymaktan başka bir yolda arama.
Kendini hiç kimseden faziletli ve üstün zannetme. Birisi senin hakkında
nemmâmlık, koğuculuk ve hasetçilik yaparsa, ona mâni olmak için kendini zahmete
sokma, onun işini Allahü teâlâya bırak. Çünkü bu yolda öyle Allah adamları
vardır ki, Allahü teâlânın izni ile fitne fesat sebebini göz açıp kapayıncaya
kadar söküp atarlar. Sen kıymetli ömrünü Resûlullah efendimizin sünnet-i
seniyyesine uymakla geçir.
Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte kınayanın kınamasından korkma.
İbâdet ve tâatın güçlüklerine karşılık ecir ve sevâba kavuşacağını düşünerek
sabır ve tahammül et, nefsini dâimâ hesâba çek.
Vakitlerini dînin emirlerine uymakla
kıymetlendir. Çok önemli olan vakit sermayeni kıymetlendirmeye gayret eyle.
Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli
olmadığından yarını beklemek, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol
açar. O halde sakın sakın elinde bulunan vaktini mâlâyâni, dünya ve âhirete
faydası olmayan Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyler ile zâyi
etme. İçinde bulunduğun anda Allahü teâlânın râzı olduğu beğendiği şeylere
sarıl.
Tevâzu ve alçak gönüllülükte toprak gibi, başkasına fayda vermekte
meyveli ağaç gibi, cömertlikte akan nehir gibi, ihsân ve iyilik yapmakta deniz
gibi, mâlâyâni/faydasız şeyleri konuşmamakta, susmakta cansız varlıklar gibi,
ayıpları örtmekte karanlık gece gibi olmaya çalış.
Kalbin görmemesi, kalb katılığından hâsıl olacağından, daima günahların
için ağlayıp sızla, âh et. Nazar-gâh-ı ilâhî olan kalbi, haramlara ve Allahü
teâlânın yasak ettiği şeylere yöneltmekten sakın.
Akrabayı ziyâret ve onlara iyilik etmeyi ihmal etme. Âhiret
kardeşlerini, iyi arkadaşlarını arttırmaya çalış. Her zaman onlarla sohbet
lâzımdır. Evliyânın büyükleri; "Allahü teâlâ ile beraber olunuz. Buna
gücünüz yetmezse, Allahü teâlâ ile beraber olanlarla olunuz ki, sizi Allahü
teâlâya kavuştursunlar." buyurmuşlardır.
Ey oğul! Dünyâya sarılmış olanlarla
bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik gam, keder ve üzüntü getirir. Bu, tecrübe
ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise de, sen onlardan faydalanamazsın.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, nefsinin arzu ve isteklerine uymuş
kimselerle berâber olma. Böyle kimseler gizli düşman olup, insanın yüzüne karşı
dalkavukluk yaparlar, gıyabında ise aleyhinde bulunurlar. Onların yanına
gelerek oturmalarına bakıp aldanma. Maksatları senden mânen faydalanmak olmayıp
dünyâlık maksatlarına, mal ve mevki elde etmeye seni vesîle, âlet etmek
içindir. Bir kusur ettiğinde, hakkında kötülük düşünenlerin ve düşmanlarının en
azılısı olurlar. Zamanındaki insanları tecrübe ettiğinde, onlarda bundan başka
bir özellik bulmayacaksın.
Ey oğul! Sana sadâkat, bağlılık
iddiasında bulunanların, yaptıkları iyilikleri başına kaktıklarını görürsün.
Çünkü sadâkat ve bağlılık adına yaptıkları az bir iyilik karşılığında ağır, pek
fazla bir hizmet ve karşılık beklerler, çok şey ümit ederler. Bu ümitlerine bir
defa olsun müsaade etmezsen derhal, gösterdikleri sevgi, sadâkat ve
bağlılıklarını bırakırlar. Çok defa onların isteklerinden yakanı kurtaramaz,
arzularının hâsıl olması yolunda boşuna dînini ve şerefini fedâ etmiş, yüzsuyu
dökmüş olursun.
Ey oğul! Eğer sana hakîkî dost arkadaş
lâzım ise, Allah için sevenlerle beraber ol. Böyle kimselerden dostluk ve kardeşlik
bağı kurduğun kimseye, muhtaç olduğunda ihtiyacından fazla malın varsa ver.
Yahut onu kendinle beraber tut veya kendine tercih et. Beraber olduğunuzda ve
arkasından ayıplarını ört ve gizle. Kusuru olduğunda sabır ve tahammül et.
Hayatta iken ve vefat ettiğinde onu hayırla an. Herkese bilhassa sana karşı
olanlara yumuşaklık, alçak gönüllülük, güler yüzlülük ile davranmaya gayret et.
Sana, Rabbinden alıkoyan dünyalığa, makam ve mevkie kalbinin
meyletmemesini tavsiye ederim. Çünkü nefis, hevâ, nefsin arzu ve istekleri,
şeytan ve dünya, insanın dört düşmanı olup, her birine karşı
kullanılacak harb âletleri vardır. Nefsin silâhı tokluk, hapishanesi
açlıktır. Hevânın silâhı, çok konuşmak; sukût, konuşmamak ise, onun
zindanıdır. Dünyânın silâhı insanlarla fazla berâber olmak, onlar
arasında fazla bulunmak, çâresi yalnızlık ve onlardan uzak kalmaktır. Şeytanın
silâhı gaflet yâni Allahü teâlâyı unutmak; ona karşı tedbir, Allahü teâlâyı
anmak ve hatırlamak, O'nun büyüklüğünü düşünmektir. Zikir, Allahü teâlâya kavuşmakta
en kısa yoldur.
Ey oğul! Bu nasihatlerimi iyi belle ve
Allahü teâlânın nîmetlerine, sana yaptığı iyiliklere şükür edenlerden ol...”
Babaları Ahmed Siyâhî hazretlerinden bu nasihatı ve icâzeti alan Ahmed
Hicâbî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halifelerinden Abdülfettâh-ı Akrî
hazretlerinin de sohbetine kavuşurlar. Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından,
gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, Ahmed Siyâhî hazretlerinin
verdiği icâzetnâme üzerine bir icâzetnâme de kendileri yazarlar.
Babalarının vefâtından sonra irşâd makamına geçen Seyyid Hicâbî Efendi,
aldıkları nasîhatlere uygun olarak yaşarlar ve insanlara doğru yolu anlatmaya
devam edip, talebeler yetiştirirler. 1888(h.1306) senesinde âhirete irtihâl
ederler. Babalarının yanına defnedilirler. Kabirleri Kırkçeşme Mahallesinde bir
bahçe içindedir. Allah-ü teâlâ onlara rahmet, ahretteki derecelerini âlî
eylesin, bizleri de şefaatlerine kavuştursun. Âmin.
Ebdal
Hasan(rahmetullahi
teâlâ aleyh); İslâmiyeti yaymak için Horasan’dan Anadolu’ya gelen gâzi
dervişlerden. Taşköprü’ye 10-15 km uzaklıkta kendi adıyla anılan köyde medfun. Burada
vaktiyle büyük bir külliye varmış. Şimdilerde cami ibadete açık, türbesi
ziyaret edilebiliyor. Talebeleri için
yapılan Medrese, tekke ve hamam metruk veya yıkılmış halde idi. Türbesini
ziyâret ederek, fatihalar okuduk. Sevabını civar kabristandakilere de
gönderdik. Yüce Rabbimiz rûhaniyetlerinden istifade ve mahşerde şefaaçi
olmalarını nasibeyleye…