ÖNSÖZ

15 Yaşımdanberi GÜNLÜK tutarım. O günlerden bugüne defterlere, ajandalara yazdıklarım geniş bir hacme ulaşmış. Sayfalarını çevirip geçmişe bir göz attığımda, bunları ben mi yaşamış ve yazmışım? Diye kendime sorduğum çok notlarıma rastladım. Demek ki yazılmaz ise kayboluyor ve unutuluyormuş, bunu iyi anladım. Şimdi 70 yaşımdayım. Ömrüm hep arayışlarla geçti. Yarım asır ötesine dayanan o notlarımın kaybolup gitmesini istemedim.  Bilgisayar ortamına aktarmak için hepsini tekrar yazıyorum. Allah nasibederse tamamlayıp “UMMANI ARARKEN” adıyla yayınlayacağım.
Yarım asırdır seyahatlerim sırasında kabirlerini, türbelerini ziyaret etmek fırsatını bulduğum Allah Dostlarına ait notlarımı ayrı bir kitap haline getirmenin daha uygun olacağını düşündüm ve “ÖPÜLESİ İZLER” böylece meydana geldi. “Günlük”  havasında yazılmış o notlarımı paylaşacağım sizlerle…
Her şey 1966’da İzmir Hisar Camiî önüne dizilmiş eski kitaplar arasında bulduğum bir kitaptan okuduğum beyitle başladı:
“Merkez-i dâire-i iflâs ve bî nevâî
Serşâr-ı sahbâ-ı hodgâmi ve nâ aşinâî
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî”
Sanki bir şelâle,
Şiir var, musikî var.
Tam bana göre.
Tekrar okudum,
Bir daha, bir daha…
Ama hiç anlamadım, anlayamadım[1].
Fakat vuruldum:
Cezbeden şiirine,
Perde perde inen bestesine…
Mevlâna Hâlid hazretleri buyuruyor:
“Bazen kulak gözden önce âşık olur”.
Anlayabildiğim, hatırlar gibi olduğum tek şey, Abdülhakîm Arvasî ismi idi. O’nu Necip Fâzıl’ın bir kitabından[2] hatırlıyor gibiydim.
Hepsi o kadar.
Duvar dibine yaslanmaktan kalıbı kaymış, güneşte kavrulmaktan kapağı kıvrılmış kalınca bir kitap. Üzerinde “Tam İlmihâl – Seâdeti Ebediye” yazıyor. 1965’te basılmış. Ama daha yılını doldurmadan eski kitapçıya düşmüş.
Yazarı, Zeynel Âbidîn Hilmi Işık. Hiç duyduğum bir isim değil.
Sayfaları merakla karıştırıyorum: Din bilgileri var, mektuplar var. Fen bilgilerinden, kimya formüllerinden, atomdan, tıptan bahsediyor. İslamiyet ve kadın bahsi de var. Tam üniversitede okuduklarımla örtüşüyor. Üstelik gençlik heyecanıma da rüzgâr katacak gibi geliyor. Bir saate yakın karıştırdım. Alıp almamaya bir türlü karar veremedim. Tâ ki, bir yerinde, yukarıdaki beyti okuyuncaya kadar… “vuruldum” dedim ya. Kaptığım gibi kitabı, soluğu Bornova’daki öğrenci yurdunda aldım. Odama kapandım ve okumaya başladım…
O yıllar dinî kitap bulmak çok zordu. Koca İzmir’de; Kemeraltı Sokağı’nda Millî Eğitim Yayınları satan bir yer, Konak ve Alsancak’ta bikaç kırtasiye/kitapçı vardı. Bir de İkincibeyler Sokağı’ndaki eski kitapçı. Hepsi o kadar. Vitrine çıkan her yayını bir şekilde temin eder, okumaya çalışırdım. Kitapçılara Mevdudî, S. Kutub, M. Kutub, M. Hamidullah vs birçok arap, hint bilim /din adamından çeviriler birbiri ardına gelmeye başlamıştı. Alıp okuyordum. Arkadaşlarıma anlatıyor, tavsiye de ediyordum. Muhammed İkbal’in “İslâm’da Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü” adlı kitabını Ankara’dan bulup getirtmek için kaç aylar beklemiştim…
Çoğunun bende siyasî heyecanlar uyandırdığını söylemeliyim. O vakitler hayalimde Türk siyasetinde yeni bir yüz olarak esmeye başlayan Karaoğlan (Ecevit) gibi olmak vardı. Topluluklara, yüz binlere hitap etmeyi düşlerdim. Ama bir farkla: Ecevit gibi “sosyalist” fikirlerle değil, kendimi Müslümanlık adına konuşurken düşünürdüm hep…
Gençlik enerjimi, heyecanlarımı emecek, heveslerimi yönlendirecek bir kanal arıyordum… Ardına düşeceğim bir dâvâ varsa, o, Müslümanlık olmalıydı.
Ne yaparsam müslümanca yapmalıydım…
“İslâm” adına vitrine düşen tüm kitapları o niyetle alıp okudum.
Heyecanlara kapıldım.
Derneklere, toplantılara katıldım, konferanslara, seminerlere gittim.
O günün konuşan, yazan birçok insanını dinledim…
Cemaat, mezhep ayırımı yapmadan (bu konularda bilgim de yoktu zaten),
Giderdim, dinlerdim…
Kestelli Caddesindeki Türk Ocağı’ndan, şimdi adresini unuttuğum Komünizmle Mücadele Derneğine kadar, Kültürpark çayhanelerinin birinde duyduğum “gençlere öğüt / sohbet” toplantılarına kadar…
Giderdim, dinlerdim.
Galip Erdem, Kemal Fedaî Coşkuner, Dr. Baha Kitapçı, Gündüz Sevilgen en çok hatırladıklarım. Süleyman Karagülle’yi, Dr. Dursun Aksoy’u, Prof. Saffet Solak’ı, Ahmet Satoğlu’nu, Ali Ulvi Kurucu’yu, Arif Nihat Asya’yı, Cevat Rifat Atilhan’ı, Naci Kuşadalı’yı, terzi Murat Tabak’ı, Yaşar Tunagür’ü, Burhaneddîn Semerkantlı’yı, Sâmiha Ayverdi’yi…  Daha birçok kimseyi o zamanlar tanıdım.
Konuşmalarını dinledim, sohbetlerine katıldım…
Hepsi iyiydi, güzeldi. Ağzıma bir tat çalıyorlar, ama hiçbirisi açlığımı gidermiyor, aradığımı tam vermiyor ve beni doyurmuyordu…
İzmir Radyosu’nda görevli neyzen Ahmet Efendi’den düzenli ney dersleri de alıyordum. Hafız Yusuf Paşa’nın Segâh Peşrevi’ni notasıyla çalar olmuştum…
Bunların hepsini manevî haz almak, feyz bulmak, İslâmı yaşamak adına yapıyor ve arıyordum…
Onca okuduklarım ve arkalarından koştuklarım bana bir şeyi vermemişti, verememişti: Namaz kılmayı en öncelikli yapmam gerektiğini anlatmamışlardı.  Dahası Namazın tadını duyuramamışlardı...
Ben aramaya devam ediyordum…
Ta ki, şiirine vurulup aldığım Tam İlmihâl kitabının sayfalarında kendimi buluncaya kadar…
Hep okudum. Önce karışık, sonra sırayla okudum. Öğrendiklerimi uygulamaya, yanlışlarımı düzeltmeye o zaman başladım.
Kaza namazları bahsini okudum.
Namazın önemini ilk o zaman anladım!
En kolayıma giden yoldan; sünnet namazlar yerine, vaktinde kılmadığım farzlara niyet ederek, namazlarımı kılmaya ve geçmiş namazlarımı kaza etmeye başladım.
Öğrenciydim… Ders ve lâboratuar çalışmaları esnasında, kılmam gereken vakit namazlarını vakitlerinde kılamıyordum. Ama yurda dönünce kaza ediyordum. Bazen de kılmadan yattığım olurdu. Ardından bir nefis muhasebesi başlardı. Bile bile namaz kılmadığıma utanıp, yataktan kalkar, yatsı namazımı kılar tekrar yatardım…
Ramazanları hiç kaçırmadım, oruçlarımı hep tuttum.
Gençliğimde kötü mahalleri hiç tanımadım, geçmedim o semtlerden…
Hâlimi bilen arkadaşlarım “ot gibi” yaşadığımı, “ağzımın süt koktuğunu” söyler,  bazıları da alay ederdi benimle.
Müzik ile meşgul olmanın makbul olmadığını, hele ibâdete musikî karıştırmanın haram olduğunu üç yıl müddetle okudum. Ama ney çalmaya devam ettim. Ondan ayrılamıyordum. 1968 yılının bir Temmuz sabahına kadar…
Zeytinlikler arasındaki üniversite yurdunun çatısında yatsıdan sonra başladığım ney taksimi o kadar devam etmiş ki, Bornova yamaçlarından vadiye inen sesle ayıktım:
Sabah vakti girmiş, dalga dalga ezan sesi geliyordu:
Allah-u ekber, Allah-u ekber…
Ve ben ney çalıyordum…
Üstelik Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hazretlerinin ney çalmadığını, ney’in tasavvuftaki anlamının “kâmil insan” olduğunu öğrenmiş iken!
İşte karar ânı…
Ve kırdım!
Beş yıl önce yüklü bir paraya yaptırdığım, Honaz’ın sazlıklarından kesilmiş o kamışı kırdım, tam orta yerinden. Dönüp bakmamacasına, geri almamacasına…
Ziraat Fakültesi’nden mezun oldum.  Askerlik görevimi yapmak için müracaat ettim. 1969 Mart ayında Çatalca’ya kur’a çektim. 3. Bataryada Batarya Subayı olarak göreve başladım.
Yüzbaşı Muktefî Bey taburumuza tayin olmuş, geldi. Oda ve batarya komşusu olduk. Tanıştık, meğer H. Hilmi Efendilerin askerî Liseden talebeleri imiş. Saatler süren sohbetlerimiz oldu. Neticede, Tam İlmihâl Saâdet-i Ebediyye kitabında buluştuk. Birkaç aydır gevşemiş, bozulmaya yüz tutmuş ayarlarımı düzelttim…
Ve 69 sonları… Bir Ramazan Bayramı sabahında o saâdetli kitabı hazırlayan muhterem zâtla, Hocam ile tanışma fırsatı buldum. Fatih Dârüşşefeka Caddesindeki Işık Kitabevi’ne bayramlaşmak için gelmişlerdi.
İlk sohbetten hatırımda kalanlar…
Seyyid Abdülhakîm Arvasî kuddise sirruh hazretlerinin örnek ahlâkı, nasihatleri, talebeleri, hocaları ve yolları…
O yolu sevdim. Ardlarına düştüm.
İzlerini aradım. Bastıkları yerleri taş taş öpmek istedim.
Rahmetli Necip Fazıl’ın, Molla Câmî hazretlerinden alıp, şiirle ifade ettiği gibi:
“Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben,
Üçayakla seken topal köpeğim.
Bastığınız yerleri taş taş öpeyim,
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben!”
Büyük yolculuğa çıkarken acep zaman yeter mi?
Saatin tiktakları ömrümün azaldığını işaret ediyor.
Ama gönlümün derûnunda zaman duruyor.
Derûnî zamanın hız emsali farklı. Öyle bir hız alıyor ki, zamanı geriye sarıyor. Vakti ileri değil, geçmişe çekiyor.
“Beyaz atlara binip” çoktan bu diyardan gitmiş olanlar mı geri dönüyor?
Yoksa biz mi onlara koşuyoruz, bilmiyorum.
Ama bir şey var ki, “gönül çekince” sanki zamansızlık âleminden bir esinti savruluyor.
Ve zaman sarılınca, önceki ile sonraki birbirine çok yaklaşıyor,
İzini sürdüklerinizin kokusu, o kadar yakından geliyor ki, dokunacak gibi oluyorsunuz,
Ama dokunamıyorsunuz…
Dokunamayacağız da.
Hızlanmak bir mühendislik meselesi, diyor bilim. Hızlanabilirsiniz, sesten hızlı uçak yapabilirsiniz. Lâkin ışık hızına yükselmek ve yaşadığımız semanın ötesine çıkabilmek yaratılış meselesi. O güç bize verilmemiş. O, ancak Yüce Rabbimizin kudretinde.
Güzergâhımı seçtim:
Gözlerim, önce gidenlerin nurlu toz bulutunda,
Önüme dağ çıkarsa, tepesinden aşarak,
Dere gelirse, tabanından geçerek, dümdüz,
Eğrilip büğrülmeden, dosdoğru gitmek, izlerini öpmek istiyorum.
“Öpülesi İzler”e çocukluğumdan başlayacağım. Zamanın akışı içinde büyükler coğrafyasında dolaşacağım. Gördüklerimi yazacağım, biraz da duygularımı…
Anadolu evliyasının, İslâm âlimlerinin, büyük velîlerin hepsini yazmak değil merâmım. Buna gücüm yetmez, haddim de değil. Mademki eşiklerinin önünden geçip geldim. Onları anmadan, bir Fatiha okumadan gidersem haklarını gözetmemiş olurum.
Her biri hakkında ciltlerle kitaplar yazılmış. O büyükleri, bu âciz ifade edemez...
Sâdece onlara gidişimi, o ortamı bir nebze tasvir edeceğim. Ayak izlerine yüz sürmek, kokusunu duymak isteyenler için emanetimde taşıdığım birkaç kelâmcığı duyurmak, gönüldeşlerimle paylaşmak ve elbette siz okuyucularımın da dualarınızı kazanmak istiyorum.
Bendeniz “Öpülesi İzler” dedim. Başkaları “Mekân-ı Aşk” demişler…
Sevenler, gönüllerince isimlendirmişler.
Nimete kavuşanlara âfiyet olsun.
Karaman’dan başlayıp Konya’ya, oradan Ankara’ya, Bağlum’a varacağız.
İlk fırsatta Van, Müküs (Bahçesaray), Arvas’a gideceğiz.
Fırsat bulursak Şemdinli’nin dağlarına tırmanıp, Nehri köyünü bulacağız. Oradan fışkıran nûr ile aydınlanacağız.
Anadolu, Şam, Bağdad, Delhi, Serhend, Semerkand, Buhara, Hicaz, Mısır…
Bütünüyle mübârek diyarlar, rûh iklimimizin yoğrulduğu tüm coğrafya.
Ne zaman, kaç yaşında bilemem ama Allah ömür verir, nasib ederse ilk fırsatta, inşallah.
Ve ömrümüz oldukça, imkânımız yettikçe (ve Onlar bizleri çektikçe) büyükler silsilesinin sürüp giden izlerini öpeceğiz, öpeceğiz…
Benimle gelirseniz, siz de isterseniz!
“ ve mâ tevfîkî illâ billâh. Aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb” Hûd 11/88
Günlüğümden çekilmiş bu notlarımın ayrı bir kitap olarak yayınlanması için beni teşvik eden, metni okuyarak imlâsını düzelten, fikirleriyle katkı yapan Hüseyin Sarıkoç’a,  Ahmet Sırrı Arvasî’e, Ali - Mine Özkaraman kardeşlere ve her vakit desteğini gördüğüm eşim Nâdire Sultan’a teşekkür ediyorum. Kitabı okuyacak tüm okuyucularıma da O Allah Dostlarıyla gönül bağı içinde olmalarını Cenâb-ı Hakk’dan niyaz ediyorum.
Muhsin ABAY, 19 Haziran 2015
Marmara Mahallesi, Beylikdüzü, İstanbul



Muhsin ABAY
Karaman Gödetağini(Gülkaya) köyünde 1945 yılında dünyaya geldi. İlk orta ve liseyi Karaman’da okudu. 1968 yılında Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirdi. Topçu yedek subay olarak askerliğini yaptı. Fransa Montpellier’de Kalkınma ve Karar Alma konusunda master yaptı. 1976 yılında Ege Üniversitesinde Tarım İşletmeciliği doktorasını tamamladı. Aynı Üniversitenin Ziraat ve Gıda Bilimleri Fakültelerinde İşletmecilik dersleri verdi.
1981-84 yıllarında Ege Bölgesi Sanayi Odası(EBSO) Etüd ve Araştırma Dairesi Müdürlüğü yaptı.
1984-1989 yıllarında İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde Genel Sekreter Yardımcısı olarak; Encümen Başkanlığı yaptı, şehirleşme ve çevre koruma alanlarında çalıştı.
1990 -1999 yıllarında merkezi İstanbul’da bulunan İhlâs Holding Genel Sekreterliği ve danışmanlığını yaptı. 2004-2008 yıllarında Türkiye Gazetesi'nde yazdı.
Fransızca bilmektedir
Evli ve bir torun sahibidir.
Zamanı Değerlendirmek ve İş Başarmak kitabı İhlâs Vakfı tarafından yayınlanmıştır. 1999, 300 s.
Zamanı Değerlendirmek kitabı BKY tarafından 2000 yılında yayınlanmıştır. 411 sayfadır.




[1] Yıllar sonra muhterem Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân) beyefendinin ilim ve göz nuruyla hazırladığı (Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin Külliyatı, damra,  2009) iki ciltlik 1424 sayfa tutan eserini okurken bu beytin anlamını öğrendim. Şöyle açıklıyor: [İflâs ve çâresizlik dâiresinin merkezi / Kendini sevmeklik ve tanıyamamazlıkla dopdolu.  Abdülhakîm]. 
[2] Necip Fazıl; O ve Ben. Büyük Doğu Yayınları. İstanbul, 264 s.

GİRİŞ


İslâm ilim dinidir. İlmin olmadığı yerde mukaddes dinimizi doğru olarak anlamak ve uygulamak da mümkün değildir.
Günümüzde halk arasında bu konuda bilgi eksikliğinden, yanlış bilgiler edinmekten veya vehhabilik/mezhepsizlik akımlarının etkilerine maruz kalmaktan kaynaklanan yanlış anlamalar ve uygulamalar görülmektedir.
Bunlardan ziyaretlerimiz sırasında gördüğümüz bazı yanlışlara yeri geldikçe temas edeceğiz. En çok rasladıklarımız; kabirler veya türbe etrafında tavaf yaparcasına dönenler, türbelere ip, bez bağlayanlar, kabre karşı namaz kılanlar, türbelerde bağırışan, sesli ağlaşan, dövünenler…
Bir de tam tersine kabir ziyaretlerini ve orada yatanların rûhlarına okunmasını, onlara hediye edilmesini ve kabirde yatan âlim-velî zatların ruhâniyetini vesile ederek Allah-ü Teâlâdan niyazda bulunmayı kabul etmeyen, hatta şirk sayanlar bulunmaktadır.
Bu ikinci kısım aşırılıklar günümüzde kendilerini Selefî diye tanıtan Vehhabî meşrepli kimseler içinde yaygındır. Bunun örgütlü, uzun vadeli hedefleri olan ve Sünnî-Hanefî-Şafiî mezhepleri tahrip etmek hedefine yöneldiğini düşünüyor ve Müslümanları dikkatli ve tedbirli olmaya davet ediyoruz.
Bugün, Körfez Ülkelerinde basılarak müslüman ülkelerde ücretsiz dağıtılan selefîlik/vehhabilik fikir ve telkinleriyle dolu “Son Üç Cüzün Tefsiri” adlı kitap,  Hac ibadetinden dönenTürk hacılara da dağıtılmakta, piyasada satılmaktadır. 200 sayfalık kitapta hak mezheplerden, mezheb imâmlarımızdan hiç bahsedilmemekte,  yarısından itibaren Ehl-i Sünnet itikadına, Hanefî mezhebine uymayan sayfalar dolusu fikirler bulunmaktadır[1].
Bu itibarla; okuyucularımıza kabir ziyâreti, ölülerin rûhları için Kur’ân-ı Kerîm ve duâlar okumak, âlim, velî,  sâlih kulların kabir ve türbelerini ziyaret etmek hakkında kısa bilgiler sunmak faydalı olacaktır.
Sofiyye-i âliyyeden olup, 1335(h.736) da vefat eden Alâüddevle Semnânî(kuddise sirruh) hazretlerine soruyorlar: “Mezardaki beden ruhsuzdur, işitmez. Rûh ise mekânsızdır, her yerde hâzır olabilir. Evliyânın mezarına gidip ziyâret etmeğe ne lüzum var? Nerede olursa olsun, bir velînin rûhuna teveccüh olunursa, rûhu orada hâzır olmaz mı?”
Şöyle cevap veriyorlar: “Kabir ziyâretinin çok faydası vardır. Bir velînin kabrini ziyârete giden kimse, yolda hep onu düşünür, ona teveccühü(kalben yönelmesi) her adımda artar. Mezarı başına gelip toprağını görünce, hep onunla meşgul olur. Teveccühü arttıkça, ondan istifadesi artar. Evet, ruhlar için bir mâni, perde yoktur. Onlar hatırlandığı her yerde, Allahü teâlânın izniyle hazır olurlar. Fakat dünyada iken yıllarca beraber bulunduğu beden o topraktadır. Onun için rûhun o toprağa uğraması, nazarı ve bağlılığı, başka yerlerde olandan daha çoktur.” [2]
Bir âlim ve velinin kabrini/türbesini ziyaret arzusu doğunca, önce o mubarek zâtın hayatını, hizmetlerini, eserlerini okumak, sorup bilgi edinmek suretiyle bir ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Onların beldesine varıp coğrafyasında, ikliminde yaşamak, yıllarını geçirdiği mekânları tanımak, kullandıkları eşyaları ve yaşayış tarzını incelemek, o zamanın ve toplumun sosyal ilişkilerini de dikkate almak, düşünmeye ve anlamaya daha büyük katkılar sağlamakta, ayrı bir derinlik kazandırmaktadır. Sevgiye yol açan her merak, ilgi ve bilginin istifadeyi artırdığı, yaşayanların anlatmalarıyla sabittir.
Reşahâtda Hâce Alâeddîn Attâr (kaddesallahü teâlâ sırreh)  hazretlerinden şöyle nakledilir: “Buyurdular: Büyük meşâyıhın mezarlarını ziyâret etmelidir. Ziyâret eylediği ulunun sıfatlarından ne kadar anlamış ve ne sıfatla, hangi hâl ile azîzin kabrine yönelip gelmiş ise, o kadar feyiz alabilir. Gerçi o mubârek yerlerin ziyâretinde bedenî yakınlığın çok tesirleri vardır. Ama hakîkatte o mubârek rûhlara teveccühte bedenî uzaklık mani değildir. ‘Nerede olursanız bana salât okuyun’ hadîs-i şerîfi bu sözümüzün doğruluğunu göstermektedir. Ve kabir ehlinin misâl-i sûretlerini müşâhade etmeğe[kendisini kalben görmeğe] itibâr yoktur. Asıl itibâr onlara teveccüh edip(kalben yönelip), onları ziyâret etmekte ve sıfatlarını anlamaktadır. Bütün bunları ifâde makamında Hâca Bahâeddin Nakşîbend(kuddise sirruh) hazretleri buyurdular ki: Hâk teâlânın halkına yakınlıktan, Allahu teâlâya yakın olmak evlâdır.”
Ve şu beyit onların mubârek dillerinden çok duyulurdu:
Beyt:
Mertlerin kabrine tapınmada yok değer,
Onların yaptığını sen de yap, maksada er.
Ehlullahın kabirlerini ziyâretten maksat, Allahu teâlâya teveccüh olmalıdır. Oradaki velînin rûhâniyetini kemal-i tevecühe vesîle etmelidir…[3]
Kabir Ziyâreti ve Kur’ân-ı Kerîm Okumak[4].
İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi aleyh) Etfâl-ül Müslimîn kitabında buyuruyor ki, müslümanların kabirlerini ziyâret etmek sünnettir... Hâtim-i Esâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)“Kabristandan geçen kimse, onları düşünmezse ve dua etmezse, kendine ve onlara hıyanet etmiş olur” diyor Fâtıma (radıyallahü anhâ),  hazret-i Hamza’nın kabrini her sene ziyâret eder, düzeltir, tamir ederdi.
Hadîs-i şerifte, “Ana-babasının veya ikisinden birinin kabrini her Cuma günü ziyâret edenin günahları afv olur. Haklarını ödemiş olur” buyruldu. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), mü’min olan akrabasının ve eshâbının kabirlerini ziyâret ederdi. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “Bir müminin kabrini ziyâret ederken, Allahümme innî es’elüke-bi-hurmet-i Muhammed aleyhisselâm en lâ tü’azzibe hâzelmeyyit derse, o meyyitin azâbı kıyâmete kadar ref’ olur”.
Şir’at-ül İslâm kitabı şerhinde diyor ki, “Sünnete uygun ziyâret yapmak için, abdest alınır. İki rekât namaz kılıp,  sevabı meyyitin(ölünün) ruhuna gönderilir. Kabristana gelince ve aleyküm selâm denir. Yukarıda yazılı dua okunup, meyyitin yüzüne karşı oturulur. Yasîn-i şerîf veya bildiği sûreleri okur. Tesbîh okuyup, meyyit(ölmüş kimse)  için duâ eder”. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki, “Bir kimse, tanıdığının kabri yanından geçerken selâm verirse, meyyit bunu tanır ve selâmına cevap verir”.  Abdullah ibni Ömer (radıyallahü anh), bunun için, bir kabir yanından geçerken durup selâm verirdi.
Nâfi’ diyor ki, Abdüllah ibni Ömer, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabri yanına gelir, (Esselâmü alennebiyy, esselâmü alâ Ebî Bekr, esselâmü alâ Ebî) derdi. Böyle söylediğini yüzden fazla gördüm.
İmâm-ı Gazalî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İhyâu Ulûmi'd-Dîn kitabında “Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin kabirlerinden bereketlenmek müstehaptır…  Kabir ziyâret ederken, kıbleyi arkada bırakıp, meyyitin yüzüne karşı oturup selâm vermek müstehaptır. Kabre el, yüz sürülmez, öpülmez”.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “Bir kimse, kabristandan geçerken, on bir İhlâs sûresi okuyup sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir”. Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki, “Kabristâna girince, Fâtiha, Kul-e’ûzüler ve İhlâs sûrelerini okuyunuz! Sevâbını meyyitlere gönderiniz! Sevâbı hepsine vâsıl olur…”
Vefat edenin ruhu için, çeşitli kimseler farklı cüzleri aralarında paylaşıp Kur’ân-ı Kerîmin tamamını okurlar ve her biri okuduğunun sevâbını ölünün rûhuna gönderir veya biri hepsi için hediye ederse/dua yaparsa, okuyanlar da (Âmîn) derlerse câiz olur ve çok faydalıdır.  Fakat bu suretle hatim sevabı hâsıl olmaz. Hatim olması için bir kişinin bütün Kur’ânı okuması ve sevâbını hediye etmesi lâzımdır…
İbni Âbidîn buyuruyor ki, “Mevtâ, Cum’a günü kabrini ziyâret edeni tanır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) her sene Uhud şehitlerini ziyâret edip, “Esselâmü aleyküm bi-mâ sabertüm fe-ni’me ukbeddâr” okurdu…
Fetâvâ-i Fıkhiyye kitâbında “sevâb hediye etmek için, izin lâzım değildir” buyurulmaktadır.  Kabir ziyâret ederken, kabir üzerinde oturmak, uyumak mekruhtur. Bir kabre Kur’ân-ı kerîm okumak için, yanındaki eski kabirlerin üstüne basmak ve oturmak icap ederse, mekruh olmaz. Yeni kabir üzerine oturulmaz…
Abdül’Azîz Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh), Abese sûresinin tefsirinde diyor ki, “Allahü teâlâ, meyyitin toprağa gömülmesini emreyledi. Hindû kâfirleri ölülerini yakıyorlar. Ölü yakılınca, beden gözden kayboluyor. Rûhun beden ile bağlılığı hiç kalmıyor. Ölü gömülünce, rûh bedene ve bedenin bulunduğu mezara bağlı kalır. Rûhun bağlı bulunduğu belli yer olur. İnsanlar burasını ziyâret ederek, ruhları meyyitin rûhu ile tanışırlar,  faydalaşırlar. Okunan âyetlerin, duâların ve sadakaların sevapları ruha kolay vâsıl olur. Dirilerin de, evliyanın, sâlihlerin ruhlarından istifadeleri kolay olur”.

Kabir Ziyaretinin Faydası
Mezhepsizler, ölüden fayda ve zarar gelmez diyorlar… Mezhepsizlerin bu yalanlarına karşı Ehl-i sünnet âlimleri (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) vesikalarla, misallerle cevaplar verdiler…
Fahrüddîn er-Râzî, Kehf Sûresi tefsîrinde, diyor ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın cenazesini, vasiyeti üzerine, Resûlullahın kabri yanına getirdiler. Selâm verip, kapına gelen Ebû Bekir’dir yâ Resûlallah dediler. Türbenin kapısı açıldı. İçerden (Sevgiliyi sevgilinin yanına koyunuz!) sesi işitildi…
Beyhekî ve Vâkıdî bildiriyorlar ki;  Fâtıma-i Huzâ’ıyye, hazret-i Hamza’nın kabrini ziyâret etti. Selâm verince “Ve aleyküm selâm” denildiğini işitti… İbni Mende, Talha bin Übeydullah’tan haber veriyor: Talha, bir gece, Abdullah bin Amr bin Hirâmın kabrini ziyâret etti. Kabirden Kur’ân sesi işitti. Gelip Resûlullaha söyledi. “O Abdüllahdır. Allahü teâlâ, şehitlerin rûhlarını Cennete koyar. Her gece ruhları bedenleri ile buluşur. Sabah olunca, yine Cennette olurlar” buyurdu…  Beyhekî, Sa’îd bin Müseyyibden haber veriyor ki, hazret-i Alî ile Medîne Kabristanına geldik. Selâm verip, “Hâlinizi bize bildirir misiniz? Yoksa biz mi hâlimizi haber verelim?” dedi. Bir ses işittik: “Ve aleykesselâm yâ Emîr-el mü’minîn. Bizden sonra olanları sen söyle!” dedi…
Büyük İslâm âlimi Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa (rahmetullahi aleyh) hicrî 934 yılında yazdığı Kırk Hadîs-i Şerîf’in, on sekizincisi olan “Bir işinizde şaşırırsanız ölmüşlerden yardım isteyiniz!” hadîs-i şerîfini açıklarken diyor ki: “Rûhun bedene bağlanması, kuvvetli bir aşk ile olmuştur. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Fakat rûh ayrıldıktan sonra, bu aşkı bitmez. Rûhun bedene olan sevgisi, kuvvetli çekmesi, öldükten sonra, uzun zaman bitmez. Bunun içindir ki, ölülerin kemiğini kırmak, mezarı üstüne basmak yasaktır”… Bir insan, kuvvetli, olgun ve tesiri çok olan bir zâtın mezârı yanında durup, o toprağı ve o zâtın bedenini düşünse, o zâtın rûhunun, bedenine ve dolayısı ile o toprağa bağlılığı olduğundan, bu iki rûh karşılaşır. Gelen insanın rûhu, o zâtın rûhundan çok şeyler edinir ve güzelleşir, olgunlaşır. İşte bu faydadan dolayı, kabir ziyâretine izin verilmiştir. Bundan başka sebepler de yok değildir.
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi aleyh), Metâlib-i âliyye ve Zâd-ı Me’âd kitaplarında diyor ki: “Gelen insanın rûhu ile kabirdeki zâtın rûhu, birer ayna gibidir. Birbirinin karşısına gelince, her birinin ışığı, ötekinde aks eder, yansır. Gelen kimse, o toprağa bakıp, Hak teâlânın büyüklüğünü, öldürmesini, diriltmesini düşünüp, kazâ ve kaderine râzı olup, nefsi kırılırsa, rûhunda marifet, feyiz hâsıl olur. Bunlar, o zâtın rûhuna sirâyet eder. Bunun gibi, o zât, öldükten sonra, rûh âleminden ve rahmet-i ilâhîden ona gelmiş olan ilimler, kuvvetli eserler, onun rûhundan, gelen insanın rûhuna sirâyet eder, geçer”.
(El a’lâm) kitâbının sâhibi diyor ki, Peygamberlerin rûhları (aleyhimüsselâm) göklerde ve diledikleri yerlerde ve kabirlerinde zuhûr eder. Kabirlerinde her ân bulunmadıkları gibi, hep de ayrı kalmazlar. Kabirleri ile ilişkileri ve o toprağa ayrı bir bağlılıkları vardır. Bunun nasıl olduğu bilinemez. Bunun için, onları ziyâret etmek müstehaptır. Her müslimânın rûhu ile kabri arasında, devamlı bir bağlılık vardır. Kendilerini ziyâret edenleri anlarlar. Selâmlarına cevap verirler. Bunun içindir ki, hâfız Abdülhak-ı İşbîlînin (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âkıbet kitâbındaki hadîs-i şerîfte, “Bir mümin, tanıdığı bir müminin kabrine gelip selâm verince, onu tanır ve cevap verir” buyuruldu. On sekizinci hadîs-i şerîfin açıklaması tamam oldu...
(Râbıta-i şerîfe) kitâbının hicrî 1324 yılında yapılan ikinci baskısı yirminci sahifesinde diyor ki, “Büyük bir zâtın kabrini ziyâret eden kimse, ona râbıta ederse - dünya işlerini hiç düşünmeyip,  kalbine hiçbir şey getirmeyip,  o zâtın rûhunu, his organları ile anlaşılamayan bir nûr farz ederek, bunu kalbinde bulundurursa - o rûhtan,  kendi kalbine bir şeyler akmağa başlar. O zâtın feyzlerinden bir feyz ve hâllerinden bir hâl, kendinde hâsıl oluncaya kadar, bu nûru kalbinde saklamalıdır. Çünkü evliyanın rûhları, feyzlerin kaynağıdır. Kaynağı kalbine koyan, bunun feyzine, nimetine, bilinmeyen ihsanlarına elbette kavuşur. Rûhu kuvvetlenir, olgunlaşır.
Kişi kabir yanına gelince, önce selâm verir. Mezarın kıble tarafında, ayakucuna yakın durur. Tanıdığı gibi, şeklini, suretini hatırına getirir. E’ûzü ve besmele ile bir Fâtiha ve on bir İhlâs okur. Sevâbını Resûlullah efendimizin ve bütün Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve Eshâb-ı Kirâmın ve Evliyâ-i İzâmın (aleyhimürrıdvân) rûhlarına ve bu zâtın rûhuna hediye eder. Sonra oturur. Onun rûhunu, gönlünde bulundurur. Kalbinde bir şey hâsıl oluncaya kadar durur. Gelen kimse almasını bilirse, o zât da vermeğe ehil, olgun bir velî ise ve şartları gözeterek beklerse, elbette bir şey ele geçer. Bu şartlar, o zâtın kendisini tanıdığına, selâmını işitip cevap verdiğine, rûhunun, kâmil, olgun olduğuna, rûhunun bir zamana ve yere bağlı olmadığına, nerede hatırlarsa, orada imiş gibi feyiz vereceğine, Allahü teâlâ, feyzini, rûhun gıdasını, onun rûhu ile gönderdiğine inanmalıdır…
Her şeyi yaratan, gönderen, yalnız Allahü Teâlâ’dır. Fakat her şeyi belli bir sebeple göndermek, O’nun âdetidir. Onun nimetine kavuşmak isteyenin, O’nun âdetine uyması, sebebine yapışması lâzımdır. Sebepleri aramamak ve öğrenmek istememek, Allahü teâlânın âdetini bozmak olur… Bir kabirden feyz almak için, o zâta karşı, diri imiş gibi, edeb ve saygı göstermek, kabri üzerine basmamak da lâzımdır. O zât, mürşid-i kâmil ise, kalpteki nisbet, geç hâsıl olup, uzun zaman kalır. Mürşid olmayan velî ise, hâsıl olan feyz ve nisbet, keskin ve çabuk gelip geçici olur. Bu hâlleri bilmeyenler, yukarıdaki hadîs-i şerîfe inanmaz, mevdûdur derler. Usûl-i hadîs âlimleri, bir hadîsin sahîh olması için koydukları şartları taşımayan bir hadîse (Mevdû’) der ki, “Benim içtihadıma göre sahîh olmamıştır” demektir. Hadîs değildir demezler.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mubârek rûhundan feyz almağa ermiş olan bir zât, bulunduğu yerden Ona teveccüh edince, Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mubârek rûhu, Medine-i Münevvere’de bulunan kabr-i saâdetinden, bu zâta feyz verir. Bunun gibi, ehil olan, başarabilen de, evliyanın ruhlarından fayda görür…
Muhtasar kitâbının sâhibi, Mâlikî âlimlerinden şeyh Halîl    (rahmetullahi teâlâ aleyh) diyor ki, “Allahu teâlâ, Evliyânın rûhlarına öyle bir kuvvet verir ki, çeşitli şekillerde görünebilirler. Bedenleri mezardan çıkmaz. Rûhları şekil alıp görünür”
Bir kimse, kendi memleketinde iken, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) rûhâniyyetine teveccüh ederse, fayda bulur. Fakat Medîne-i Münevvere’ye giderse, faydalanması öyle çok olur ki, memleketinde iken olan fayda, onun yanında hiç kalır. Evliyâ-i kirâm, bu bildirdiğimizi kalpleri ile duyarak anlamaktadır.
Celâleddîn-i Rûmî  (kuddise sirruh),  son hastalığında buyurdu ki,  “Ben ölünce üzülmeyiniz! Her yerde benimle olunuz, beni düşününüz! İmdadınıza yetişir, size yardım ederim. Rûhumun, bu dünyada iki türlü bağlılığı vardır: Biri, bedenime olan bağlılığı, ikincisi, sizlere olan bağlılığı. Allahü teâlânın inâyeti ile rûhum bedenden ayrılınca, bedene olan bağlılığı da, size olur”.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllah-ı Dehlevî (kaddesallahu teâlâ sirrehul’azîz),  (Mekâtib-i şerîfe) kitâbının sekizinci mektubunda buyuruyor ki, “Bâtındaki, ya’nî kalbindeki nisbetin [bağlılığın] artmasına çalış! Allah ismini, bazan da Kelime-i tehlîli çok zikr ederek, bazan salevât okuyarak, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmağa uğraş! Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakîrin rûhaniyyetine teveccüh ediniz! Yâhut Mirzâ Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın kabrine geliniz! Ona teveccüh edince, çok terakki edilir. Ondan hâsıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ile ve Behâeddîn-i Buhârî ile de murâkabe ediniz!”
Sâlihlerin kabrlerini ziyâret ve bunlara tevessül ve istigâse etmenin câiz olduğu, Et-tevessül-ü bin-Nebî ve bis-sâlihîn kitâbında ve mevlânâ Hamdullah Sehârenpûrînin El-besâir-li-münkirit-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir kitâbında uzun yazılıdır…


[1] Adı geçen kitaptaki yanlışlar ve Selefilik hakkında uyarıcı incelemeler için bakınız:
·         http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2015/05/03/8190/diyanet-camisinde-selefi-vehhabi-propaganda
·         http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2014/06/30/7681/selefiler-kimdir-selefilik-nedir
·         http://www.21yyte.org/tr/arastirma/teostrateji-arastirmalari-merkezi/2014/09/29/7774/bir-guvenlik-tehdidi-olarak-selefilik
[2] Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi, Hazırlayan: Süleyman Kuku(A. Fârûk Meyân), Berekât Yayınevi, 1983, I. Cild, s. 313-14.
[3] Reşahât Ayn-ül Hayât. Müellif Alî bin Hüseyn. Sadeleştiren Süleyman Kuku(A.Fârûk Meyân), Fenomen Yayınları, 2010, Erzurum. 523s.  56. Reşha için bakınız, s.139-140.

[4] Kabr Ziyâreti ve Kur’ân-ı Kerîm Okumak başlığı altındaki bilgileri hocam rahmetli Hüseyin Hilmi Işık tarafından hazırlanan ve elli yıldır ülkemizde en çok okunan Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye(s:1008-1018) kitabından kısaltarak aldım. Daha geniş bilgi edinmek isteyen okuyucularımız kitabın aslına müracaat edebilirler. Farklı kaynaklara bakmak isteyen okuyucularımız aşağıdaki kitapları da inceleyebilirler:
 Hanefî mezhebine göre yazılmış en geniş fıkıh kitabı olan “İbn-i Âbidîn, Redd’ül - Muhtar Ale’d-Dürrü’l-Muhtar, Çeviren Ahmed Davudoğlu, Şamil Yayınevi, 1983,  3. Cild s: 501-505.
Hüccetü’l İslâm İmâm Gazâlî; İhyâu Ulûmi’d-Dîn. Tercüme Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, 4. Cild s: 873-880.
Büyük İslâm İlmihali, Ömer Nasûhi Bilmen; Sadeleştiren Mehmet Talû, Çelik Yayınları s: 278-280. 

BÜYÜKLER YOLUNDA


BÜYÜKLER YOLUNDA

Karaman: 1940’lı yıllar
Toros’ların Karaman’a bakan kuzey yamaçlarındaki bir dağ köyünde doğmuşum.  1949 yılında dört yaşındayken dayıma özenip abdest alışımı ve fistanlı olarak camiye ilk gidişimi hatırlıyorum. Karaman Hoca Mahmut Mahallesindeki evimizin hayatından(avlusundan) Halil Efendi Mescidinin kısa, ahşap minaresi görünürdü. O yıllar devletin dine fütursuzca müdahale ettiği, Müslümanlar üzerindeki baskıların çok arttığı, “modernleştirme” adı altında “dîni yozlaştırma” çabalarının sinsice sürdüğü yıllardı[1]. “Şapkalı müezzin” amcanın şerefeye çıkıp, “Tanrı uludur, Tanrı uludur!” diye kırık aksanla çıkardığı ıstırap veren tangır tungur sesleri hâlâ kulaklarımda…
Aklım ereli beri iz sürüyor, bulabildiğim, erişebildiğim Allah dostlarının eşiğini öpüyorum. Adlarını ilk duyduğum ve kabirlerini ziyâret edip fatiha okuduğum iki büyüğümüzü en önce saymalıyım: İlki Yunus Emre, ikincisi Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hazretleridir. O mübarek velîler doğup büyüdüğüm bu beldeyi şereflendirmişler. Karaman düzlüğünde yükselen Karadağ’a, Hacıbaba Dağı’na, bizim tarafların yamaçlarına onların nurlu nazarları erişmiş. Onların nazar ettiği siluetlere bakarak, asırların ardından onlarla bağ kuruyorum. Onlara kavuşmuş gibi oluyorum. Sekiz asır geçse de her Karaman’lının rûhunda böyle bir esinti hâlen duyulur. Gönüllerimizde onların ayrı bir yeri var…
Allah-ü teâlâ bizleri onların şefaatlerine kavuştursun…
İki büyüğümüz hakkında yazmadan önce bir noktayı değerli dikkat nazarlarına sunmayı vazife biliyoruz: Anadolu halkının çok sevdiği gerçek hak âşıkları olan velî zâtlar Müslümanlar arasına sızmış “dinî tamir dâvasındaki din tahripçileri” ve İslâmın dışından da, dinleri ikâme etme iddia ve çabasındaki masonik, misyoner çevreler tarafından istismar edilmektedir. Özellikle Yunus Emre ve Celâleddin-i Rûmî hazretleri ülkemizde bir “ozan ve hümanist” olarak tanıtılmaktadır. Onların İslam dininin gereklerini tam olarak yerine getiren, haramlardan sakınan, farzları yapan âlim/velî zatlar oldukları örtülmekte, hiç bahsedilmemektedir. Buna karşılık çoğu kendilerine ait olmayan, sapık fırka ve inanış sahiplerine ait ifadeleri onlara mal ederek tanıtmaya çalışan sistemli bir çaba onlarca yıldır sürdürülmektedir. Esefle ifade etmek lazımdır ki, bu büyüklerimiz adına düzenlenen anma törenleri,  folklor gösterisinden ileri gitmemekte, dahası gerçeği yansıtmayan ve İslâm’ın emir ve yasaklarına uymayan nice bidatlerle saptırılmaktadır.


YUNUS EMRE (kuddise sirruh)
Halkımızın çok sevdiği Hak aşığı ve halk şâiri. Ete kemiğe bürünmüş, Yunus diye görünmüş. 1300’lü yıllarda vefat ettiği sanılıyor. Mübârek zâtın birçok yerde kabri var. Gerçekte nerede yattığı ihtilâflıdır. Çok tarihî belgelere göre Karaman’da medfunlar. Eskişehir/Mihalıççık Yûnus Emre köyünde olduğu diğer bir tez. Manisa/Kula Emre köyünde Taptuk Emre/Yunus Emre türbesi bulunuyor.  Halkımız tarafından ziyaret ediliyor. Her şeyin doğrusunu Allah-ü teâlâ bilir. Halkımız hak âşıklarının, tasavvuf büyüklerinin kendi topraklarında, kendi beldelerinde bulunmasını istiyor. Büyük olmanın nişânı da bu olsa gerek.
Karaman’da, adıyla anılan bir Camiî var. Selçuklu dönemi mimarisi ve sâde taş yapısı ile bilinir. Camiye bitişik olan türbenin iki penceresi câmie, bir penceresi de batıya açılır. Türbe içi, cami zemininden daha yüksek. İçinde Yunus Emre, hocaları Tabduk Emre, Yunus Emre’nin oğulları İsmail ve biri de kızına ait olmak üzere dört sanduka var. Daha çocukluk yıllarımızda camie açılan pencereden kabirlerini görür, rûhuna fatiha okurduk. Baba ocağından ayrılıp, başka şehirlere yerleştikten sonra, her gidişimizde, sılayı rahim edişimizde ilk ziyaret yerimiz olmaya devam ediyor…
Kabirleri nerede olursa olsun, gönderilen fatiha adresinden hiç sapmaz. Onların himmeti de sevenlerine erişmekte hiç şaşmaz biiznillah. Hak adamları nerede olduklarıyla değil, NE İLE OLDUKLARIYLA anlaşılmaya çalışılmalı. Belki o zaman onlardan istifade daha çok olur…

Anadolu 13. yüzyılda siyasî kavgalarla sarsılıyor. Acımasız Moğollar Anadolu’yu istilâ ediyor, Haçlı sürüleri taassupla saldırıyor. O kâbuslu yıllarda halkı teselli eden, birlik ve beraberliğe çağıran, gönüllere ALLAH sevgisi telkin eden erenler ve manevî kumandanlardan biri. Yunus Emre (kuddise sirruh), Seyyid Ahmed Yesevî hazretlerinin Anadolu’daki devamı olarak düşünülmeli.
Anadolu’da Dîvân’ının bulunmadığı, ilâhîlerinin okunmadığı ev yok gibidir. Hak âşıkları onun gibi söylemeyi, onun gibi yaşamayı seçmişler. Edebiyatta nice divanlar ondan ilham almış, şiirlerinin birçoğu atasözü hâline gelmiştir:
“Mal sâhibi, mülk sâhibi / Hani bunun ilk sâhibi?
Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan.”
“Az lâf erin yüküdür / Çok lâf hayvan yüküdür.
Yunus Emre’de aşk / Gerçek insanlık yoludur.”

“Edeb yâhû”

Nazar eyle ilerü, Pazar eyle götürü,
Yaradılanı hoş gör, Yaradandan ötürü.

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep,
Her hüner makbûl imiş illâ edep, illâ edeb!

Ana rahminden geldik pazara,
Bir kefen aldık, döndük mezara.

“Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içerü”.
Beyti ile tasavvufu târif etmiştir.
Yunus Emre hazretleri, manevî terbiyeleri için bir mürşit arar. Gördüğü bir işâret üzerine genç yaşta Tapduk Emre’nin yanına gider. Otuz seneden fazla hizmetinde bulunur, feyiz alır. Karaman’da büyüklerimizden çok dinlediğimiz şu hikâyelerini nakletmeden olmaz:
“Yunus Emre hocaları Tapduk Emre'nin hizmetinde bulunurken, mânen bir ilerleme sağlayamadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düşer. Yolculuğunda iki kimseye rastlar ve arkadaş olurlar. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile bir sofra yemek gelir. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldiğinde O da duâ eder. Duâsında, “Ey Rabbîm” der “benim yüzümü kara çıkarma! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettilerse, ben de onun hürmetine ediyorum. Duâmı kabûl buyur!”
Duâsı bitince, iki sofra yemek birden gelir. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin?” diye sorarlar. Yûnus Emre; “Önce siz söyleyin.” der. Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine diye duâ ettik.” Derler!

Durumunu anlayan Yûnus doğruca Tapduk Emre’nin yanına döner ve hocalarının kapısının önüne yatar. Tapduk Emre’nin ise gözleri görmüyor. Kapının önüne varıp, ayağı bir cisme takılınca, bunun ne olduğunu sorarlar. Diğer talebeleri “Yunus, efendim” derler. Tapduk hazretleri “bizim Yûnus mu?” diye sorar. Bu soruş tarzı Yunus’un tekrar kabûl edildiği anlamına gelir. O andan îtibâren Yûnus Emre, halkın dillerinden düşürmediği ilâhileri söylemeye başlar. Senelerce hocasına dağdan odun taşır. Öyle ki getirdiği odunlar hep düzgündür. Hocaları; “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun” buyurunca; “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz.” cevâbını verir...
Yûnus Emre’nin bilinen iki eseri vardır: 1) Risâlet-ün-Nushiyye: Mesnevî şeklinde arûz vezniyle yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dînî bir eserdir. 2) Yûnus Emre Dîvânı: Birçok yazma nüshaları bulunmaktadır. Ancak bütün şiirlerin Yûnus Emre’ye ait olduğu hususu ihtilaflıdır.
Eserlerinde günübirlik konular yoktur. Geçim endişesi, şahsî ve ailevî meseleler hiç yer almaz. "Dervişlik", herkese faydalı olmak ülküsüdür. Tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınar. O her yerde, her ses ve renkte, her zaman Allahü Tealânın varlığını idrâk eder. Dilsiz varlıkların gizli dilini seslendirir. Varlıkların her zerresinde yüce Rabbimizi hatırlatan esrarı söyler:
“Altındandır direkleri / Gümüştendir yaprakları,
Uzadıkça budakları / Biter Allah deyû deyû”.

Olgunlaşmak için bir mürşîdin terbiyesine ihtiyaç bulunduğunu şöyle ifade ederler:
“Gel ey kardeş Hakk'ı bulayım dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz
Resûlün cemâlin göreyim dersen
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Niceler gittiler mürşid arayı
Arayanlar buldu derde devâyı
Bir kez okur isen aktan karayı
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Kadılar, müftüler hepsi geldiler,
Cümle kitapların serdiler,
Sen bu ilmi nerden aldın? Dediler,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.”

İlim hakkında şöyle buyururlar:
“İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır?

Yunus Emre der hoca / Gerekse var bin hacca,
Hepisinden eyice / Bir gönüle girmektir.”
Tasavvufu şöyle târif etmiştir:
“Şerîat, tarîkat yoldur varana / Hakîkat, mârifet andan içerü.
Bene bende demen, bende değilem / Bir ben vardır bende, benden içerü.”

“Müslümanım” diyenlere şöyle seslenir:
“Müslümanım diyen kişi / Şartı nedir bilse gerek.
Allah’ın buyruğun tutup / Beş vakit namaz kılsa gerek!”[2]

MEVLÂNA CELÂLEDDÎN RÛMÎ (kuddise sirruh)
Karaman’da en çok ziyaret edilen diğer “yatır” Mevlâna Celâleddin Rûmî (kuddise sirruh) hazretlerinin anneleri Belh Emiri sultan Rükneddîn’in kızı Mümine Hâtun’dur. Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem hazretlerinin neslindendir.
Hazreti Mevlâna(Mehmet Celâleddin) 1207 yılında Belh’te doğar. Babaları Sultan-ül Ulemâ Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled hazretlerinin soyu hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır.  Bahaeddin Veled hazretleri, hasetçilerin şikâyeti üzerine ailesini ve bir grup sevenini yanına alır, Belh’ten çıkar. Bağdat, Hicaz, Şam, Halep yoluyla Erzincan’a, oradan da Larende’ye(Karaman) gelirler. Sultân-ül-Ulemâ, Larende'de (Karaman'da) Emîr Mûsâ'nın kendisi için yaptırdığı medresede, başta oğlu Mevlânâ olmak üzere çok talebe okutur. Yüzlercesine icâzet verir. Karaman’a geldiklerinde Mehmet Celâdeddin henüz 11 yaşındadır. Anneleri Mümine Hâtun ve ardından ağabeyleri Muhammed Alâeddin vefat ederler. Onların ve birçok yakınlarının kabirleri, Aktekke(Mader-i Mevlânâ) Camiînin içinde, mihrabın sol tarafındaki bölmededir. Allah-ü teâlâ hepsine rahmet eyleye.
Mevlâna Celâleddin Lârende’de babaları Sultan-ül Ulemâ’nın sadık müridlerinden Şerafeddin Lala Semerkandî’nin kızı Gevher Hâtun ile 1225 yılında evlenir. İki oğulları Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi burada dünyaya gelirler. Mevlâna Celâleddin ve babaları Sultan-ül Ulema yedi sene Karaman’da kaldıktan sonra, Selçuklu sultanı Alâeddin Keykûbât’ın davetleri üzerine Konya’ya göçerler.
Aktekke (Mader-i Mevlânâ) camiî, Hacıbeyler Camiine iki yüz metredir. Hacıbeyler Camii yakın zamanlara kadar Halk Kütüphanesi idi. Babam rahmetli otuz yıl orada müstahdemlik etmişti. Çocukluğumun çoğu orada geçtiği için Aktekke Camiî; mihrabına, minberine, kesme taş duvarına, ön cemaat sekisine, derviş hücrelerine, çınarına kadar en aşina olduğum yerlerden biridir.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerini ilk ziyaretim 1960 yılı yaz aylarıdır. Ortaokulu yeni bitirmiştim. Otobüsle birbuçuk saat çekmesine rağmen Konya’ya ilk gidişimdi. Orada dinî eğitim gören bir yakınımın yanında birkaç hafta kalmıştım. Birlikte yeşil Türbe’yi ziyaret etmiştik…
Üçtekerli bisikletlerin kasasına oturdunuz mu, delikanlı sizi istediğiniz adrese götürür, hem de kılavuzluk ederdi. Yeşil Türbeden tabana kuvvet Alâeddin Tepesine kadar yürümek pek eğlenceliydi…
O zamanlar türbeye pek turist gelmiyordu. Şimdiki kadar da müziğe, çalgı aletlerine boğulmamıştı. İnsanlar belki daha edepliydi. Âdâbına uygun bir kabir ziyareti yapılabiliyordu ve şüphesiz istifade daha çok oluyordu…
Şimdilerde aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Ney sesi, kudüm vurması, raks her şeyi örtmüş. Mukaddes olanı alıp götürmüş. Rûhâniyet adına ne varsa silip süpürmüş. İçeri girenler zevâhiri görüyor,  kabukla oyalanıyorlar, “İslam ve tasavvuf budur her hal” diyorlar. Akıllarınca Mevlânâ’yı ziyaret ettim, feyz aldım sanıyorlar.
“Herkes zannınca bana dost olur, sohbetimden bir şeyler öğrenmek ister” buyuruyor hazreti Mevlânâ. Gerçekte ise kimse aslına varamıyor. İslâmın itikad ve ibadet aslından, esaslarından bîhaber kimi sanatçıların dönüşüne, musikînin cezbesine takılıp, Mevlâna hazretlerinden bir şeyler kaptım sanıyorlar.
Yanılıyorlar,  aldanıyorlar,
Yanıltılıyorlar,  aldatılıyorlar!
Bu yanlış telkin ve işlere bir dur demek, doğrusunu anlatıp göstermek lâzım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2015 yılı Şeb-i Arûs kutlamaları dolayısıyla Konya ve İstanbu’dal yaptığı konuşmada bu hususa dikkatleri çekiyor gibiydi:
“İnanç dünyamızın diğer sembolleri gibi Mevlana Hazretleri konusunda da suretten sîrete, sözden öze doğru bir yönelişe ihtiyacımız var. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin Mevlâna’nın gönül pınarından süzülen bir yorumu olan, kolay anlaşılması için yaşadığı dönemin günlük hayatından örneklerle bezenen eserleri, bizim için kıymetli birer hazinedir. Herkesin istifadesine açık bu hazineyi hep birlikte çok iyi değerlendirmeliyiz.”
“Unutmamalıyız ki metalaştırdığımız her değer bizim olmaktan çıkar. Mevlâna Hazretlerini ve emanetlerini, onun muradına uygun şekilde muhafaza etmek, hepimizin en başta gelen vazifesidir”
 “Onun gibi olmaya çalışmak, onu sevmek lâzımdır. Sema görsel bir şölen değildir. Maalesef son dönemde onu yanlış anlayan kişiler bulunmaktadır. Mesnevi bir aforizmalar derlemesi değildir. Ruhlara cila olarak yazılmış bir ayet ve hadis tefsiri kitabıdır...”
Bu konuşmayı yanlışların düzeltileceği yönünde bir işaret olarak görüyor ve seviniyoruz.
Önceleri ben de herkes gibi yapıyordum. Hocam H. Hilmi Işık Efendileri tanıdıktan sonra, onlar gibi ziyaret etmeye başladım: Dışarıda, Mevlâna türbesinin kıble istikametinde duruyorum. Sırtımı Üçler Kabristanına verip, yüzümü Yeşil Türbe altındaki kabre dönerek fatiha okuyorum…
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere ne Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerini ne de bu kitapta adı geçen o Allah dostlarını, Hak âşıklarını, büyük velileri anlatmak bu âcize düşmez. Haddimi biliyor, o noktada duruyorum. Ama satırlarımı ziynetlendirmek ve onlardan istifade etmek amacıyla o büyük veliden birkaç menkıbe ve birkaç kıymetli öğütlerini yazmadan da olmaz.
Rivayete göre Mevlânâ’nın babası Sultan-ül Ulemâ Bahaeddin Veled, Konya’nın dış kale duvarları yapılmadan (1221 milâdî seneden) evvel, bir gün katırına binerek şehrin batısına bir gezintiye çıkar. Şimdiki “Yeşil Türbe”nin bulunduğu yerde küçük bir tepe varmış. Orada şöyle buyurur: “Benim, yarânımın, çocuklarımın ve beni takip edenlerin ve torunlarımın kabirlerinin burada bulunmasını isterim.” Oralar sultanların gül bahçesi imiş. Bunun üzerine Sultan Keykubad o gül bahçesini onlara bağışlar. Sultan-ül Ulemâ 1230’da vefat edince oraya gömülür ve mezarı üzerine türbe yapılır. Bugün Gümüş kapıdan girince sağdaki hazirenin içinde “Yeşil Kubbe”nin altında 32 sanduka bulunmaktadır.
Sultân-ül-Ulemâ Bahaeddin Veled’in vefatından sonra, Mevlânâ Celâleddîn hazretleri babalarının önde gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin himayesi altında yetişir. Dört yıl süreyle Halep'te el-Halâviyye ve Şam'da el-Makdisiyye Medresesinde bulunur. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî gibi zamânın âlim ve velîleriyle sohbet eder, onlardan da ilim öğrenir.
Mevlânâ hazretlerinin iyice olgunlaştığını anlayan Seyyid Burhâneddîn hazretleri ona; "Evlâdım! Şimdiye kadar bildiğim ne varsa hepsini sana öğrettim. Bundan sonra senin daha büyük mertebelere kavuşman, Tebrizli Şems'in (Şems-i Tebrîzî'nin) gelmesine bağlıdır. Onun şefkat kanatları altında aşamadığın engelleri aşarsın. O, seni tasavvufun en mahrem noktalarına çeker, sen de ona, ayn-ı âlemi anlatırsın. Bu şekilde birbirinizi tamamlar ve yeryüzünün en büyük iki dostu olursunuz. Bense Kayseri'ye gidip ömrümün sonlarını orada geçiririm." buyurur.
Mevlânâ hazretleri o sıralar Konya'ya yerleşmiş bulunan zamânın en büyük kelâm ve tasavvuf âlimlerinden Sadreddîn-i Konevî (kuddise sirruh) hazretlerinden ilim öğrenir. Mânevî yolda yüksek derecelere ulaşır. Hocaları Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden dinleyelim: "Rüyâmda Fahr-i kâinât efendimizi gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber efendimiz Mevlânâ'ya çok iltifât ettiler ve hazret-i Ebû Bekr'e dönerek; "Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur." buyurdular. Mevlânâ'yı sağ tarafına oturttular. Peygamber efendimiz bu rüyâ ile talebelerimden Mevlânâ'nın derecesinin yüksekliğine işâret ettiler. Bu durumu diğer talebelere hatırını gözetip, ilminin yüksekliğini anlamaları için anlattım." buyururlar…
Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin hocalarından biri de Şems-i Tebrîzî'dir (kuddise sirruh).  Şems-i Tebrîzî seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulabilmek için duâ ederdi. Israrla yaptığı duâların netîcesi olarak rüyâsında Konya'ya gidip, Celâleddîn-i Rûmî'nin yetişmesine yardımcı olması bildirilir. O da Allahü teâlâya şükrederek; "Böyle dosta canım fedâ olsun" der. Gelip Konya'ya yerleşir. Ve bir gün "Celâleddîn Muhammed” ile karşılaşır, ona bazı sorular sorar. Aldığı cevaplara hayrân kalan Şems "Allah!" diyerek bayılır. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucaklar,  kaldırır. O nûr yüzlü zâta öyle ısınır ki, evinde misafir eder. Bu zâtın, ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; “Kölenin nesi varsa efendisinindir” diyerek hizmetine koşar. Ondan sonra gece gündüz hiç ayrılmazlar. Talebelerine ders vermez olur, insanlara vâzı bırakır. Namazla, sohbetle, tefekkürle, zikirle günlerini geçirirler. Yanlarına büyük oğlu Sultan Veled’den başka kimse giremez. Bu hâl aylarca sürer.

Şöyle bir rivâyet anlatılır: Bir gün, Mevlânâ kitaplarıyla havuz kenarında iken Hazreti Şems gelir, o kitapları sorar. Mevlânâ; "Sen bunları anlamazsın." der. Şems’te o kitapları suya atar. Mevlânâ’nın "Ah! Babamın bulunmaz yazıları gitti!" diyerek çok üzüldüğünü gören Şems hazretleri, elini havuza daldırıp kitapları sudan çıkarır. Hiçbiri ıslanmamıştır!  Mevlânâ; "Bu nasıl iştir?" deyince, Şems; "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." Buyurur!
Mevlânâ ve Şems hazretlerinin bu sohbetlerini kıskanan bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygunsuz lâflar etmeye başlarlar. Söylentilerin ardı arkası kesilmeyince Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya'da kalamayacağını anlayıp, O çok kıymetli dostunu bırakarak Şam'a giderler.
Şems’in ayrılığı Mevlânâ'yı çok üzer. "Şems, Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söyler, gözyaşlarıyla mektuplar yazar. Oğulları Sultan Veled’i Şam'a gönderip, Konya’ya çağırırlar. Sonrası ise oldukça uzun ve hüzünlüdür.
Şems hazretleri Konya’ya dönerler, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başlarlar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğullarından başka kimseyi almadan…
Yatışmış, durulmuş görünen Konya halkı Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı yine Şems'e kızmaya başlarlar. 1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan gece Mevlânâ ile Şems hazretleri sohbet hâlinde iken, kapı çalınır ve Şems hazretlerini çağırırlar. Dışarıda bir grup kimse tarafından şehit edilirler ve bir kuyuya atılırlar…
Mevlânâ hazretlerinin üzüntüsü tarife sığmaz. Ayrılığın verdiği hasret ile öyle beyitler, kasîdeler söyler ki, o zamâna kadar öylesini hiç kimse söyleyememiştir. Hazret-i Ali (kerremallahü vecheh) hazretlerinden gelen feyiz ve vilâyet yolunu, onun kadar açıklayan bulunmaz. Mevlânâ hazretleri, sonraları talebeleri arasına karışmaya, onlara ders vermeye, câmilerde nasihat etmeye yeniden başlar. Pek çok âlim ve velî yetiştirir. İnsanların hasta kalplerine şifâ sunar, halkın müşküllerini çözer.
Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese iyi muâmele eder ve güler yüz gösterir. Oğlu Sultan Veled'e: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen, herkesle dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır" buyurur.
Başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir” buyururlar. Dâimâ vermeyi, ihsân ve ikrâmlarda bulunmayı, tevâzu üzere, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ederler.
Mevlânâ hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, nasîhatleriyle hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün "Ey bizi sevenler! Sevgili
Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller, ibâdetler ile helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda bulnanlara, kıyâmet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler, kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir." buyururlar.
Bir soru üzerine: "Nefis, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmağa gelmez. Büyüklerimiz, ölünceye kadar nefisle mücâdele etmiştir. Biz de öyle yaparız." cevâbını verirler.
Birkaç kişi Mevlânâ hazretlerine sorarlar; "Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince, tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip, sıkıntılarını giderirler mi?" diye. "Cenâb-ı Hakk'ın evliyâ kulları âhrete intikâl ettiklerinde, dünyâdakine göre daha çok tasarrufa sahip olurlar. Dünyâdaki tasarruf hudutlu, âhiretteki ise hudutsuzdur." Buyururlar.
"Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurken”. Bunların her birisinin geniş açıklamaları vardır.
Mevlânâ hazretleri çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; "Bu nasıl namazdır?" dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; "Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, O; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi." (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi." derdi.
Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?" buyurdular.
“Gururlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz. Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir."
"Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır."
Dostları, talebeleri; "Efendim! Zât-ı âlinizden sonra kime tâbi olalım. Yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sorarlar. Mevlânâ hazretleri de; "Hüsâmeddîn Çelebi'ye tâbi olunuz. Onu yerime vekil bırakıyorum." buyurur. Oradakiler bu suâli üç defâ sorarlar, hep aynı cevâbı alırlar. "Cenâze namazınızı kim kıldırsın?" diye sorduklarında "Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın." buyururlar.
Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: "Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ'nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ânîden kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ'nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden bâzıları; "Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acabâ hikmeti nedir?" dediler. Bunun üzerine; "Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin arkasında cenâze namazını kıldıklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mâvi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı." buyurdu.
Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "Üç kitabın eşi yoktur” buyururlar. “Bunlar; Kur'ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî'dir."
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatları bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır. Onun Mesnevî'sinde geçen "ney" kelimesi, bâzı kimseler tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünülüp anlaşıldığı için, yanlış olarak, kendisinin ney çalıp dinlediği sanılmıştır. Oysa Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) ney çalmak şöyle dursun yüksek sesle zikir bile yapmazdı. Nitekim Mesnevî'sinde;
“Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb,
Bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!”
[O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân u gönülden iste.
Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!]
Buyurmaktadır. Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) hazretleri ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her ân, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır.” Buyuruyor. Mevlânâ'yı tanımayanlar ise; ney ve saz çalıp dinleyerek, gazel okuyup dönerek, dans ederek nefislerini zevklendirmektedirler…
Bu durumu bizzat yaşamış bir kimse olarak üzüntümü ve pişmanlığımı itiraf etmeliyim. Üniversitede öğrenci iken, “tasavvuf müziği”, “dinî musikî” uydurmalarının peşinde koştum. Yıllarca ney çaldım. İzmir halkına “tasavvuf ziyafeti(!) çekmek” için Konyalılar Derneğinde aktif görev alıp, 1964-66 yılları güz mevsiminde neyzenler, semazenler çağırarak Elhamra Sineması’nda “Mevlâna Geceleri” tertip ettik… Günlerce Konak caddelerinde, işyerlerinde dolaşıp bilet sattık. Ta ki, “ney”in tasavvufta kâmil insanı tarif etmek için kullanıldığını, yoksa Celâleddin Rumî hazretlerinin ney çalmadığını öğreninceye kadar. Hocam(rahimehullah) Tam İlmihâlde okuduğum bilgilerle imdadıma yetişinceye kadar…
Günümüz insanları Şeb-i Arûs törenlerinde semâzen seyredip, ney dinleyerek, “Yeşil Türbe”de sergilenenleri görerek Mevlâna hazretlerinden istifade ettiklerini sanıyorlar. Aldanıyorlar. Çünkü bu sadece müzik dinleme işi olmaktan çıkıyor,  raks ve musikîye dinî bir anlam giydirmeye çalıştıkları için, daha ağır bir vebal altına giriyorlar. Allah korusun. Bendeniz bilerek, bilmeyerek yaptığım yanlışlarımdan, işlediğim günahlarımdan tövbe ettim. Estağfirullah ve etûbi ilallah, min cemiî mâ kerihallah. Kavlen ve fîlen ve hâtıran ve nâzıran ve sâmian.
Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ'ya beş kese altın gönderir. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ'ya altınları arz edince; "Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurur. Talebeleri bu emri derhal yerine getirirler. Dünyâlık peşinde koşanlar bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başlarlar. Üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez olur. Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip, ibâdetlerden alıkoyar. Sakın sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malına muhabbeti kalbinize koymayınız”  buyururlar.
Onların duâlarından:
·     "Yâ Rabbî! Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.
·     Yâ Rabbî! Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir.
·       Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim! O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâp etme.
·   Yâ Rabbî! Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur. Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin”.
Sadreddîn Konevî, Şams-i Tebrizî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri hakkında daha fazla bilgi için dipnotta bazı kaynaklar verilmiştir[3].

Mevlâna Celâleddin Rûmî hazretlerini anıp, ziyaret edince onların hocaları olan Şems-i Tebrizî ve Sadreddin Konevî (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) hazretlerini mutlaka hatırlamak, varıp ziyaret etmek gerekir. Onlardan birkaç bereketli söz naklederek ve rûhlarına fatiha okuyarak, şefaatlerine kavuşmak dileriz…

ŞEMS-İ TEBRÎZÎ (kuddise sirruh)
Konya'ya gelen büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247 (h.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Nereye defnedildiği hakkında farklı bilgiler bulunmaktadır.
Şems-i Tebrîzî'nin kıymetli, hikmetli sözlerinden bâzıları şöyledir:
·                     "İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden."
·                     "Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle gibidir."
·                     "İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir."
·                     Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasihatte bulundu: "Âhireti terk edip, dünyâya tâlip olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlip olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere, O'na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İlmi talep edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarf edenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi icap eden şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması düşünülemez."
Bugün Mevlâna türbesi içinde Şems-i Tebrizî’ye nispet edilen bir makam gösterilmektedir. Ama Şemsi Tebrizî(kuddise sirruh) hazretlerinin kabrinin nerede olduğu tam bilinmiyor. Şehit edildikten sonra atıldığı kuyudan çıkarılıp, Mevlânâ Medresesinde defnedildiği rivayeti var.
Konya Tarihi adlı kitapta(s. 944-45) bugün Şemsi Tebrizî Türbe ve Zâviyesi olarak bilinen ve ziyaret edilen yerde Şeyh Tebrizî adıyla tanınmış olan Tebriz’li mimar Bedreddin’in gömülü olduğu yazılıdır. Yine aynı eserde Hazreti Şems’in mezarının, Mevlânâ’nın medresesi ile Emir Bedreddin Gühertaş Türbesi civarında olduğu ifade edilmektedir. Emir Bedreddin Gühertaş Mevlânâ medresenin bânisidir. Mevlânâ Türbesi 1274 ( h.673) yılında tamamlanmıştır.

SADREDDİN KONEVÎ (kuddise sirruh);
Konya'nın büyük velîlerinden. 1209 (h.606) Malatya’da doğmuş, 1275 (h.673) târihinde Konya'da vefât etmişler. Babaları İshâk Efendi’nin vefâtından sonra vâlidesini Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî(kuddise sirruh) hazretleri nikâh ederler. Bu evlilik Sadreddin Konevî’nin şeyh-i Ekber tarafından özel bir ihtimamla yetişmesine vesile olur. Birlikte seyahat ederler. Üvey babalarından şeriat ve tasavvuf ilimlerini alırlar.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: "Hocam Muhyiddîn-i Arabî hayatta iken, benim yüksek makamlara kavuşmam için çok uğraştı. Lâkin hepsi mümkün olmadı. Vefâtından sonra bir gün, kabrini ziyâret edip dönüyordum. Birden kendimi geniş bir ovada buldum. O anda Allahü teâlânın muhabbeti beni kapladı. Birden Muhyiddîn-i Arabî'nin rûhunu çok güzel bir sûrette gördüm. Tıpkı sâf bir nûrdu. Bir anda kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde onun yanında olduğumu gördüm. Bana selâm verdi. Hasretle boynuma sarıldı ve "Allahü teâlâya hamd olsun ki, perde aradan kalktı ve sevgililer kavuştu, niyet ve gayret boşa gitmedi. Sağlığımda kavuşamadığın makamlara, vefâtımdan sonra kavuşmuş oldun."  buyurdu.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri hocası Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin vefâtından sonra, evliyânın büyüklerinden Evhadüddîn-i Kirmânî hazretlerinin sohbetlerine kavuşur. Ondan da yüksek mânevî bilgiler tahsîl eder. Sonra hac dönüşü Konya'ya yerleşirler. Zamânın en büyük âlimlerinden olurlar. Binlerce talebeye ders verirler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa'îdeddîn-i Fergânî gibi birçok hikmet ve tasavvuf ehlini yetiştirirler.
Oğlunun hastalığına çare arayan birine şu duayı yazıp verirler: "Bismillahillezî lâ yedurru maasmihî şey'ün fil erdı velâ fis semâî ve hüvessemîul alîm. Eûzü bi kelimâtillah-it-tâmmâti küllihâ min nefsihî ve ikâbihî ve şerri ibâdihî ve min hemezât-iş şeyâtîn."
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden önce vefât ederler. Ve cenâze namazını hocaları Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kıldırmasını vasiyet ederler.
Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin duâlarından: "Yâ Rabbî! Kalbimizi senden başka şeye yönelmekten ve senden başkasıyla meşgûl olmaktan temizle. Bizi bizden al, bizim yerimize bizi kendinle doldur. Bizi başkalarına ve şeytana oyuncak yapma. Bize nûr bahşet. Duâlarımızı çabucak, kendi istediğin şekilde kabûl buyur. Sen işitensin. Sen bize yakınsın. Sen duâlara icâbet edensin."
Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kabrini ziyâret edenler, asırlardır onların feyzlerinden istifâde ediyorlar. Sıkıntıda olanların Onu vesîle ederek yaptıkları duâlar, bi-iznillah kabûl oluyor. Konevî Câmiine devamlı gelenlerden biri anlatır: "Sadreddîn-i Konevî'yi iki defâ rüyâmda gördüm. İlk gördüğüm gecenin gündüzünde, bir iş yüzünden birçok kimsenin kalblerini kırmış, onları çok üzmüştüm. Rüyâmda heybetli bir şekilde görünüp bana buyurdu ki: "Kimseyi üzme, kimsenin kalbini kırma, kalb kırmaktan çok sakın." Bu ihtar bana çok tesir etti. Bundan sonra kimsenin kalbini kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye çalıştım.
Sadreddin-i Konevî Câmiî ve Türbesi, Konya İstasyonundan şehre inerken ziraat âbidesine varmadan sola sapan ilk sokağın tam karşısındadır. Camiin güneye açılan dış kapısı taş çerçevelidir. Üstünde girift bir Selçuk sülüsüyle yazılmış iki kitabe görülür. İ. Hakkı Konyalı merhumun Konya Tarihinde birinci kitabe dilimize şöyle çevrilmiştir:
“Bu mübarek mâmure içindeki muhakkik ve rabbanî âlim Sadreddin Muhammed İbni İshak ibni Muhammed’in(radıyallahü anh) türbesi; vakfiyesinde şartları belli edildiği ve yazıldığı veçhile, kendisinin vakfeylediği kitapları ihtiva eden kütüphanesiyle beraber ashabından; kalbleriyle ve kalıplarıyla Allahü Tealaya yönelen salih fakirler adına h.673(m. 1274) yılında yapıldı.”
Mâbede girdiğimizde Selçuk çinilerinin en güzelleriyle ve gönül avlayanlarıyla işlenmiş mihrâbı görürüz. Çinilerde mavi renk hâkimdir, arasında siyah lâleler serpiştirilmiştir. Oymacılık ve tahta işçilik sanatının şaheser örnekleri olan pencere kapakları bugün İstanbul Türk ve İslâm Eserleri Müzesindedir. İ. Hakkı Konyalı merhum, sol kapakta meâlen şeyle yazıldığını bildiriyor: “Takvâdan daha aziz bir şeref, hevâ ve hevesi bırakmadan daha mükemmel kerem olamaz”.
Türbe câmiîn solundadır. Camiin iki penceresi türbeye açılmaktadır. Türbenin üstü mahrutî şekilde yapılmış ağaç kafeslidir. Kafesi 12 mermer sütun tutmaktadır. Türbenin alt kısmı mermerle çevrilidir. Bu mermerlere geometrinin en zor şekilleri sanatla işlenmiştir.
Sadredddin Konevî  (rahmetullahi aleyh) Mevlânâ Celâleddin Rûmî’den (rahmetullahi aleyh) sekiz ay sonra 673(m.1275) yılı Muharrem ayında Rahmeti Rahmân’a kavuşmuştur.
Rivâyet edildiğine göre Konevî hazretleri ekseriya câmîin şamdanının bulunduğu yerde otururlar ve yemeklerini de orada yerlermiş. Vasiyetnâmelerinde: Gasledildikten sonra üzerlerine şeyhleri Muhyiddin Arabî (kuddise sirruh) hazretlerinin elbiselerinin giydirilmesini, sonra beyaz bir izâr ile kefenlenmelerini, cenazelerinde “cenaze okuyanlardan” hiç birinin bulunmamasını ve kabirlerinin üzerine hiçbir mâmure yapılmamasını istemişler.
Vasiyetnâmelerinin bir yerinde şöyle buyuruyorlar: “Bekâr olanlar yavaş yavaş Şam’a gitsinler. Çünkü öyle karanlık ve müthiş fitne kopacak ki, çokluğun bundan kurtulması zor olacaktır”.  Nitekim ülke Moğol sürülerinin istilâsına uğramış, Selçuklu sultanları, ilim ve devlet adamları öldürülmüş,  Konya tahrip edilmiştir…
İ. Hakkı Konyalı Konya Tarihinde(s.504) Şeyh Muhyiddin-i Arabî (kuddise sirruh) hazretlerinin bir hırkasıyla, Sadreddin Konevî’nin seccadesinin kütüphanelerinde muhafaza edildiğini, sonra bunların bir kısım el yazması kıymetli kitaplarla beraber “Evkaf-ı İslâmiye Müzesi”ne gönderildiğini,  hırka ile seccadenin bu müzeden çalındığını, bulunamadığını kaydeder. Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin Nüsûs, Hukûk, En-Nefehât-ül-İlâhiyye, Mefâtîh-ül-Gayb, Fâtiha Tefsîri, Şerhu Ehâdîs-i Erbaîn gibi eserleri vardır[4].
HACI BAYRAM-I VELÎ (kuddise sirruh)
Sene 1970. Mevsim güz. Askerden yeni terhis oldum. Tayin işlerimi takip etmek için Ankara’ya gidiyorum. İlk fırsatta Seyyid Abdülhakîm Arvasî kuddise sirruh hazretlerini ziyaret etmek istiyorum. Ama önce yakındaki büyüğü ziyaretle başlamalıyım. Doğruca Hacı Bayram Camiîne gidiyorum ve hemen yan taraftaki türbeye yöneliyorum.
İstanbul'u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. Asıl adları Nûmân bin Ahmed bin Mahmûd, 1352’de Ankara’da Zülfadl (Sol-Fasol) köyünde doğmuşlar, 1429 senesinde vefât etmişler.
Daha çocukluğunda farklıymışlar. Arkadaşlarıyla oyun ve eğlenceden değil, kırlarda yalnız başına tefekkür etmekten hoşlanırmış. Eline geçen kitabı, uyumadan dinlenmeden okuyup bitirirlermiş.
Küçük yaştan itibaren ilim tahsil edip, Ankara’da müderrislik yapmaya başlamalarına rağmen rûhlarında bir sıkıntı eksik olmaz. Bu sıkıntıdan ancak bir mürşid-i kâmilin huzûruna varmakla kurtulabileceğine inanır ve fırsat gözler. Nitekim Aksaray’da Somuncu Baba diye bilinen Şeyh Hamîd-i Velî hazretleri, talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi kendisine göndererek yanına davet eder. Bir Kurban Bayramında buluşurlar. Hamîd-i Velî hazretleri Nûmân’a "İki bayramı birden kutluyoruz." buyurarak, Bayram lâkâbını verirler...
Nûmân, Hamîd-i Velî hazretlerinin sohbeti bereketiyle kısa zamanda olgunlaşıp, zamânının en büyük velîleri arasına girer. Hocalarının emirleri gereği, vefatlarından sonra halifeleri olarak, İslâmiyet’i anlatmak, insanlara doğru yolu göstermek ve yetiştirmek görevini üstlenirler. Kısa zamanda isimleri her tarafta duyulur. İstanbul'un mânevî fâtihi olacak olan Akşemseddîn’i (rahimehullah) yetiştiren de Hacı Bayram hazretleridir. Eşref oğlu Abdullah Rûmî, Yazıcı zâde Muhammed ve Ahmed Bîcan kardeşler, Molla Zeyrek, Akbıyık Sultan, Muhammed Üftâde, Hızır Dede, Bıçakçı Ömer Efendi de Hacı Bayram hazretlerinin sohbetinde yetişmişlerdir. Rahmetullahi aleyhim ecmaîn.
Talebelerine nasîhatlerinden bâzıları:
"Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır."
"Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindiriniz ki, Peygamber efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız."
"Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşâ etmeyiniz.
Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hıyânet ise, çirkin bir harekettir."
"Kalp şehrinizi mâmur ediniz. Allah adamlarının sözlerini dinleyiniz. İlim öğreniniz."
"Âlim ve velîlerin kabirlerini ziyâret ediniz. Zîrâ o büyükler, kendilerini ziyâret edenlere şefâat ederler."
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Yûnus Emre kuddise sirruh ile aynı asırda yaşamış ve onunki gibi şiirleri vardır. Türbelerinden ayrılıp Ulus’a yollanırken, şu dörtlükleriyle avunuyorum:
N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm,
Derd-ü gâmınla doldu bu gönlüm.
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Derdine derman buldu bu gönlüm...


[1] 1950’li yıllara kadar sistemli olarak sürdürülen dini tahkir, tezyif ve din adamlarını itibarsızlaştırmak için yapılanları vesikalara dayalı olarak öğrenmek isteyenler (Kadir Mısıroğlu; CHP’nin Günah Galerisinden Sayfalar, Sebil Yayınevi, 2015, 488 sayfa) kitabına bakabilirler. MA
[2] Yûnus Emre(rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında faydalanılabilecek bazı kaynaklar:
·         Abdullah Uysal, Necati Alodalı, Musa Demirci; Dünü ve Bugünüyle Karaman. Yunus Emre Kültür Derneği yayını, 1992, Konya, 813 s.
·         İ. Hulusi Güngör; Devlet Arşivindeki Belgelerle Yunus Emre, Karaman 1991
·         Faruk Kadri Timurtaş; Yûnus Emre Dîvânı. 1000 temel eser, Ankara, 1989
·         İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; Türkiye Gazetesi yayını, cilt 13, s.157-165
·         Türk Yurdu Yunus Emre Özel sayısı. Sayı 319, Cilt 5 Ankara 1966
·         Yunus Emre Selected Poems; Kültür Bakanlığı yayını 1113, Ankara, 1993
·         Yûnus Emre Dîvânı’ndan seçmeler. Büyük Adım Yayınları, İstanbul, 2014, 150 s.

[3] Daha fazla bilgi için bakınız:
·         Â.Faruk Meyan: İslam Meşhurları Ansiklopedisi 3 cild. Berekât Yayınları, 1983 İstanbul.
·         İ. Hakkı Konyalı; Konya Tarihi, Enes Kitap Sarayı, 1997, 1212 s.
·         İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, c.8, s.147-193,
·         Mevlana Celâleddîn Rûmî: Fîhi mâ Fîh. Tercüme Ahmed Avni Konuk. İz Yayıncılık, 2013, 336 s.
·         Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Mesnevî Şerhi. Tâhirü’l Mevlevî. Şâmil Yayınevi 2014, 10 cild.
·         Mevlânâ Mesnevî-i Şerîf. Mütercim: Süleyman Nahîfî, Sadeleştiren: Âmil Çelebioğlu, Timaş, 2007, 800 s.
·         Nefehât’ül-Üns Min Hazarat’il-Kudüs. Molla Camî; Sadeleştiren Abdulkadir Akçiçek, Huzur Yayınevi, 2014,  s.849-856
·         Osmanzâde Hüseyin Vassâf; Sefîne-î Evliyâ. Kitabevi, 5 cild, İstanbul, 2015

[4] Daha fazla bilgi için bazı kaynaklar:
·         Â. Faruk Meyan: İslam Meşhurları Ansiklopedisi, Berekât Yayınları, 1983 İstanbul, c. III, s. 1742.
·         İ Hakkı Konyalı: Konya Tarihi, 1997.
·         İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; Türkiye Gazetesi Yayınları, c.9, s.247,
·         Molla Camî; Nefehât’ül-Üns Min Hazarat’il-Kudüs. Sadeleştiren Abdulkadir Akçiçek, Huzur Yayınevi, 2014,  s.849-856
·         Osmanzâde Hüseyin Vassâf; Sefîne-î Evliyâ. Kitabevi, 5 cild, İstanbul, 2015
·         Sadreddin Konevî; Fâtiha Suresi Tefsiri. Tercüme Ekrem Demirli, İz yayıncılık, 495 s.