KASTAMONU, 11-13 AĞUSTOS 2000


Altan Ateş kardeşimiz kaç zamandır davet ediyordu, bir türlü programlayamamıştık. Nihayet oldu. Sabah serinliğinde Altan ağabeyimle çıkıp Erenköy’de oturan muhterem büyüğümüz Aydın Arvâsî’yi, sonra da Küçükyalı’dan muhterem ağabeyimiz Tâhâ Üçışık’ı alarak Kastamonu’ya hareket ettik. Arabayı üç kişi münavebe ile kullanınca ne yorgunluk, ne de sohbette kesinti olmuyor…
Bolu Dağına tırmanırken İsmail’in yerinde mola verdik…
Safranbolu, Kastamonu, Taşköprü ve bir teşehhüd miktarı da olsa İnebolu’ya kadar uzanıp, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden “şekerci kardeşleri” evlerinde ziyaret ettik.
Kastamonu’ya ilk gelişim. Malazgirt Zaferinden üç yıl sonra Türk hâkimiyetine girmiş. Selçuklu, Çobanoğlu, Candaroğulları ve Osmanlı dönemine ait Külliyeleri, camileri, türbeleri, medrese ve kütüphaneleri ile bir tarih ve kültür şehri. Gezip gördükten sonra, bizim Konya’nın küçük bir modeli olarak düşündüm.
Yılanlı Külliyesi; ceddimizin Türk İslam medeniyetini tescil eden bir mührü. Dârü’ş-şifa, cami, imaret, türbe ve iki şadırvandan meydana geliyor. Dârü’ş-Şifa kapısındaki kitabede Şifa âyeti ile Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) “Tedavî olunuz…” hadis-i şerifi okunmaktadır. Bu tarihî yapının taş işlemelerindeki yılan motifi bugün tıbbın sembolü olarak kullanılıyor.

Külliye içinde yer alan cami, Gavs-ı âzam Abdülkadir Geylânî(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin torunlarından Abdülfettah-ı Veli (rahmetullahi aleyh) tarafından yaptırılmış. Türbesi de hemen Yılanlı Câmiinin bitişiğinde. Bu cami 1935 yılında satışa çıkarılmış! 1950 sonrasında hayırsever kimseler tarafından yeniden yaptırılmış.
Nasrullah Kadı Külliyesi: Şehrin merkezindeki meydanda bir Osmanlı şâheseri. Câmi kesme taştan yapılmış. Tavan ve duvarlar hat yazılarla bezenmiş. Kelime-i Tevhîd ve çevresinde yer alan Esmâü’l Hüsna levhası hat sanatının, Va’z kürsüsü oyma sanatının seyrine doyum olmayan eşsiz örneklerinden biri.
Son cemaat mahallinde namazlarımızı kılıp, şadırvan çevresindeki dinlenme yerlerinde oturarak, güzelliği seyrettik.  Halk arasında “Nasrullah Şadırvanından su içen bir misafir, ömrü içinde Kastamonu’ya tekrar gelmeden kendini alamaz” sözü çok yaygın.  Biz de, inşallah tekrar geliriz diye dua ettik…
Külliye Sultan 2. Bayezid Hân zamanında Nasrullah Kadı tarafından yaptırılmış. Nasrullah Kadı aslen Karamanlı müderris Yakub Efendinin oğlu imiş (rahmetullahi teâlâ alayhim).
Kastamonu deyince şüphesiz ilk hatıra gelen zât Şeyh Şaban-ı Velî hazretleridir. Musa Fakih Mahallesinde kendi adlarıyla anılan ve etrafı çevrili bir külliyenin içinde cami, kütüphane, türbeleri, dergâh evleri ve şadırvan var. Halk arasında Hazreti Pîr olarak biliniyor.  Külliyenin taş kesme giriş kapısı üstündeki kitâbede kabartma yazılı nefis bir kompozisyon bulunuyor. Sultan Abdülmecid Hân (rahmetullahi aleyh) tarafından tamir ettirilmesiyle ilgili beytler düşülmüş. Ayrıca “Âşıkânın kâbesidir bu makam / Kim ki nâkıs gele, bunda olur tamam” beyti de yazılı.
Camiin mihrabı geometrik motiflerle işlenmiş, ahşap minberi sedef kakma ve kalem işi süslemelerle bezenmiş. Namazlarımızı kılıp, Şabân-ı Veli (rahmetullahi teâlâ aleyh) türbesini ziyâret ettik. Burada bulunduğumuz günler birkaç ziyaret yaptık, her defasında Anadolunun çeşitli yerlerinde akın akın gelen ziyaretçiler gördük. Sorduk, her zaman böyledir dediler. Cenâb-ı Hakk rûhlarının kudsiyyetini,  ziyarete gelenlerin de feyiz ve bereketlerini artırsın. Gönül, ayakuçlarından ayrılmak istemiyor. Doyum olmuyor…
Doğu ve batı duvarlarında bir sıra halvet odaları vardı. Orada talebelerini yetiştirmek için bulunurlarmış. Girip havasını teneffüs ettik. Avluda ayrı bir cazibe var. Orada oturup, günlerce kalmayı isterdik. Ramazanlarda sohbetler, iftarlar, ikramlar yapılırmış, yaşayanlardan dinledik. Türbe ile kütüphanenin ilerisinde halk arasında “âb-ı zemzem” olarak bilinen Asa suyundan içtik. Civardaki dağlardan akıp gelen suda zemzem tadı vardı. Rabbim şifalar ihsan eyleye…
Şaban-ı Velî hazretleri Taşköprü’de dünyaya gelmişler. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettiği için hayırsever bir hanım tarafından evlad edilmiş, öz evladı gibi yetiştirilmiş. Aklî ve naklî ilimleri buralarda tahsil ettikten sonra istanbul’a giderler. Zahirî ilim tahsillerine devam ederler. Ama artık tasavvuf ve irfan yolunda ilerlemek için mürşîd-i kâmil ararlar. Bolu’da Halvetî tarikatı büyüklerinden Hayreddin Tokadî (kuddise sirruh) hazretlerinin dergâhına ulaşırlar, mürîdlerinden olurlar. Tokadî Dergâhında on iki yıl kalıp, hocalarına hizmet ederler, teveccühlerine kavuşur, manevî merhaleler katederler. Hocalarının vefatından sonra halifesi olarak, Kastamonu’da halkı irşâd ederler. 1568(h.976) senesinde vefat ederler. Haramlardan şiddetle kaçan, şüphelilerden uzak duran, zamanlarının bir dakikasını boşa geçirmek istemeyen, vaktini ibâdetle ve insanlara faydalı olmakla değerlendiren, halkın arasında Hakk ile olan mübârek zât…
Derler ki, bir çınar ağacının kovuğuna girer zikir ve tefekkür ederlermiş… Böyle bir tefekkür anında, bazı kimseler gelip Şâban-ı Velî’yi çağırırlar. Tefekkürü bırakıp, gelenlerle beraber yola çıkar. Bu sırada bir gürültü kopar. Dönüp baktıklarında, koca çınar ağacının da peşleri sıra geldiğini görürler. Şâban-ı Velî hazretleri; “Ey yaşlı çınar. Dur, gelme, yerinde kal!” diye söyleyince köklerini sürükleyerek gelen çınar, olduğu yerde kalır…
Bu kıssa bize, Hannâne direğinin inlemesini hatırlattı: Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Mescîd-i Nebî’de Eshâb-ı Kirâm efendilerimize hitab ederken dayandığı bir hurma kütüğü vardı. Mescîdde daha sonra ahşap bir minber yapılır ve Efendimiz o kütüğe yaslanmayıp minbere çıkarlar. İşte o vakit, kütükten gebe bir devenin iniltisine benzer sesler gelmeye başlar. Tâ ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, minberden inip, mübarek ellerini o hurma kütüğünün üzerine koyunca, inilti kesilir[1].
Tekrar konumuza dönelim: İstanbul Süleymaniye Camii vaizi olan Muharrem Efendi Şâban-ı Velî hazretlerini ziyarete gelir ve gitmeye hazırlanırken ona “Gitme, biz âhirete göçüyoruz. Benim namazımı kıl, öyle gidersin!” buyururlar. Görünür bir rahatsızlığı olmadığı için bu sözü anlayamayanlar olur. Ama kısa bir süre sonra Cuma sabahı gün doğarken rahmet-i Rahmân’a kavuşurlar. Rahmetullahi teâlâ aleyh.
Ömer Fuadî Efendi(rahmetullahi aleyh); 17. Asır âlim ve velîlerinden. Küçük yaşta Şaban-ı Velî hazretlerinin sohbetlerine kavuşur. Hocalarının vefatından sonra “Mekteb-i aşka tekrar eliften başladım” diye tarif ettiği üzere Şaban-ı Velî dergâhı şeyhliğini devam ettiren Abdülbâkî Efendinin sohbet ve derslerine devam eder. Onların vefatından sonra hocasının yerine geçen Muhyiddin Efendinin sohbetlerine devam eder. Onların vefatıyla da Şaban-ı Velî Dergâhına postnişin seçilir. 1636(h.1046) tarihinde vefatına kadar Şaban-ı Velî Camiinde dersler verir, sohbetlerde bulunur, va’z ve nasihatlarıyla insanlara islamiyeti anlatır. İslâmı bilmeyen, islâma uygun yaşamayan ama tarikatçı olduğunu iddia eden, insanları doğru yoldan saptıranlarla mücadele eder. İlmen eksik, tarikatte olgunlaşmamışken, mürşidlik iddiasına kalkanlara karşı söylediği beyt, günümüzde de çok önemli bir ikaz mahiyetindedir:
“Varmayın nâkıs-u nâdân yanına tâlipler,
Dervişi nâkıs eder, mürşidi nâdân olan”.
Cenâb-ı Hakk mürşîd-i kâmil-i mükemmil (hem yetişmiş, hem de yetiştirebilen bir mürşid) olmadığı halde, şeyh geçinen, insanları irşada kalkışan sahte şeyhlerin (günümüz tabiriyle çakma şeyhlerin) şerrinden, yol kesiciliğinden bizleri korusun.
Şaban-ı Velî Türbesi yanındaki kabrini ziyâret edip, fatihalar okuduk.  Rahmetullahi teâlâ aleyh.
Ahmed Siyâhî ve Ahmed Hicâbi Hazretleri.
Baba - oğul seyyidler, Müceddidî-Halidî yolunun büyüklerinden. Rahimehumallah.
Başına devamlı siyah sarık sardığı için Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından "Siyâhî" lâkabı verilmiş.
Mevlânâ Hâlid hazretleri insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmek, doğru yolu göstermek için Ahmed Siyâhî hazretlerine icâzet verip Kastamonu'ya gönderirler. Yine Mevlânâ Hâlid hazretlerinin meşhur halîfelerinden Abdülfettâh-ı Akrî (rahimehullah) -Kabirleri İstanbul Üsküdar Bağlarbaşı semtindedir- Bağdât'tan İstanbul'a gelirken Kastamonu'ya uğrayıp, Ahmed Siyâhî hazretlerini ziyâret ederler. Çok bereketlere vesile olurlar. Ahmed Siyâhî hazretleri, 1874 (h.1291) yılında doksan beş yaşında vefât edinceye kadar insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırlar, onların dünya ve âhirette kurtulmaları için çalışırlar.
Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğlu Ahmed Hicâbi’ye yazdığı icâzetnâme ve yaptığı nasihat, bağlı bulundukları Müceddidî - Hâlidî yolunu ve hayat düsturlarını özetleyen bir şaheserdir. O metni sadeleştirilmiş ve kısaltılmış olarak sayfalarımıza aktarıyoruz[2]. Yüce Rabbim istifademizi artırsın…
"...Bu icâzeti kendi irâdemle vermeyip velîlerin kutbu büyük mürşid Şeyh Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden îtibâren nebîlerin sultanı hazret-i Peygamber efendimize varıncaya kadar Silsile-i Nakşibendiyye-i Hâlidiyye’de isimleri yazılı seyyidler ile hâcegân-ı izâm hazretlerinin mübârek ruhlarından izin ve muvâfakat aldıktan sonra takdim ettim.
Ey kalblerin sevgilisi olan oğlum! Sana Allahü teâlânın kitâbına, Resûlullah efendimizin sünneti seniyyesine uymayı, îtikâdını evliyâullahın da bağlı olduğu, Ehl-i sünnet vel cemâat âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâda göre düzeltmeni tavsiye ederim...
Âlimlere, tasavvuf ehline, Kur'ân-ı kerîm ehline hürmet et. Vicdanın, için temiz olsun, cömert ve güler yüzlü ol. Başkalarına ihsan ve iyilikte bulun. Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet ve sıkıntı verme. Arkadaşlarının hatâ ve kusurlarını affet, görmemezlikten gel. Büyük, küçük herkese nasihat eyle, hırs ve tamâhı terk eyle. Bütün ihtiyaçlarında Allahü teâlâya tevekkül et güven. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine sığınanları mahrum etmez.
Oğlum! Selâmeti, kurtuluşu istikâmet ve doğruluktan başka bir şeyde, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı Resûlullah efendimize tâbi olmak, ona uymaktan başka bir yolda arama.
Kendini hiç kimseden faziletli ve üstün zannetme. Birisi senin hakkında nemmâmlık, koğuculuk ve hasetçilik yaparsa, ona mâni olmak için kendini zahmete sokma, onun işini Allahü teâlâya bırak. Çünkü bu yolda öyle Allah adamları vardır ki, Allahü teâlânın izni ile fitne fesat sebebini göz açıp kapayıncaya kadar söküp atarlar. Sen kıymetli ömrünü Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakla geçir.
Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte kınayanın kınamasından korkma. İbâdet ve tâatın güçlüklerine karşılık ecir ve sevâba kavuşacağını düşünerek sabır ve tahammül et, nefsini dâimâ hesâba çek.
Vakitlerini dînin emirlerine uymakla kıymetlendir. Çok önemli olan vakit sermayeni kıymetlendirmeye gayret eyle. Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli olmadığından yarını beklemek, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol açar. O halde sakın sakın elinde bulunan vaktini mâlâyâni, dünya ve âhirete faydası olmayan Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyler ile zâyi etme. İçinde bulunduğun anda Allahü teâlânın râzı olduğu beğendiği şeylere sarıl.
Tevâzu ve alçak gönüllülükte toprak gibi, başkasına fayda vermekte meyveli ağaç gibi, cömertlikte akan nehir gibi, ihsân ve iyilik yapmakta deniz gibi, mâlâyâni/faydasız şeyleri konuşmamakta, susmakta cansız varlıklar gibi, ayıpları örtmekte karanlık gece gibi olmaya çalış.
Kalbin görmemesi, kalb katılığından hâsıl olacağından, daima günahların için ağlayıp sızla, âh et. Nazar-gâh-ı ilâhî olan kalbi, haramlara ve Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere yöneltmekten sakın.
Akrabayı ziyâret ve onlara iyilik etmeyi ihmal etme. Âhiret kardeşlerini, iyi arkadaşlarını arttırmaya çalış. Her zaman onlarla sohbet lâzımdır. Evliyânın büyükleri; "Allahü teâlâ ile beraber olunuz. Buna gücünüz yetmezse, Allahü teâlâ ile beraber olanlarla olunuz ki, sizi Allahü teâlâya kavuştursunlar." buyurmuşlardır.
Ey oğul! Dünyâya sarılmış olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik gam, keder ve üzüntü getirir. Bu, tecrübe ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise de, sen onlardan faydalanamazsın. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, nefsinin arzu ve isteklerine uymuş kimselerle berâber olma. Böyle kimseler gizli düşman olup, insanın yüzüne karşı dalkavukluk yaparlar, gıyabında ise aleyhinde bulunurlar. Onların yanına gelerek oturmalarına bakıp aldanma. Maksatları senden mânen faydalanmak olmayıp dünyâlık maksatlarına, mal ve mevki elde etmeye seni vesîle, âlet etmek içindir. Bir kusur ettiğinde, hakkında kötülük düşünenlerin ve düşmanlarının en azılısı olurlar. Zamanındaki insanları tecrübe ettiğinde, onlarda bundan başka bir özellik bulmayacaksın.
Ey oğul! Sana sadâkat, bağlılık iddiasında bulunanların, yaptıkları iyilikleri başına kaktıklarını görürsün. Çünkü sadâkat ve bağlılık adına yaptıkları az bir iyilik karşılığında ağır, pek fazla bir hizmet ve karşılık beklerler, çok şey ümit ederler. Bu ümitlerine bir defa olsun müsaade etmezsen derhal, gösterdikleri sevgi, sadâkat ve bağlılıklarını bırakırlar. Çok defa onların isteklerinden yakanı kurtaramaz, arzularının hâsıl olması yolunda boşuna dînini ve şerefini fedâ etmiş, yüzsuyu dökmüş olursun.
Ey oğul! Eğer sana hakîkî dost arkadaş lâzım ise, Allah için sevenlerle beraber ol. Böyle kimselerden dostluk ve kardeşlik bağı kurduğun kimseye, muhtaç olduğunda ihtiyacından fazla malın varsa ver. Yahut onu kendinle beraber tut veya kendine tercih et. Beraber olduğunuzda ve arkasından ayıplarını ört ve gizle. Kusuru olduğunda sabır ve tahammül et. Hayatta iken ve vefat ettiğinde onu hayırla an. Herkese bilhassa sana karşı olanlara yumuşaklık, alçak gönüllülük, güler yüzlülük ile davranmaya gayret et.
Sana, Rabbinden alıkoyan dünyalığa, makam ve mevkie kalbinin meyletmemesini tavsiye ederim. Çünkü nefis, hevâ, nefsin arzu ve istekleri, şeytan ve dünya, insanın dört düşmanı olup, her birine karşı kullanılacak harb âletleri vardır. Nefsin silâhı tokluk, hapishanesi açlıktır. Hevânın silâhı, çok konuşmak; sukût, konuşmamak ise, onun zindanıdır. Dünyânın silâhı insanlarla fazla berâber olmak, onlar arasında fazla bulunmak, çâresi yalnızlık ve onlardan uzak kalmaktır. Şeytanın silâhı gaflet yâni Allahü teâlâyı unutmak; ona karşı tedbir, Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamak, O'nun büyüklüğünü düşünmektir. Zikir, Allahü teâlâya kavuşmakta en kısa yoldur.
Ey oğul! Bu nasihatlerimi iyi belle ve Allahü teâlânın nîmetlerine, sana yaptığı iyiliklere şükür edenlerden ol...”
Babaları Ahmed Siyâhî hazretlerinden bu nasihatı ve icâzeti alan Ahmed Hicâbî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halifelerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin de sohbetine kavuşurlar. Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine bir icâzetnâme de kendileri yazarlar.
Babalarının vefâtından sonra irşâd makamına geçen Seyyid Hicâbî Efendi, aldıkları nasîhatlere uygun olarak yaşarlar ve insanlara doğru yolu anlatmaya devam edip, talebeler yetiştirirler. 1888(h.1306) senesinde âhirete irtihâl ederler. Babalarının yanına defnedilirler. Kabirleri Kırkçeşme Mahallesinde bir bahçe içindedir. Allah-ü teâlâ onlara rahmet, ahretteki derecelerini âlî eylesin, bizleri de şefaatlerine kavuştursun. Âmin.
Ebdal Hasan(rahmetullahi teâlâ aleyh); İslâmiyeti yaymak için Horasan’dan Anadolu’ya gelen gâzi dervişlerden. Taşköprü’ye 10-15 km uzaklıkta kendi adıyla anılan köyde medfun. Burada vaktiyle büyük bir külliye varmış. Şimdilerde cami ibadete açık, türbesi ziyaret edilebiliyor.  Talebeleri için yapılan Medrese, tekke ve hamam metruk veya yıkılmış halde idi. Türbesini ziyâret ederek, fatihalar okuduk. Sevabını civar kabristandakilere de gönderdik. Yüce Rabbimiz rûhaniyetlerinden istifade ve mahşerde şefaaçi olmalarını nasibeyleye…


[1] Mehmet Sofoğlu; Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, 2.cild, Kitâbu’l-Cumua, s.881. Ötüken, 2009
[2] Kastamonu Camileri-Türbeleri ve Diğer Tarihî Eserleri,  Hazırlayan Fazıl Çiftçi, Ankara, 2000, s:232-33.
Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1992. 2. Cild:339-43,